10 Aralık 2009 Perşembe

Yine Yol Göründü Gurbete

Okulun hengamesinden yeni kurtulmuştuk ki soluğu askerlikte alıyoruz işte. Haziran başında kepi fırlattığımda bende hüküm süren psikoloji "İyi yahu, daha yarım yıl var" üzerineydi. Zaman hiç bu denli hızlı akmadı... Gidilecek yerler, görüp geçirilecek zamanlar bekler beni. Biz zorla adam ediledururken, Galatasaray zaferden zafere koşsun inşallah. Bir türkü tutturdum, hafifçe üflüyorum dudaklarımdan; "Neresi sıla bize, neresi gurbet... Yollar bize memleket."
5 aylık aranın sonunda şampiyonluk yazısıyla yeniden buluşmak ümidiyle.
Herkese sevgiler...

8 Aralık 2009 Salı

Galatasaray: 1 - İstanbul Büyükşehir Belediyespor: 1

Hafta ortası oynanan ve UEFA Avrupa Ligi'ndeki grubumuzu lider birmemize vesile olan Panathinaikos maçını katılmak zorunda olduğum yedek subaylık sınavı yüzünden izleyememiştim. Haliyle izlemediğim bir maçın özet görüntülerine de dayanarak o maçı yorumlamak istemedim. Hoş, bir maç hakkında uzun uzun analizlere giren birisi de değilim. Zira futbol basit bir oyundur, yorumlamak da öyle olmalı.
Geçtiğimiz sezondan farklı bir grafik çizmiyor Galatasaray. Hatta iki sezonun da ortak haftaları ele alındığında daha kötü bir Galatasaray'a tanıklık etmekte olduğumuzu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Her kafadan farklı bir ses çıkıyor bu istikrarsızlığa neyin sebep olabileceği konusunda. Forvetsizlik, yetersiz orta saha, koridor halindeki savunma, basiretsiz bekler, özgüven eksikliği... Bu üç nokta seçenekleri artırmak isteyenler içindi. Geçelim!
Sezona fırtına gibi giren, gol ve puan rekorlarına göz diken Galatasaray iyi oynamıyor ve kan kaybetmeye devam ediyor. Ligin 15'inci haftasında İstanbul Büyükşehir Belediyespor karşısında Ali Sami Yen'de alınan puan kaybı liderlikten olmak anlamına geldiği kadar takımın üst üste üç haftadır galibiyet alamadığını da yansıtıyordu aslında. Maçtan sonra kendisine uzatılan mikrofonlara konuşan Uğur Uçar'ın "İki olmaz, üç olmaz dördüncüsünde olur"a varan sözleri takımın içinde bulunduğu vahameti bir hayli acıklı şekilde aktarıyor.
Öyle bir lig düşünün ki lig lideri oynadığı son dört maçtan sadece 1 puan çıkarabilmiş fakat hâlâ lider. Öyle bir lig düşünün ki liderin takipçisi üç hafta boyunca kendisine altın tepside sunulan liderlik fırsatını "Almayayım" diyerek geri çevire çevire lig dördüncülüğüne kadar gerilemiş. Öyle bir lig düşünün ki ligin henüz başında zirvenin 12 puan gerisine düşen bir takım zirveyle arasındaki puan farkını 1'e kadar indirmiş. Ve öyle bir lig düşünün ki haftaya beşinci sırada başlayan bir ekip hafta tamamlandığında kendini zirvede bulmuş. Siz deyin "kalite", ben "kalitesizlik" diyorum garip bir şekilde.
İstanbul Büyükşehir Belediyespor, Ali Sami Yen'e neredeyse hücum hattından yoksun gelmiş ve bu bölgeyi altyapı destekli oyuncularından kurmuş. Galatasaray'da ise Baros dışında büyük bir eksik yok. Ha tabii, bir de nedeni anlaşılamayan bir şekilde kulübeye mahkum kalmış Keita var. Memlekete alışma sürecindeki pas alamayan bir Elano ile hücum varyasyonları deniyor maç boyunca Galatasaray ama Nonda'nın ağır kalması ve görev bölgesini sık sık terk etmesi nedeniyle rakip ceza alanında çoğalma sıkıntısı yaşıyor. Bir önceki hafta yaratıcı olması gerektiğini belirten Arda ise ısrarla hayal aleminde. Neticede spikerin büyük bir heyecanla dile getirdiği gibi bir Turkish Messi değil Arda Turan. Ayağına aldığı topları çabuk kullanmaması can sıkıyor. O eski süratinden de eser yok şimdi, sebebi beni bağlamaz.
Galatasaray maç boyunca her ne kadar kötü bir oyun ortaya koymuş olsa da hatırı sayılır miktarda gol pozisyonu da buldu. Özellikle Nonda, Elano, Arda ve Kewell ile kaçan golleri görünce saç baş yolmamak elde değildi. Uzatma dakikalarına 1-0 ile girdikten sonra da insanın canının sıkılmaması elde değildi. Nihayetinde gol yemeden kapattığımız bir maç yoktu bu sezon. 90+4'te İstanbul BŞB'nin altyapısının bir ürünü olan Hasan Ali son sözü söyleyerek Galatasaray'ın liderlik hayallerini söndürdü.
Maçın son düdüğü maçın bittiği anlamına geliyor muydu? Bu maçta değildi sanki. Özellikle karşılaşmanın son 10 dakikasında çalınan düdükler eşine rastlanmış türden değildi. Bugüne kadar çok sayıda hakem hatası gördük. Bunları eleştirip tartıştıysak bile bir süre sonra unuttuk, "Hakem de insandır" deyip geçtik. Bu kez durum biraz farklıydı. Geçtiğimiz sezon Şükrü Saraçoğlu'nda oynanan maçta Lincoln'ün golünü iptal ederek karşılaşmanın seyrini değiştiren adam Hüseyin Göçek, Galatasaray maçlarındaki başarılarına bir yenisini ekledi. 90+4'de çaldığı hiç olmadık bir serbest vuruşun kalemize gol olmasını yukarıda söylediklerimde olduğu gibi bir süre sonra unutabilirdim. Buna engel olan, uzatmaların ilk dakikasında kendisine yarım metre uzaklıkta vuku bulan bir pozisyonda Galatasaray'ın bariz kornerini görmemeyi seçmiş olmasıdır. Kendisine yarım metre uzaklıktaki bir pozisyonda makul karar veremeyen bir insan 20 metre ötede yaşanan bir pozisyonu nasıl süzebilir? Yine de bu bile Galatasaray'ın cömertçe harcadığı pozisyonların yanında devede kulak kalıyor. Kendi göbek bağını kendin keseceksin, olay budur.
Peki bu kötü gidişi ne sona erdirir? Ben bilemem bunu. Sezon başında silip süpüren, yakıp kavuran takım da bu takımdı sonuçta. "Son 6 maçımızı firesiz kapatır, devreye lider gireriz" diyenler de bilemiyorlar. Kadronuz ne kadar derin olursa olsun, ne kadar yetenekli futbolcuya sahip olursanız olun günümüz futbolu mücadele etmeyi gerektiriyor. Rakibinizden daha az koştuğunuz an mağlupsunuz işte, değişmez. Bunun yanında değişmesi gereken şeylerin başında savunmanın sağı ve solu geliyor. Her ne kadar Sabri'yi beğenmesem de Uğur Uçar konusunda diretmenin de pek bir şey ifade etmeyeceği de bu maçla birlikte bir kez daha ortaya çıktı. Mevcut şartlarda savunmanın sağı Sabri'nin olmalı, tabii mümkünse o da gitmeli. Öte yandan savunmanın soluna baktığımızda durumun daha vahim olduğunu görüyoruz. Sağ tarafa sezon sonuna kadar tahammül edilebilir belki fakat sol kanat Hakan'a teslim edildiği sürece takımın canı gerek hücum gerekse savunma yönünden çok yanacak. Dikkatle izlenirse her maçta rakibin sürekli Hakan'ın kanadından geldiği, Hakan'ın da bu ataklar karşısında ne denli aciz kaldığı görülebilir. Bulunduğu kanadı kullanabilmesi, hücumun o yönüne destek vermesi beklenen bir bek oyuncusu atik olmalıdır. Maalesef Hakan'da bu yok. Sigarayı günde iki pakede çıkarmak buna çare olabilir belki. CSKA'da banko oynayan bir Caner neden hâlâ düşünülmez, merak ediyorum.
Tüm bu can sıkıcı olayların akabinde keşke Adnan Polat'ın istifa edip gündemi değiştirebileceği bir başkanlığı olsaydı. Elinde Kulüpler Birliği Başkanlığı yok, Galatasaray Spor Kulübü Başkanlığı ise oyuncak değil tabii ki.
Hasan Kabze'yi de çok severdim. Baros'un yokluğunda takımda olması için çok şeyden vazgeçebilirdim.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bursaspor: 1 - Galatasaray: 0

Galatasaray'ın gol yeme sorunu üzerinden yürütülen "Bir fazlasını atıyorsan sorun yok" çıkarımı alabora oldu artık. Gol atılamadığında ne olacağını sorgulayan yoktu ki bir süredir bunun üzerinden gidiyoruz işte. Nonda destekli Keita, Arda ve Kewell'dan oluşan bir hücum gücünüz var fakat 90 dakika boyunca rakip kalede yaratabildiğiniz tek bir pozisyon yok. Galatasaray'ın içinde bulunduğu durumu anlatan bir cümledir bu. Üstelik bunu yaparken orta sahanızı da rakibinizden bir sayı üstün olarak kurguluyorsunuz. Eğri oturup doğru konuşmak lazım, bundan birkaç hafta önce yazdığım bir yazıda belirttiğim düşünceyi tekrarlayacağım; sistem denilen şeyin Galatasaray'da oturtulması hoş bir ütopyadan başka bir şey değil. Tam 5 sezondur aynı dertten muzdaripken takımınızın sağını Sabri'ye, solunu da Hakan'a emanet ediyorsanız uzaydan Rijkaard ve Neeskens de getirseniz o çok tatlı baldan bir tutam bile çalamazsınız ağzınıza.
Galatasaray savunmasının içinde bulunduğu durum içler acısı, rakiplerin ise evine şenlik. Öyle ki bu sezon Galatasaray kalesine girmek isteyenlerin öyle pek fazla kafa patlatmasına da gerek yok. Oyunu kanatlara yayıp, savunmanın arkasına doğru birkaç defa sarktığınızda bunu başarıyorsunuz zaten. Evet, bu denli basit. Sürekli adam kaçıran Hakan Balta ve Sabri gibi isimler de size yardım ediyor üstelik.
Yeni Galatasaray'a bakınca bir şey çok açık, bu takım Avrupa'da ligde olduğundan daha başarılı olacak. Bir kere Süper Lig'de karşılaşılacak rakipler kadro olarak güçlü bir Galatasaray'ı yıldıracak bir futbolun peşine düşecekler ki bunun yolu da sert oynamaktan geçiyor. Eski performansını mumla aratan bir Mehmet Topal ve kalburüstü oyuncu olmaktan asla kurtulamayacak bir Barış'ı sahada basmadık yer bırakmayan bir Mustafa ile desteklemek maalesef bu sorunu çözmeyecek.
"Yetenekli oyuncular yaratıcı olmalı" diyor kaptan Arda maçın ardından. Ne de güzel söylüyor. Fakat ne yazık ki her şey Football Manager'in sunduğu nimetler kadar kolay değil. Bir oyuncunun yaratıcı özgürlüğünü fare yardımıyla ayarlayamıyoruz. Özellikle düşen hücum performansı karşısında elini taşın altına koyması gereken çok isim var. Bunların başını da Arda çekiyor. Nonda'nın yedek beklediği karşılaşmada forvette ezilmesini pek düşünmüyorum ama Arda'nın hafta ortası basına yansıdığı gibi Arsenal ya da Liverpool gibi takımlarda oynayamayacağını iyi biliyorum. Arda yetenekli futbolcu olabilir, ama o kadar.
Sabri, Hakan ve Barış'a "Sistem" demişler, onların cevabı "Burası Türkiye" olmuş...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Galatasaray: 1 - Manisaspor: 1

Hafta ortası basketbol şubesinde zuhur eden skandalın futbol takımı üzerinde bir etkisi olabilir miydi? "Ne de olsa Türk kanına sahibiz" düşüncesinden yola çıkarsak gayet duygusal bir tümevarım gerçekleştirebiliriz aslında. Buna göre Galatasaraylı futbolcuların daha fazla hırslanması gerektiğine inananların sayısını yadsıyamayız. Öyle olmadı tabii... Belki gün içinde açıklanan ağır cezalar, belki kaptan Arda'nın domuz gribinin pençesine düşmesi, belki hava ve hatta belki de cıvadan ötürü Galatasaray dün geceki Manisaspor maçından galibiyetle ayrılamayarak Fenerbahçe'nin yenildiği haftada lider olma şansını tepti.
Geçtiğimiz hafta tüm Galatasaraylıların canını sıkan olayın cezaları Manisaspor ile oynanacak maçtan birkaç saat evvel açıklanmıştı. Çıkan karar Galatasaray Erkek Basketbol Takımının şu ana kadar oynadığı tüm maçlarda hükmen mağlup sayılması, buna ek olarak da 5 puanının silinmesi yönündeydi. Daha açık olmak gerekirse Türkiye Basketbol Federasyonu Galatasaray'a üstü kapalı olarak "Seni ligden düşürmüyorum, sürünmeni istiyorum" mesajı vermiştir. Ha, yapılmıştır bir hata ne ceza verilirse boynun bükük kabul eylemek zorundasın, o ayrı. Küçük hesap yapabilmek için geçtiğimiz sezona bir göz atmak gerekiyor. Ligde kalabilmek için 14'üncü sırayı elde etmeyi başaran Aliağa Petkim bunu 40 puan alarak başarmış. 6 haftası geride kalan 2009-2010 sezonunda gün itibariyle -4 puan ile dibe demir atmış olan Galatasaray'ın bu hesaba göre kalan 24 haftada 20 galibiyet alması gerekiyor. İşte tam da bu noktada TBF'nin vermek istediği üstü kapalı mesaj ile yollarımız kesişiyor. Bir önceki yazıda Galatasaray'ın uğraması gereken yaptırımla ilgili düşüncelerimi belirtmiştim ve en ufak bir değişiklik de yok bunda. Takıldığım nokta farklı, anlayan anladı.
Dünkü Galatasaray - Manisaspor maçında tribünlerde de bu olaya ithafen açılmış pankartlar göze çarpıyordu ki bunların başında hafta içinde görevinden istifa eden Yiğit Şardan'a sahip çıkılması geliyordu. Yiğit Şardan'ın adamlığı ve Galatasaray sevgisini tartışmak bana düşmez elbette. Benim inancım görevini yerine getiremeyen bir şahsın hangi mertebede olursa olsun başarısız olduğudur. Yiğit Şardan Galatasaray'dan kopmayacaktır, bu kâfidir.
Maça gelecek olursak... Tahmin etmesi güç bir durum değildi aslında. Fenerbahçe puan kaybetmişse Galatasaray da kaybeder, bu değişmez. Keita'nın yedek kulübesinde oturduğu maça üçlü önlibero anlayışından ödün vermeyerek başlayan Rijkaard maç hakkındaki tavrını belli etmişti sanki. Kendi evinde taraftar baskısıyla golü bulabilecek bir Galatasaray daha sonra liderlik için skoru koruyacaktı. İleride çoğalamayıp, Manisaspor'un bitmek bilmeyen presi karşısında ezilen takım ilk devrenin bitmesine yakın yoktan var olan pozisyonda Kewell'in ayağından gelen golle 1-0 öne geçti. Bu sezon atacağını da yiyeceğini de çok belli ediyor Galatasaray. 2003 yılından bu yana sabıkalı olan Müftüoğlu'nun skora etki eden kararlarına takılmadan yorumlayacak olursak dahi Manisaspor'un golü bulacağı aşikardı. Özellikle duran toplarda yaşanan bariz sıkıntı felakete davetiye çıkarıyordu. Nitekim karşılaşmanın son 10 dakikasına girilirken kullanılan bir köşe vuruşunda rakip oyuncunun kaçırılması sonucu skora eşitlik gelirken, dünkü Galatasaray'ın maçı çevirebileceğine inan taraftar yok denecek kadar azdı. Rakip yarı alanda çoğalamayan bir Galatasaray var. Nonda gol atıyor, fakat kesinlikle Baros kadar etkili değil. Keita sahada yoksa Galatasaray canlılığını kaybediyor ve gelecek hafta çok zorlu bir Bursa deplasmanı var. İlk yarı bitmeden liderlik hesabı yapanlar için evdeki hesap çarşıya uyacak mı, birkaç hafta içinde belli olacak.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Yüzyılın Rezaleti!

Yaşadığımızı anlatabilecek başka bir kelime var mıdır bilemiyorum. İşin can sıkıcı kısmı Galatasaray adının bu ayıba özne olması. Rakibine attığı yumruk sonucu 5 maç ceza alan bir oyuncu... Cemal Nalga'dan bahsediyoruz. Sezon öncesi oynanan iki hazırlık maçında cezasını tamamlamamış olduğu halde, takım arkadaşı Tufan Ersöz'ün formasını giyerek mücadele ettiği ortaya çıktı gün içinde. Yandaki fotoğraf söz konusu maçlardan birine ait. Yaşanan bu gelişmenin akabinde tüm bu olaydan bihaber olan Galatasaray Yönetim Kurulu çareyi olaya sebebiyet veren idari ve teknik kadronun kulüple olan ilişkisini kesmekte ve kamuoyundan özür dilemekte buldu. Basketbol Şubesinden sorumlu yönetici Ahmet Dedehayır ise şu an itibariyle görevinin başında! Akşam yaşanan canlı yayın hezeyanında kameralara o meşhur sırıtan yüzüyle bakmaya devam ediyordu.
Kulübün ligden ihracı gündemde. Türk sporunun lokomotifi, yüzyıllık Galatasaray gün itibariyle tarihine kapkara bir leke eklemiştir. Takımınızın gücü şampiyonluğa oynamaya yetmeyebilir pek tabii. Ezeli rakibinizin gerisine düşmüş olabilirsiniz. Fakat yapılan bu amatörce hataya takacak bir kulp bulamazsınız.
Yönetim Kurulunun özür dilemiş olması başlangıçta bir erdem timsali gibi gösterilecekse de yapılan büyük ayıp somut bir şekilde ortadayken bahane bulmaya çalışmak kulübü bulunduğundan daha da zor bir duruma sürükleyecektir. İdari ve teknik heyetin görevine son vermek de tereyağı gibi üste çıkmaya yarayacaktır ki ben hâlâ bir kulüp yönetiminin yaşananları bugün öğrenmiş olmasına takmış durumdayım. Bu örnek Galatasaray'ın "spor kulübü" olma özelliğini iyiden iyiye yitirmiş olduğunu gösteriyor ne yazık ki. Bu ayıbı temizlemek konusunda gerçekten samimiyse Galatasaray yönetimi, verilecek cezayı beklemeden ligden çekilmelidir. Lanet olsun koca Galatasaray'ı bu noktaya getirenlere!

H1'ine de N1'ine de...

H1N1 virüsü kaptanın da peşine düşmüş. Aman diyeyim Arda, aman diyeyim. Acil şifalar olsun!

15 Kasım 2009 Pazar

Galatasaray: 74 - Fenerbahçe: 72

Bu gece Abdi İpekçi'de NBA'dan kalma bir görüntü vardı aslında. Tribünler dolu, takımlar da Galatasaray ile Fenerbahçe olunca aksini düşünmek mümkün olmuyor zaten. Galatasaray bugün uzun bir aradan sonra Fenerbahçe'ye karşı Abdi İpekçi'de evsahibi konumundaydı ve bunun da bir getirisi olarak ardına 10 binin üzerinde taraftarın desteğini de almıştı. Her daim diyorum, yineleyeceğim. Galatasaray'ın Fenerbahçe karşısında "şanssız" olarak kabul görmeyeceği tek branş basketboldur. Çok büyük istisnalar olmadığı takdirde hak eden, kuvvetli olan ekip maçı alıyor. Tabii bizim basketbolcuların bu maçlara mental olarak biraz daha iyi hazırlandığını da unutmamak gerek.
Müthiş başladı Galatasaray maça. Çok uzun bir süre boyunca da rakibinin öne geçmesine izin vermedi. Savunmadaki hırs bu maçın ne kadar çok istendiğinin bir göstergesiydi aslında. Netice de öyle de oldu. İki kez uzatmaya giden maçı hak eden kazandı. Yine de üzerinde durulması gereken şey bambaşka aslında. Takım maçı istiyordu, evet, fakat aynı şeyi G.Saray taraftarı için söylemek pek mümkün değil. Aslında içeride oynanan her F.Bahçe maçında olan bu. İşler biraz kötüye gidince taraftar olay çıkarır, salon boşaltılır, ve bunun cezasını takım çekerdi. Bugün de işler tam Galatasaray'ın istediği gibi giderken taraftarlar yeniden sahne aldı. Birkaçı sahaya inip Fenerbahçe bench'inin üzerine yürürken, bir kısmı tribünlerden yabancı cisimler fırlattı. Anlaşılan o ki Galatasaray taraftarı futbol takımının üzerlerine üflediği hüsranın acısını salonda atmaya çalışıyor. Ben merak ediyorum... Kalan dakikalarda tribünler boşaltılsa, yaşanan tramvadan etkilenen oyuncular konsantrasyonlarını yitirse ve maç kaybedilse hesabını kim verirdi? Eminim taraftar vermezdi. Onlar muhtemelen ev yolunda "Oğlum fırlattığım çakmak X'in kafasında patladı ya bu kâfi" cümlesini kuruyor olurlardı.

10 Kasım 2009 Salı

Diyarbakırspor: 1 - Galatasaray: 2

Aldığı her yenilgiden sonra Futbol Federasyonu'nu ligden çekilmekle tehdit eden, iç saha dış saha ayrımı yapmaksızın her maçında taraftarı olay çıkaran bir rakibe karşı oynayacaksanız endişe etmeniz için yeterli sebebiniz var demektir. Diyarbakırspor ligden çekilme iddiasında ilk kez bulunmamıştı ama bir kez de Galatasaray maçından önce denemekte fayda vardı. Yoksa kamuoyunun ilgisini üzerlerine nasıl çekebilirlerdi ki? "Galatasaray maçına çıkmayacağız" gibi bir cümle kurarsanız ve tabii ki kaşlarınızı da çatarsanız artık kimse yan bakamaz size. Belli ki Diyarbakırspor'un amacı gündemi meşgul etmek, kafa karıştırmak ve bununla birlikte normal şartlarda sağlanması zor görünen bir motivasyon elde etmekti. Akıllıca bir iş çıkardılar doğrusu. Galatasaray için karşılaşmanın zor geçmesi için her şey hazırlanmıştı. Piyonlardan birinin hareket etmesi ya da hakemin ilk düdüğünün stadyumda yankılanması gerekiyordu sadece.
Mustafa Sarp'ın yokluğunda orta üçlü Mehmet, Barış ve Ayhan ile kurulunca haliyle mücadele gücü düştü takımın. Bunun yanında ev sahibi ekibin maça aşırı bir motivasyonla başlaması da işin tuzu biberi oldu. Kendi takımı tanırım. Baskılı deplasmanlarda eli ayağına dolanır takımın. Korktuğum başıma geldiğinde maçtan ümidi kesmediysem eğer bunun sebebi Diyarbakırspor orta sahasının tempoyu daha fazla kaldıramayacağına olan inancımdı. Şayet yanılmadım. Yine de ilk yarının sonunda Sabri durumu 1-1'e getirmeseydi, belki şu an farklı cümleler kuruyor olabilirdim. İkinci yarıda ise ilk yarıya nazaran farklı bir Galatasaray vardı. Topu ayağında daha çok tutup, pas yapmaya çalışan takımın Arda'nın ayağından bulduğu galibiyet golü ders niteliğindeydi. Son 25 dakikada sorumsuzca oyundan atılan Barış'a "Almanya'da ne öğrendin sen kuzum?" sorusunu yöneltmemek hata olurdu sanırım.
Galatasaray, Fenerbahçe'nin maç yapmadan 3 puan kazandığı haftada zirvenin altı puan gerisine düşmemek için kazanmak zorunda olduğu maçtan galip ayrılmasını bildi. Geriye ise yapay dostluk görüntüleri kaldı.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Farmville'nin Amacı

Evet, ben yaptım.

6 Kasım 2009 Cuma

Dinamo Bucharest: 0 - Galatasaray: 3

Gheorghe Hagi'nin çevresindekilerin tavrı her şeyi çok net bir şekilde özetliyor aslında. Evet, Galatasaray UEFA Avrupa Ligi'nde son iki maçını oynamadan gruptan çıkmayı garantiledi. İşin bir diğer boyutu ise Galatasaray artık Avrupa'da Kinder'den çıkan ekipler karşısında sürpriz yaşamıyor. Tam olması gerektiği gibi her şey. Büyük takım büyüklüğünü gösterip rakip ayrımı yapmıyor.
Dinamo Bükreş iki hafta önce çapını belli etmişti aslında. Ne yalan söyleyeyim daha kuralar çekildiği gün Panathinaikos yerine dert edecek birilerini kestirmiştim gözüme. Gereğinden fazla büyütmüşüm. İlk maçtaki 4-1'lik skora rağmen gerek mental gerekse fiziken herhangi bir gelişme gösterememiş Rumen temsilcisi. Taraftarlarından yoksun oluşlarının ille de bir etkisi vardır ama son umutlarını bağladıkları maçı kötü başlayıp kötü bitirdiklerini görünce "Demek ki adamların güçleri bu kadar" demekle yetindim. Öyle ki ileride basıp rakip savunmayı boğan Baros, sağ kanadı koridora çeviren Keita ve tüm handikaplarına karşın Elano'nun yokluğunda ilk düdükten itibaren oyunu domine eden bir Galatasaray izledi futbolseverler. Keita ve Elano'nun arka arkaya görmüş oldukları kırmızı kartların kesik yemelerinde rol oynadığını düşünüyorum ama zaten bu da başka bir yazının konusu...
Son zamanlarda Galatasaray kalesine asılı ağların havalanmadığını pek görmedik. Sivasspor'a karşı oynanan son lig maçında Ayhan'ın yerine Barış'ın monte edilmesi ve orta üçlünün Mehmet, Mustafa ve Barış ile kurulması her ne kadar rotasyon olarak yorumlasa da belli ki Rijkaard'ın düşündüğü şey farklıydı. Mustafa gibi sahada basmadık yer bırakmayan bir futbolcunun yanına azmiyle onun açığını kapatacak biri gerekiyordu ki bu noktada denenen isimdi Barış. Yaşadığı performans düşüşünün akabinde kesik yemiş olması Barış'a olumlu yansımış, bu kesin. İki maçtır kalemizi gole kapatıyor oluşumuzun orta alandaki bu değişim olduğunu söylesek yanlış bir şey dile getirmiş olmayız sanırım. Yine de Sivasspor ve Dinamo Bükreş'in zayıf rakipler olduğunu da bir kenara yazmak gerek.
Galatasaray kendisine bir üst turun kapısını açacak maçı Kewell, Nonda ve Mehmet'in golleri ile 3-0 kazandı. Mehmet Topal'ın uzak mesafeden gelen golü hoş, uzun zaman sonra takımımızı bir Avrupa kupası grubunun zirvesinde görmek çok daha hoş.

3 Kasım 2009 Salı

Galatasaray: 2 - Sivasspor: 0

Maçın üzerinden epey geçti ve bana maç hakkında söylenecek pek bir şey kalmadı esasında. Hâl böyle olunca oynanan oyundan farklı bir noktaya değineceğim. Galatasaray tribünlerinin son yıllarda yaşadığı büyük düşüşü kimsenin inkar edecek bir durumu yok. Aksi yönde görüş beyan etmek basbayağı kendini kandırmaktır. 22 bin kişilik stadın bir türlü doldurulamayışına artık söyleyecek sözüm kalmadı ama tribünleri organize edenler hakkında belki birkaç şey söyleyebilirim. Galatasaray tribünlerinde bir ruh yok. Maçın başında hep bir ağızdan söylenen ve artık her stadyumda rastlanan üçlünün dışında ses getirecek, tempolu bir bestesi yok Galatasaraylılar'ın. Nevizade Geceleri söz konusu olduğunda nötr kalsam da son zamanlarda dile getirilen "Sen var ya sen..." diye başlayıp "...deplasman yolunda elimde sigaram..." ile devam eden tezahürata söyleyeceklerim var. Bir kere son derece sıradan ve bayağı olan, takıma zerre katkısı olmayan bu besteye Galatasaray tribünleri gereğinden fazla sahip çıkıyor. Bunu gözlemlemek için illa ki tribünde olmak da gerekmiyor üstelik. Nevizade Geceleri ile bir You'll Never Walk Alone havası yakalanmak isteniyor olabilir ama bence bu kadar yani, fazlası yok. "Sen Var Ya Sen"in temposuzluğu, anlamsızlığı, takımı ve taraftarı kamçılamanın aksine uyku getirici bir misyona sahip oluşu ince ince irdelenmeli kanısındayım. Öyle ya, tam bir koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denmesi durumudur bu. Harry Kewell ve Nonda'nın golleriyle 2-0 kazanılan Sivasspor maçı sırasında birçok kez kulağıma çalındı bu tezahürat. Artık takımı ateşleyecek, "mıy mıy"lıktan uzak tezahüratlara ihtiyacı var Galatasaray tribününün. Şu hâliyle takıma en ufak bir katkısı yok. En azından ben böyle düşünüyorum.

1 Kasım 2009 Pazar

Koleksiyon #14

Sometimes I prefer to give up tradition of the concept "The Collection". I do this if I feel so emotional about something. So, this is one of those moments. Last one was the orange kit with Hasan Şaş. I have used it after Hasan's decision of retirement. Well... Why do I use this newest kit as a collection item. I think you'll understand it after you see back side of the kit. Yes! You're so clever! It's Harry Kewell! While I am watching today's match against Sivasspor, and after I've seen his half volley, I just can't keep my feelings to myself. And this is an absolute "yes"! Kewell should not leave us! If he does... Nevermind! Let's don't think about it. I think you wonder why I prefer English to write this post. It's because my hope. Maybe our "Daddy Cool" happens to pass this blog. You don't dare to leave us Mr. Daddy Cool, we won't let you go :)

28 Ekim 2009 Çarşamba

Alkış

"Maçı iptal etseydim 50 bin kişi sokağa dökülürdü cam çerçeve kalmazdı, Kadıköy yıkılırdı..."
(Bünyamin GEZER)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Fenerbahçe: 3 - Galatasaray: 1

Söyleyecek sözüm çok. Nereden başlayacağımı bilmiyorum, fakat bir yerden başlayacağım ki şu an tek bildiğim bu. Evet, epey doluyum. Normali de bu. "Uhuuu, biz Galatasaraylı'yız oğlum, yenildiysek ne olmuş yani? Onların tek amacı bizi yenmek değil mi zaten, uhuuuuuuuu!" mantığıyla gidenlere de, kusura bakmasınlar, bugün anlam veremeyeceğim. Söyleyecek sözüm çok bugün. Hepsini dile getirebilecek miyim, onu da bilemiyorum. Bir yerden ilk kelamı edeceğim önce, sonrası... Gidebildiği yere kadar! Gitmediği yerde, durup motorun soğumasını bekleyeceğim sanırım.
Allah var, bir haftadır maçı düşündükçe karnıma saplanan tarifi namümkün ağrıyı ancak çeken bilir. Mesele Beşiktaş ile olan mücadelemizin adı da derbi. Fakat bu hissi yaşatmıyor kesinlikle. Bunun sebebinin, genelde, Beşiktaş'a karşı üstün oluşumuz olduğuna da inanmıyorum. Yine de böylesi daha makbuldür belki, bilemedim şimdi. Uzun zamandır Fenerbahçe maçları işkence ile eşdeğer benim için. Üzülerek belirtmem gerekiyor ki bu maçların oynanacağı haftanın bir an evvel bitmesini istiyorum. Yine söylemeliyim ki Şükrü Saraçoğlu'nda oynanan son üç Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemedim ben. Dünkü dahil... O iki saatlik süre zarfı içerisinde elimden geldiğince soyutluyorum kendimi dünyadan. Nasıl becerebildiğimi birilerinin bana sorması gerek tabii ama oluyor işte bir şekilde. Dün mesela... Maç öncesi görüntüleri izliyorum evde. Son 10 yılı aklıma getirmemeye çalışıyorum. Hagi'nin "Galatasaray'ın adının olduğu her yerde umut vardır" sözünün peşinden gidiyor olacağım ki az da olsa bir umut yeşertiyorum yüreğimde bu maça dair. Sonra düşünüyorum... Kadıköy'deki son galibiyeti aldığımız maçı bir türlü hatırlayamıyorum. Aralık 1999'da yaşım kaçtı ki? Oturup maç izliyor muydum acaba? Bunun önemi yok zaten. Düşünüyorum ve Hagi'nin sözünün geçersiz olduğu tek yerin Papazın Çayırı olduğuna kanaat getiriyorum. Neyse... Maç öncesi futbolcuların taraftarı selamlamaya gittiğini görüyorum. 10 yılın getireceği bir motivasyon olmalıydı. Umudum bunaydı aslında. Yanılgımı anlamam için pek bir süre geçmesine gerek yokmuş. Geçen yıldan sabıkalı takım kaptanımız Arda Turan, ısınmaya çıkan Fenerbahçeli futbolcuların arasına dalıp yumruklarını konuşturmaya başladı. Maçın kaybedildiği, az olan umudumun da söndüğü an o andı aslında. Kimse bana olayları F.Bahçeli oyuncuların körüklediğini anlatmaya çalışmasın, çünkü anlamamakta ısrarcıyım. Galatasaray'ın motivasyon konusunda bir sıkıntısı olduğu son derece aşikâr. Ben dünya üzerindeki hiçbir takımın derbi maçlara böylesine bir motivasyon ile hazırlandığını sanmıyorum. O an yaşananların başta Arda olmak üzere, takımdaki tüm oyunculara negatif bir etki edeceğini anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Bunu da geçelim... Ayrıntılara sonra değineceğim zaten. Maçın başlamasına 10 dakika kala evden dışarı attım kendimi. Kadıköy'deki maçları izlememenin bünyede yarattığı sinir ve stres, izlerken oluşandan daha hafif, deneyebilirsiniz gelecek sene. Deniz kenarına gittim ve iki geçmek bilmeyen saat boyunca öylece oturdum. Ali Sami Yen'de Nonda'nın golüyle 1-0 kazandığımız maçın son 10 dakikasını bile stadın tuvaletinde geçirmiş biri olarak Kadıköy'deki maçları izlememeyi tercih ediyor olmam kadar doğalı yoktur herhalde. Eve geldiğimde uzatma anları oynanıyordu. Kapıdan şöyle bir baktığımda Guiza seviniyordu. Geçelim...
Takımın motivasyon yönteminden bahsedelim... Aslında Baklavasına'da bilog bu konuda söylenebilecek her şeyi yazmış. Galatasaray o stada adım attığı an farklı bir kimliğe bürünüyor. "O stada çıktığımızda ayaklarımız titriyor" diye yakınan Türk futbolcuları zaten geçtim. Elano, Kewell, Baros, Keita, Franco, Nonda... Bunlar Avrupa'da üst düzey stadyumlarda, pek çok üst düzey maça çıkmış isimler. Bu adamlar bile kimliklerini kaybediyorsa, sözün bittiği yerdeyiz bence. Yoksa iki sene içinde Benfica, Hertha Berlin, Bordeaux, Hamburg, Panathinaikos gibi takımlara karşı muhteşem sonuçlar elde eden bir Galatasaray'ın, saydığım ekiplerden zerre artısı bulunmayan bir Fenerbahçe karşısında bu denli aciz görünmesinin başka bir açıklaması yok. Ben Fenerbahçe'nin derbilere hazırlanma sürecini çok merak ediyorum. Nasıl yapıyorlar bilemiyorum ama bu işi çok iyi yaptıkları kesin. Galatasaray ve Beşiktaş ile yaptıkları son 18 lig maçında sadece tek bir mağlubiyet aldılar ki bunu her iki takımdan da üstün bir kadroları olduğu için yapmıyorlar. Kendilerine güvenleri var bir kere. Galatasaray'ın bu konudaki en büyük sıkıntısı 10 senedir sürekli mağlup olmanın bir getirisi olarak her sene ilk hedef olarak galibiyeti görmesi, sinirlerine hakim olamaması, ilk golü kalesinde görünce dağılması. Bunun önüne geçebilecek bir yöntem buluncaya dek tarih tekerrür etmekten sıkılmayacak maalesef.
Gaziantep'de oyuna kenardan çıkmak istemeyen Arda'nın önüne geçip adeta siper ören, Saraçoğlu'nda olmayacak bir penaltıya düdük çalan, Galatasaray'ın haklarını verecek kadar cesur olamayan, suratsız bir adam hakkında ise söyleyecek fazla sözüm yok. Dilimizde tüy bitti, değişmeye niyeti olmayan adamları sopayla mı değiştireceğiz? Oğuz Sarvan'ın kendisi neydi ki, Hakem Komitesi Başkanlığından ne olsun? Bunu da geçiniz...
Arda Turan'a değineceğim biraz. Arda'ya başında beri inanmış biri olarak söyleyebilirim ki dün gece Arda'nın Galatasaray defterine kara bir leke olarak geçmiştir. Bu sadece benim iddiam. Ben kimim? Bir Galatasaray taraftarı... Kimsenin şeyine takmayacağı bir adamım. En azından bu hususta. Neden? Çünkü aykırı düşünüyorum. 22 yaşındaki, henüz kendisini dizginlemeye gücü yetmeyen birini kaptan yaptık biz. Takım arkadaşlarına örnek olması gereken bir adamdı bu. Geçen sezon Ali Sami Yen'de oynanan maçtan sabıkalı olmasına rağmen bir sonraki maçın başlamasını bile bekleyemedi ve kanımca takımın tüm bir hafta boyunca yaptığı tüm hazırlıkları tek başına heba etti. Böylesine bir maçta oyunu gereksiz yere germenin, takım arkadaşlarının motivasyonuna doğrudan etki etmenin, taraftarın beklentisiyle oynamanın hakkını kim veriyor acaba Arda'ya? Adım gibi biliyorum ki dün akşam "Yürü be Arda, bir tane de benim için çak" diye haykıran yığınla Galatasaraylı bulabiliriz. Tamam, milyar liralık elbiseleri üzerine çek. Sonuçta kazandıklarının yanında o rakamların esamesi okunmaz ama taraftara bunu yapma, o çok sevdiğin camiana bunu yapma. Hakkın yok buna. Maçın başındaki gerginlik olmasa Keita oyundan atılır mıydı acaba? Onbir kişi ile devam etsek maçın sonucu ne olurdu? Olasılıklar üzerinden konuşmayı sevmem. Seven varsa, sorular bunlar işte. Metin Oktay'ın formasını giyeceği için 10 numarayı ve kaptanlığı kabul ettiğini dile getiriyordu Arda. Birilerinin Arda'ya Metin Oktay'ın durduk yerde Metin Oktay olmadığını anlatması gerekiyor acilen.
Kısa bir süre öncesine kadar Fenerbahçe mağlubiyetleri sonrası uyku sözcüğü kaybolurdu hafızamdan. Maç sonrası spor programlarını izlemeyi bırakın, ne bir hafta boyunca televizyonu açardım ne de birkaç gün doğru dürüst yemek yiyebilirdim. Hani psikolojide öğrenilmiş çaresizlik vardır ya, işte bizim durumumuzun gittiği yer de sanıyorum ki burası. Dün akşam spor programlarını bile izledim, koymadı pek. Talihi değiştirebilme imkanı olanlar bu uğurda kendilerini yormamış, hırpalamamış, sıkıntı çekmemişken ben niye kendimi bu işkenceye mahrum bırakacaktım ki? Ne de olsa onlar dün gece, dün gece olmasa bile bu geceden itibaren başlarını yastıklarına rahat koyacaklar. Cepleri para dolu, kazanırlarsa tabii ki mutlu olacaklar, kaybederlerse de acısı anlık olacak. Fakat umudunu onların becerisine bağlamış milyonlarca kişi, tutunacak tek dalı takımı olan binlerce taraftar, bir o kadar suratsız karşısında ağzını açamayacak, öyle mi? Yok ya!
Dedim ya, Kadıköy'deki son karşılaşmamızı hatırlamıyorum ben. 13 yaşındaymışım o vakit. Az değilmişim ama hatırlamıyorum işte bir şekilde. 10 sene geçmiş üzerinden... Bir 10 sene daha geçebilir üzerinden, belki de daha fazla. Sorun ettiğim bu değil ki benim.

NOT: Dün gece maçtan sonra hiç yapmadığını yapıp, dakikalarca o iğrenç müzikler eşliğinde hoplayıp zıplayanları gösteren, ara ara boynunu eğip oturmuş Galatasaray taraftarlarını da kadraja alıp harmanlayan Lig TV'nin ise yatacak yeri yok.

23 Ekim 2009 Cuma

Galatasaray: 4 - Dinamo Bucharest: 1

Maç öncesinde pek çoğunun aksine karşılaşmanın zor geçeceğini düşünmüyordum. Galatasaray'ın Bükreş temsilcisi karşısında takılabileceğini düşünenlerin sebepleri de son derece makuldü aslında. Neticede 3 gün sonra bir derbi maçına çıkacaksınız. Akılların o maçta olduğu yönünde fikir yürütmek çok zor olmasa gerek. Türk futbolunun, pardon Türk basınının, geçmişine baktığımızda her daim aynı yolun izlendiğini görüyoruz zaten. Önemli bir maçtan önce görece daha kolay bir rakibe karşı oynayacaksanız akılınız da fikriniz de o söz konusu önemli maçta olur. Dedim ya, basındır bunu yazan. Doğruluğunu takdir etmek size düşsün. Düşünmekte fayda var. Halı sahada top koştururken bile, top ayağımıza geldiği an dünyadan kopmuyor muyuz? Öyleyse bir futbolcu sahaya çıktığında psikolojik açıdan başka bir şey düşünebilir mi? Bu mümkün mü? Ben sanmıyorum, pek çoğu sanmıyor ama basının düşündüğü tam olarak bu işte. Yoksa Dinamo Bucharest maçının ertesinde spor yazarlarının maçı yorumlamak yerine F.Bahçe maçına değinmelerinin başka bir açıklaması olamaz.
Deplasmandaki Panathinaikos galibiyetinden sonra Galatasaray'ın kalan maçlarını güle oynaya tamamlayıp, grubu lider bitireceğini düşünenler, iç sahada Sturm Graz karşısında kaybedilen puanların ardından kafalarındaki soru işaretleriyle yaşamaya başlamışlardı ki Galatasaray gruptaki üçüncü maçında Romanya temsilcisi Dinamo Bucharest'i evine 4-1'lik mağlubiyet ile gönderip, puanını 7'ye çıkardı. Bu sezon dillerden düşmeyen rotasyonun bir örneğini gördük dün gece. Rijkaard sahaya Franco, Sabri, Mehmet, Servet, Caner, Ayhan, Mustafa, Elano, Kewell, Keita ve Nonda onbiri ile çıkmayı tercih etti. Arda ve Baros'un dinlendirildiği maçta Galatasaray fiziksel açıdan büyük direnç gösteren rakibini Kewell, Nonda (2) ve Elano'nun golleri ile geçti ve Türk spor basınına "Artık Fenerbahçe maçını rahat rahat düşünebilirsiniz" mesajı verdi.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Galatasaray: 4 - Trabzonspor: 3

Takımın başındaki isim Gerets olsaydı muhtemelen maçtan sonra duyacağımız cümle şöyle olurdu: "Yediğimizden bir fazlasını attığımız müddetçe sorun yok!" Yalan da değil aslında. Koca sezondaki tüm maçlarını 1-0 kazanan bir takımın basbayağı şampiyon olacağı kadar gerçek. Ben bir takım maç kazandığı sürece tartışılmaz sanırdım hep. Kazanan bir şekilde haklı olmalıydı. Yine de birileri iki haftada yenen 6 golün açıklamasını yapabilir mi?
Galatasaray'ın takım savunmasında sıkıntı yaşadığı ortada. Birkaç haftadır bu böyle. Bunda en büyük pay hiç kuşku yok ki savunma ve hücum hattı arasındaki bağlantıyı kurmakla görevli olan ön liberolar. Sezona harika bir giriş yapan Mustafa Sarp formayı garanti olarak mı görüyor bilemiyorum ama kendisini değişilmez kılan mücadele özelliğinden de biraz kaybetmiş gibi. Çok uzun bir zamandır yokları oynayan Mehmet Topal ve Linderoth'a zaten değinmeyeceğim. Sakatlık sonrası takıma geri dönen Ayhan Akman'ın topla gereğinden fazla oynama sevdası ise bu hafta başımıza neredeyse büyük dert açıyordu. Galatasaray'ın savunma dörtlüsünü eleştirenlerin çok büyük bir yanılgı içinde olduklarını düşünüyorum. Servet, Gökhan ve Hakan'ı bir kenara bırakırsak savunmanın sağ tarafını teslim ettiğimiz Sabri'de bu sene büyük bir değişiklik gördüğümü söyleyebilirim. Bir düşünün... Bu sezon kaçıncı kez "Sabri bu maçta takımın en iyisiydi" ifadesini kullandık? Ben sayamadım artık. Bu denli yerden yere vurulmayı hak etmiyor bu adam. En azından bu sezonki performansıyla. Kendisini uzak mesafeden şut çekmeyi bıraktığı için de ayrıca kutlamak istiyorum.
Lider Fenerbahçe'nin mağlup olduğu haftada aradaki 5 puanlık fark kapatılmak zorundaydı. Yine de F.Bahçe mağlup sayılınca bizim de mağlup sayılmış olma ihtimalimizden haz etmiyordum. Galatasaray bu kez o bilindik senaryoyu uygulamadı. Kewell, Servet, Arda ve Baros ile sonuca gidip, karşılaşmadan 4-3 galip ayrıldı. Evet, 3 gol de yedi. Belki de, gerçekten, kazandığınız müddetçe kalenizde gördüğünüz gol sayısının bir önemi yoktur. Ancak rahat maç izlemek isteyen bir taraftar şikayetçi olabilir bundan ki onu da anlarım.
Malum, gelecek hafta Fenerbahçe deplasmanı var. Fenerbahçe'nin Gaziantep'ten 3 puanla ayrılması durumunda gelecek hafta oynanacak olan maç Galatasaray için tam anlamıyla bir ölüm kalım mücadelesi sayılacaktı. 1999'dan bu yana galibiyet yüzü göremediğimiz stadta alınacak bir mağlubiyet ligin erken kopmasına sebebiyet verebilirdi. 10 yıldır kazanamıyor oluşumuzdan ötürü atıp tutmayacağım. Zira şansımızın tutmadığını inkar etmek fazlasıyla abes olur. Yine de 2 puanlık bir farkın takım üzerinde yaratacağı stres, 5 puanlık farkın yaratacağından daha insancıl olacaktır.
Yazıyı kapatmadan... Gica'ya bakar mısınız? Bir zamanlar Ali Sami Yen çimlerinde yazılan nice destanda başrol oynayan adam bu kez aynı stadta taraftar olarak yerini alıyor. Gülümsemene kurban olacak yığınla adam var burada. Biliyorsun bunu. Hasta Siempre!

4 Ekim 2009 Pazar

Ankaragücü: 3 - Galatasaray: 0

Birkaç haftadır kapıyı çalan mağlubiyet bugün kapıdan içeri girdi. Galatasaray deplasmanda Ankaragücü'ne 3-0 mağlup oldu ve bu sezonki ilk mağlubiyetini ağır bir sonuçla aldı. Aslına bakılırsa, daha önceki yazılarımda da söyledim, Panathinaikos maçından Sturm Graz maçına dek oynanan dört karşılaşmada bu mağlubiyetin sinyallerini almıştık. Bir kere rakiplere çok fazla pozisyon veriyorduk. Yakın bir zamanda savunmamızda bir patlama beklemiyor değildim. Sadece büyünün bozulmaması için dile getirmiyordum. Gollerden sonraki konsantrasyon düşüklüğü inadına devam ediyor Galatasaray'da. Maçın son 8 dakikasında ardı ardına yenen 3 golün başka bir açıklaması vardır yine de...
Geçtiğimiz hafta oynanan Eskişehirspor maçından sonra Rıdvan Dilmen, Frank Rijkaard'ın bir B planının olmadığından söz etmiş, deyim yerindeyse yer yerinden oynamıştı. Hafta boyunca pek çok spor yazarı Rıdvan'ın bu sözlerini tiye alan açıklamalar yapmışlardı. Şüphe yok ki Dilmen bu açıklamalarını ezberbozmaz biçimde devam eden maç içi oyuncu değişikliklerine bağlıyordu. Ankaragücü maçı sonunda bu yoldan tümevaran Bülent Tulun da adeta Dilmen'i onaylıyordu. Peki var mı böyle bir şey? Gerçekten Rijkaard'ın bir B planı yok mu? Yoksa günümüzün efsane takımı Barcelona'nın bugün bile izinden gittiği sistemin yaratıcılarından biri olarak yeni bir ülkede, yeni bir takımda, yeni bir sistem kurmaya mı çalışıyor? İkincisi daha mantıklı geliyor kulağa ve akla... Ancak benim bu konuda bile farklı düşüncelerim var.
Rijkaard ülkeye ayak bastığında pek çoklarımızın da ağzı kulaklarındaydı. Nihayetinde kendisini kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir isimdi. Barcelona'da yaptıkları hâlâ akıllarda tazeydi. Yapılan transferler ile birlikte beklentiler de arttı. Rijkaard sistemi olmayan Türk futboluna yeni bir sistem getirecekti. Herkesin beklentisi belki de yeni Barcelona'ydı, kim bilir! Üst üste gelen başarısız sonuçlardan sonra Rijkaard'a yöneltilen birtakım eleştiriler sonrasında gördük ki Rijkaard için kimse ağzını açmamalı. Elbette ki hiçbirimiz futbolu ondan daha iyi bilmiyoruz, fakat bu teknik adamın eleştirilmemesi için bir sebep değil ne yazık ki. Çok eleştirilen Skibbe ve Gerets de futbolu bizlerin bildiğinden daha iyi biliyorlardı fakat onlar da eleştiriliyordu. Bir kere ülkemiz futbolunun doğasında var bu. Kimse özünü inkar edemez. Bu yüzdendir bünyemizde bir Alex Ferguson, bir Wenger yetişmiyor...
Rijkaard'ın sistemi konusunda da şüphelerim vardı. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için bu düşüncemi açayım. Şüphelerim Rijkaard üzerine değil, Türk futbolu üzerineydi. Futbol dünyasında belli bir yer edinmiş tüm teknik adamların bir sistemi vardır. Elbette ki Rijkaard'ın da var. Fakat - ve maalesef - Rijkaard'ın çalışdığı ülkenin adı Türkiye. Bu ülkede hiçbir sistemin işlediği görülmemiştir ki herhangi bir futbol sisteminin işlediği görülsün. Türk futbolunun geçmişine baktığımızda kimsenin bir sistem kurmaya çalıştığını göremeyiz. Deneyenler olmadı mı? Oldu. Şimdi neredeler peki? Bu ülkede futbol takımı çalıştırıyorsanız günü kurtarmak zorundasınız. Kimse geleceğinizle ilgilenmez, kimsenin umrunda olmaz. Türk futbolcusunun hiç olmaz. Bir kere alışmamışlar buna... Yani burada sürekli 4-2-3-1 oynayıp, zora düştüğünde bile bundan ödün vermeyen bir adam ayıplanır. Adının Rijkaard olmasının bile bir önemi yoktur. Ben Rijkaard'ın Türkiye'de ve Galatasaray'da belli bir sistem oturtabileceğine inanmıyorum. Başından beri... Başka bir ülkede, başka bir takım olsaydı inanmamam için bir sebep olmazdı. Ancak Rijkaard bu ülkeyi tanımıyor. Bu ülke insanını tanımıyor. Bu ülkenin futbol konusundaki cahilliğini bilmiyor. Hiçbir zaman da bilemeyecek...
Sezon başından beri kamuoyuda yaratılan "bu takım yenilmez" düşüncesi sekteye uğruyor ki, bu iyi bir şey. Dünya üzerinde yenilmez bir takım olmadığını en çok futbolcular öğrenmeli. Taraftar öğrendi zaten. Yıldızlarla maç kazanıldığı günler geçmişte kaldı hiç kuşkusuz. Günümüzde savaşan yıldızlara sahip olmalısınız. Arda bunu çok güzel yerine getiriyordu mesela. Son birkaç haftadır Arda'yı gören beri gelsin. Ne zaman bir röportajını görsem yurt dışına gitmekten bahsediyor. Arda canımız ciğerimiz, kredisi sonsuz ama onu böyle görmeye alışamamışız bir kere. Bu sezonki Galatasaray eleştirilmeyecek gibi bir şey elbette yok.

2 Ekim 2009 Cuma

Galatasaray: 1 - Sturm Graz: 1

Bu sezon mağlubiyete ilk kez bu kadar çok yaklaştık. Panathinaikos deplasmanından 3 puanla dönünce grubu çok rahat tamamlayacağımızı düşünenler yanıldı. Evet, gereğinden fazla bir rahatlık var takımın üzerinde. Belli ki grubun son maçına kadar rahat nefes alamayacağız.
En son 2000 yılında karşı karşıya gelmiştik Sturm Graz ile. Şampiyonlar Ligi grup maçlarında oynanan iki karşılaşmadan da galip ayrılamamıştık. Skor anlamında değişen hiçbir şey olmadı. Koskoca ilk yarı boyunca girilen tek bir net gol pozisyonuna karşı Avusturya ekibi üç tane buldu. Devrenin uzatma anlarında buldukları gol ise kendilerine olan güvenlerini kamçıladı.
İkinci yarıda Galatasaray'ın takım halinde oyun disiplininden koptuğunu gördük. Bilhassa savunmanın başına buyruk tavrı maçı rahatlıkla Sturm Graz'a verebilirdi. Mehmet Topal'daki inanılmaz form düşüklüğü devam ediyor. Böyle devam ederse Fenerbahçeli Selçuk ile yarışır. Yıldız adayı Türk futbolcuların neden bir devamlılığı yoktur, merak ederim.
Milan Baros ise kaydettiği gole rağmen saç baş yoldurttu. Bunu ben bile söylüyorsam, anlayın ki Baros gerçekten kötüydü. Kaleye bir metre mesafeden üst direğe nişanladığı top Galatasaray'a sallamak için hazır bekleyen birtakım kalem oynatıcısını memnun edecek cinsten.
Arda Turan'a da değinmeden edemeyeceğim. Tamam canımız, ciğerimiz ama belli ki kafasına takılan şeyler var. Bir kere haftalardır yüzü gülmüyor. Bu da oyununa yansıyor.
Geride bırakılan haftaları göz önünde bulundurunca bu sezon aradan sıyrılan tek isim Keita gibi görünüyor. Adamın kötü oynadığı tek bir maç yok bu güne kadar. Maça etki etmek için elinden gelenin fazlası uğruna mücadele ediyor. Keita varsa, Galatasaray da oluyor. Nitekim bir geçiş dönemindeyiz. Her sene olur bu Galatasaray'da... Ne kadar çabuk atlatırsak o kadar iyi.

27 Eylül 2009 Pazar

Galatasaray: 1 - Eskişehirspor: 1

İster "Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir" deyin, ister görünen köyün kılavuza ihtiyaç duymadığını söyleyin... İlk puan kaybı Ali Sami Yen'deydi bu akşam. Ayakların yere basma zamanı geldi. Biraz fazla havadaydık sanki.

22 Eylül 2009 Salı

Happy Birthday

Çok yaşa Kewell... Bizimle yaşa...

21 Eylül 2009 Pazartesi

Kasımpaşa: 1 - Galatasaray: 3

Bu havadaki de ne? Bir kuş? Bir uçak? Yoksa Superman mi? O da değil? Kim bu yahu? Hem o topla ne yapıyor kale çizgisi üstünde? Ben çıkamadım işin içinden, çıkabilen beri gelsin.
Galatasaray ligin altıncı haftası için bugün Kasımpaşa'ya konuk oldu. Bu maça kadar oynadığı 5 maçta 15 puan çıkararak averajla liderlik koltuğunda bulunan Galatasaray, ligin son sırasına demir atmış puansız Kasımpaşa karşısında mutlak favoriydi hiç kuşkusuz. Fakat günümüz futbolu artık öyle favori mavori dinlemiyor.
Karşılaşma başbakanın adını taşıyan bir stadyumda oynanınca hemen başbakanın kimliğine bir bakmak gerekiyor. Özel yaşamı tabii ki beni alakadar etmez ama devlet büyüklerinin taraftarı oldukları takımlar her daim tartışma konusu olmuştur. Mesut Yılmaz bakanların başı iken açılan "Sandıkta Görüşürüz Mesut Bey" pankartı futbol camiasına çok şey anlatırken, politikacılara da açık seçik mesaj veriyordu. Recep Tayyip Erdoğan'ın Fenerbahçeli olduğunu artık bilmeyen kalmadı. Bir zamanlar Mustafa Kemal'in adıyla süslenen stadyumlar günümüzde gelip geçici başbakanların egoları altında eziliyor. Ülkemize kazandırılan RTE stadyumlarından ilkiydi Kasımpaşa'nınki. Rize'dekinin önceki adı Atatürk Stadyumu idi...
RTE Fenerbahçeli'dir... Kasımpaşa da öyle midir? Neticede stadyuma adını veren zat Kasımpaşa'nın çocuğudur. Peşinden gitmeyecekler de ne yapacaklar ki? Bir haftadır Galatasaray'ı nasıl yenerizin planını yapmakta Kasımpaşa futbol takımı. Elbette ki bir takımın diğerini yenmeyi planlaması kadar doğalı yoktur. Platini "Büyük takımlar kazandıkları kupaları konuşurken, küçük takımlar yendikleri büyük takımları konuşur" der. Koca sezonda tek bir maça böylesine odaklanan takıma ne demeli?
Kasımpaşalı futbolcular ve teknik heyetin hafta boyunca verdikleri hırs dolu demeçler bir derbi havası yakalamayı hedeflediklerini düşündürmüyor değildi. Maçtan önce kulübün resmi internet sitesinde birkaç sene evvel Ali Sami Yen Stadyumu'nda kazandıkları maçın fotoğrafları ile bezeli bir animasyon hazırlanması zaten yeteri kadar düşündürücüyken, 1-0 önde kapadıkları bugünkü maçın devre arasında popüler şarkı "Rütbeni Bilicen"in çalması niyedir? Ne güzel söylemişsiniz işte... Söylemekle kalmayın, uygulayın bir zahmet. Tüm bunların yanında belki de en fazla düşündürücü olan ise Kasımpaşa yönetiminin açıkladığı bilet fiyatlarıydı hiç kuşkusuz. Takımın sezonluk bilet fiyatları 100 TL iken bu maç için satışa sunulan biletlerin 120 TL olması bırakın da bizleri biraz düşündürsün. Aynı özveriyi suyun öteki tarafındakiler için de yapmazlarsa, şahsen darılacağım.
Maça gelelim ve yukarıdaki sorular ile fotoğrafın cevabını verelim. Fotoğrafta Kasımpaşalı bir futbolcunun kendi kale çizgisi üzerindeki topa eliyle müdahale ettiğini görüyoruz. Hayır, futbolcu bir kaleci değil. Söz konusu isim bir orta saha oyuncusu olunca ve hakemden pozisyonla ilgili herhangi bir yaptırım göremeyince sözün bittiği yere varıyorsunuz zaten doğrudan. Birileri 3 sene şampiyonluk sözü mü vermişti?
Karşılaşmanın 8'inci dakikasında vuku bulan bu pozisyonda hakem İlker Meral penaltıya hükmedip, Ali Güneş'e de kırmızı kartını gösterseydi muhtemelen Galatasaray maçı henüz başında koparacak ve tansiyon artmayacaktı. Bu ülkede insanlar istedikleri kadar hakemlere art niyetle yaklaşmasınlar, adamlar kendileri istiyor tartışılmayı yahu? Bu pozisyonda penaltı çalıp, kartına başvuramıyorsan kim yutturuyor seni bana hakem diye? Bu ülkede hakemler konusunda takınılmaya çalışılan iyi niyetler zorla, inatla, ısrarla istismar ediliyor. Zira başka açıklama bulamıyorum!
Galatasaray iyi oynamıyor. Fakat bol gol atarak kazanmaya devam ediyor. 26'ncı dakikasında 1-0 yenik duruma düştüğümüz karşılaşmadan 3-1 galip ayrılmayı Nonda'nın attığı 3 gol ile aldık. Sigara içen bir Hakan Balta'nın bile - şu an için - Caner'den iyi olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Elano'nun da attığı ve attırdığı gollere rağmen sahada - şu an için - ruh gibi dolaştığını da eklemek gerekiyor. Keita'ya ise söylenecek söz yok sahiden. Nonda ile ikinci yarıda oyuna dahil oldu ve damgasını vurdu. Nonda'ya da bir parantez açmak gerek. Bu sezonki performansıyla bunu hak ediyor. Dünya üzerindeki herhangi bir ligde yedek oturan bir futbolcunun gol krallığına oynadığını göremezsiniz. Bu ancak Türkiye'de olur. Önce Fenerbahçe'de Semih Şentürk, şimdi Galatasaray'da Nonda. Henüz ligin çok başında olmamıza rağmen Nonda attığı 5 golle bu alanda zirvede. Kanımca Nonda'nın artık ilk 11'deki yerini alması gerekiyor. Ama Baros ile ama Baros'suz...
Bu arada... En son "Elle kolla değil alın teriyle" dediğimizde şampiyon olmuştuk. Alın size bir "Lan, yoksa?" daha...

19 Eylül 2009 Cumartesi

Koleksiyon #13

Resmi bir şey değil... Fakat hâl böyle olunca daha da bir değere biniyor sanki. El emeği göz nuru sonuçta. 20 Ekim 1993 akşamı Türk futbolu için bir devrimdi hiç kuşkusuz. Ercan Taner'in "Türk futbolunda bir devrim" cümlesi belki de ilk kez o gece haykırılmalıydı. Şampiyonlar Ligi'nin en büyük favorisine karşı deplasmanda, üstelik 2-0 geriye düşmüşken, alınan 3-3'lük beraberlik, turu almış kadar olmak demekti. Maç benim o vakitler "yeni TRT" sandığım TGRT'deydi. Ümit Aktan da o efsane sunumunu gerçekleştirmişti. Evdeki VHS Player ah bir bilse ne büyüklükte bir sevap işlediğini... Maç arasına alınan reklamlar işin esprisi olsun, bir şeyin arkasına "Babam sağ olsun" yazılacaksa eğer, bu maç cdsinin kutusuna yazılmasın da nerelere yazılsın?

17 Eylül 2009 Perşembe

Panathinaikos: 1 - Galatasaray: 3

Ten Cate, Rijkaard'ın Barcelona'dan yardımcısıydı. Şimdi ise Panathinaikos'un başındaki adam. Galatasaray'a kulp takmak isteyenlerin ise yardımcısıydı maçtan önce. İddialar Ten Cate'nin Rijkaard'ı tanıdığı yönündeydi. Lafın getirildiği yer ise Galatasaray'ı analiz etmenin Ten Cate için kolay olacağıydı. Çırak ustayı ne zaman geçmiş ki? En azından futbolda rastlanan bir durum değil bu. Maç bittiğinde Galatasaray, Atina'dan 3 puanı 3 golle alıp, daha ilk haftadan grubun zirvesine kuruluyordu. Kulplar kayboluvermişti bir anda. Ne de olsa Panathinaikos artık kötü takımdı, gözde fazla büyütülmüştü!
Kuralar çekildiğinde ilk torbadan Panathinaikos gelince duraksayanlar olmuştu. Kendimi de bu grubun arasına dahil edebilirdim. Rakipten değil de artık sağır sultanın duyduğu Gate 13'den... Sonra öğrendim ki karşılaşma Atina Olimpiyat Stadyumu'nda oynanacakmış. Rahatladım. Bu güne kadar olimpiyat stadları kime hayır getirmişti ki Pana'ya getirsin. En nihayetinde bunun vereceği acıyı en iyi bizden iyi kimse bilemez.
Bu maça kadar toplam 11 resmi maç oynamış Galatasaray. Rakip filelere tam 35 gol bırakmış. Ve meyve veren ağaç kendi tarlasında taşlanıyor... Püskürtmek ne mümkün!
Galatasaray'ın grubuna göz attığımızda ilk sıra için Panathinaikos ile mücadele edeceği bir gerçekti. Gruptaki ilk maçın deplasmanda Yunan ekibi ile oynanacak olması ise takım için ayrı bir önem taşıyordu. Galibiyet durumunda en büyük rakibinizi deplasmanda saf dışı bırakmış ve grup liderliği hususunda daha ilk maçtan büyük avantaj yakalamış olacaktınız. Mağlubiyet durumunda ise önünüzdeki maçlara bakacaktınız.
Galatasaray Servet ve Gökhan'ın yokluğunda tandemi iki Emre'ye emanet ederek başladı maça. İleride ise dinlenmeye bırakılan Arda'nın yerini Elano almış. Hızlı başlıyor maça Elano ve henüz 5'inci dakikada Galatasaray 1-0 öne geçiyor. Bu dakikadan sonra erken gelen golün de kamçılamasıyla kalemize yüklenmeye çalıştı rakip takım. Fakat harika bir oyun ortaya koyarak belki de maçın adamı olan Emre Aşık'ı geçmekte zorlandılar. Emre'yi geçtiklerinde ise zaten ofsayttılar.
İkinci 45 dakika da ilkinden farklı başlamadı. 47'de Elano'nun ara pasında kaleciyle karşı karşıya kalan Baros topu ağlara göndermekte zorlanmadı. Pana'nın direncinin kırıldığı an bu andı. 57'de kazanılan serbest vuruşta topun başına geçen isim Elano'ydu. Brezilyalı'nın pek de iyi kullanmadığı serbest vuruşta top rakip savunmaya da çarpıp ağlarla buluşunca, Galatasaray 3-0'lık üstünlüğü yakaladı. Son dakikalarda Yunan ekibinin Salpingidis ile bulduğu gol ise sadece skoru tayin etti.
Dün Galatasaray iyi oynamadı. Fakat tam bir Avrupa takımı vardı sahada. Avrupa kupalarında bir maç nasıl kazanılması gerekiyorsa öyle kazanan bir Galatasaray... Hücuma hızlı çıkan, topu ayağında tutan, oyunun temposunu ayarlayan...
Skordan çok dünkü maçın atmosferini konuşmalıyız bence. Yunanistan'da alkışlarla karşılandı Galatasaray. Hiç kuşkusuz Galatasaraylı futbolcuların sahaya çıkarken taşıdıkları pankartın bunda payı büyüktü. Yine de bu da bir şey. Yunan taraftarlar dün işin içine milliyetçi duygularını katacak hiçbir taşkınlık yapmadılar. Artık rövanş için bizlere de çok büyük iş düşüyor. Kin, nefret beslemenin kimseye bir getirisi yok. Bundan onlarca yıl önce devlet büyüklerinin politikaları halkların dostluğunu törpülememeli.

13 Eylül 2009 Pazar

Beşiktaşlılık Duruşu

Hakkı Yeten'e "Baba Hakkı" demek Galatasaraylılık,
Ali Sami Yen'e küfür etmek Beşiktaşlılık'tır.
Beşiktaşlı duruşu budur!

Galatasaray: 3 - Beşiktaş: 0

Şimdi Mustafa Denizli diyor ki: "Hedeflediğimizden 4 puan fazla kaybettik. Fakat aradaki puan farkını 9 değil, 6 olarak görüyoruz." Şimdi de kurt hocanın söylediklerini tercüme edelim. Denizli aslında demek istiyor ki: "Biz Beşiktaş'ız... Geçen yılın şampiyonuyuz ve bu sezonun ilk beş haftasında toplam 10 puan kazanmayı hedefliyorduk. Evet, büyük takım olarak biz puan hesabı yapıyoruz. Galatasaray'ın ise İnönü'de zaten kazanacağına ihtimal vermiyorum." Budur herhalde özeti.
Sezonun ilk derbisi dün akşam Galatasaray ile Beşiktaş arasında oynandı. Sezona fırtına gibi başlayan Galatasaray'ın aksine geçen sezonun çifte kupalı şampiyonu Beşiktaş'ta yeni sezonda işlerin pek de tıkırında olduğu söylenemez. Geride bırakılan dört haftada yalnızca 6 puan almayı başaran Beşiktaş son iki haftayı da gol atamadan geçmişti. Daha sezonun başı olmasına karşın zirvenin 6 puan gerisine düşmüş olması bu derbiyi onlar için çok daha önemli kılıyordu. Kaybedilecek bir maç Beşiktaş'ın sadece zirveden kopması anlamına gelmeyecekti hiç kuşkusuz. Yine de karşılaşmanın milli maç arasından önce oynanması halinde Galatasaray'ın tüm handikaplarına karşın sahadan çok rahat bir galibiyetle ayrılacağını iddia edebilirdim. Fakat son duruma bakınca durumu pek de iç açıcı görmediğimi söyleyebilirdim.
Maç öncesi her iki takımın da artı ve eksilerine bakacak olursak... Bir kere Galatasaraylı oyuncuların neredeyse yüzde 75'i milli takımlara gitmiş ve yine neredeyse tamamı forma şansı bulmuştu. Bu da takımdan 10 günlüğüne ayrı olmaları demekti. Beşiktaş'ta ise durum Galatasaray'da olduğu kadar vahim değildi elbette. A Milli Takım'ın arka arkaya oynadığı Estonya ve Bosna Hersek maçlarında Beşiktaş'tan tek bir oyuncu bile göremediğimiz gibi milli takımlarına giden yabancı oyuncularından forma şansı bulanlar yalnızca Sivok ve Holosko'ydu. Her iki takımı da bu yönleriyle ele alınca Beşiktaş'ın maça fiziken çok daha iyi hazırlanmış olacağı öngörülebilirdi. Takımların mental yapılarını düşünecek olursak eğer Galatasaray'da ligde oynanan dört maçın da kazanılmış oluşunun getireceği rehavet felakete davetiye çıkarabilirdi. Beşiktaş'ın ise kaybetmesi halinde henüz beşinci haftadan liderin 9 puan gerisine düşecek olma düşüncesi vardı. Bu takımı pozitif yönde etkileyebileceği gibi olası bir strese de yol açabilirdi. Terazinin kefelerine göz attığımızda, Galatasaray'ın saha avantajını da eklersek, bir denge görmek mümkündü. Fakat maç öyle olmadı...
Mustafa Denizli karşılaşmaya sürpriz bir kadroyla çıktı. Formsuz ve sakatlıktan yeni çıkmış bir Nihat tek forvet olarak gol arayacak, inişli çıkışlı bir grafik çizen Serdar Özkan'ın gününde olması umulacak, orta alanda Ernst'in yanı Fink yerine Ekrem'e emanet edilecekti. Derbi atmosferine Fransız olan İsmail Köybaşı da Keita'nın karşısında büyük ihtimalle kaybolacaktı.
Frank Rijkaard ise tahmin edilenin dışına çıkmadı. Milli takımdan ancak cuma gecesi dönebilen Elano yedek kulübesindeydi. Hafta ortası milli takımlarında boy gösteren Hakan, Servet, Arda, Baros ve Keita ise kendilerine ilk 11'de yer buldular. Yine A Milli Takım'ın Estonya ile oynadığı maçta sakatlık geçiren Gökhan'ın yerini dolduran isim ise Emre Aşık oldu.
Karşılaşmaya hızlı başlayan taraf Galatasaray oldu. 4'üncü dakika kullanılan köşe vuruşunu Arda arka direğe yolladı, o noktada topa hareketlenen Mustafa Sarp maçın ilk golünü kaydetti. Bunun dışında tam bir orta saha mücadelesi şeklinde geçen ilk yarıda Harry Kewell ile iki önemli pozisyon yakalasak da Avustralyalı çerçeveyi bulamayınca Galatasaray maçı erken koparma fırsatını kullanamamış oldu. Beşiktaş da özellikle Serdar Özkan ile bulduğu pozisyonlardan sonuç alamayınca ilk 45 dakika 1-0 Galatasaray üstünlüğü ile geçilmiş oldu.
İkinci yarıda ise Nihat ve Tabata'nın oyundan alınmasının da yardımıyla topu ayağında daha fazla tutan bir Beşiktaş vardı sahada. Bilhassa Serdar ile çok net pozisyonlar bulan Beşiktaş bunlardan sonuç alamayınca 65'inci dakikada Milan Baros sahne aldı ve farkı ikiye çıkardı. Bu dakikadan sonra iyiden iyiye oyundan düşen Beşiktaş savunmasında boşluklar bırakmaya başladı. Oyuna sonradan dahil olan Elano 83'üncü dakikada sağ kanattan hareketlendi ve sol taraftan ceza sahasına girmekte olan Kewell'i uzun bir pasla gördü.Oz Büyücüsü topu sektirmeden penaltı noktasında bekleyen Baros'a gönderdi. Baros da kaleye..: 3-0.
Sezon başından bu yana Galatasaray'ın büyük maçlardaki performansını merak ediyorduk. Beşiktaş maçı bu yönüyle de önem arz ediyordu. Milli maçların da getirdiği yorgunlukla beraber Galatasaray çok da iyi bir oyun ortaya koymadı. Ancak bu bile Galatasaray'ın Beşiktaş'ı üç gol farkla yenmesine engel olamadı. Galatasaray artık yürümüyor... Adımlar hızlandı.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Nostalji #12

Günün anlam ve önemine uysun diye...

11 Eylül 2009 Cuma

"Yeni" Eski Açık

2 yıl içinde önce Kapalı Alt Tribün, sonra da Yeni Açık Alt Tribün yenilendi. Şimdi ise Eski Açık'ın üstü kapandı. Lan, yoksa?

3 Eylül 2009 Perşembe

Sen Gitmeden...

Daha takımdan ayrılmadan gideceği korkusu sardı beni. Günler geçmesin, aylar bitmesin, sezon sonu hiç gelmesin istiyorum. Olur da giderse, pek çoğumuzun ardından iki damla gözyaşı akıtacağı kesin gibi görünüyor.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Yaprak Dökümü #5 - Volkan Yaman

İki sezon önce takıma katıldığında bir hayli umutluydum. Yeni bir Hakan Ünsal gelebilirdi Türk futboluna. Kişilikleri tamamen zıt olsa da futbolumuzun kanayan yaralarından olan sol bek mevkiine ilaç olabilirdi. Ali Bilgin ile birlikte dönemin Antalyaspor'un çok parlak bir grafik çiziyordu Volkan. Antalya Atatürk Stadyumu'nda kaç defa canlı izleme fırsatı bulduğumdan herkesten çok ben bilebilirdim aslında takıma nasıl bir katkı sağlayacağını... Sorumsuz ve sorunlu olan Ali Bilgin Fenerbahçe'nin yolunu tutarken, Volkan Yaman Galatasaray'a imza attığında, yalan yok, bir hayli sevinmiştim. A Milli Takım'ın Yunanistan'ı 4-1 mağlup ettiği maçta sol bek sıkıntısı yaşanınca oyuna girmiş, ortaya koyduğu futbol ile birçok futbolseveri büyülemişti. Galatasaray'da yaptığı başlangıçta surat asılacak türden değildi. Sürekli oynasa belki her şey farklı olurdu ama onun şanssızlığı Hakan Balta oldu. Her geçen gün düşen form grafiği onun çocukluk aşkı Galatasaray'da tutunmasını zorlaştırdı. Sürekli gülen yüzü bile buna engel olamadı. Şimdi en azından futbolunu yeniden hatırlatabileceği bir yerde o; Eskişehirspor'da. Her şey bundan sonra daha güzel olsun onun için.
Carlos Yalan, Volkan Yaman!

1 Eylül 2009 Salı

Ankaraspor: 0 - Galatasaray: 2

Ankaraspor-Ankaragücü flörtü, iyi oynayan son şampiyon Beşiktaş'ın 4 haftada sadece 6 puan alabilmesi, Fenerbahçe'nin son saniyede elde ettiği 3 puan, Trabzonspor camiasının üzerinden bir türlü atamadığı sabırsızlık, Sivasspor'un Türbülent'e girmesi... Hareketli bir futbol gündemimiz var, inkar eden sopalıktır. Her sene aynı hikâyeler tekrar tekrar anlatılır, fakat nedeni bir türlü çözemediğim şekilde bıkmak usanmak bilmeden dört açarız kulaklarımızı.
Bir gün önce Fenerbahçe puan kaybetmenin eşiğine gelince birçok Galatasaraylı da benim gibi düşünmüştür eminim: "Bunlar kaybediyorsa yarın biz de kaybederiz..." Son saniyelerde Manisaspor'un sarı lacivertlilere ikramını gördükten sonra - ki yanlış anlaşılmasın, Fenerbahçe gayet de temiz bir 3 puan aldı - bir nebze olsun rahatlamış olduğumu iddia edebilirim. Nitekim öyle de oldu. Galatasaray, Levadia Tallin deplasmanındaki kötü oyununa Ankara'da da devam etti, lâkin futbol tanrısı bu kadronun ve o mor formanın puan kaybetmesine razı olmadı. Takımın iki formda ismi Kewell ve Nonda yedek beklerken, daha hazır olmadığı her halinden belli Elano ile geçen sezonun Guiza'sı ile yarışır bir performans çizen Baros ilk 11'de yer aldı. İlk yarıda kısım kısım rakip kaleye oyunu yıkan bir Galatasaray izlesek de geliştirilen ataklar ev sahibinin elde ettiklerinin yanında sönük kalıyordu. İkinci devrenin ilk yarısında da farklı bir Galatasaray izlemedik. Sonra yedek kulübesindeki cevherlerin ışıldama zamanıydı. 2006 Şampiyonlar Ligi final maçında yapmış olduğu değişikliklerle Arsenal'a karşı maçı çevirip kupayı Barcelonalı futbolcuların ellerine veren Rijkaard bir kez daha sahneye çıktı. Şehrin Ankara olmasının bir önemi yoktu. Takımın en kötü iki ismi Elano ve Baros oyundan çıkarken yerlerine Kewell ve Nonda dahil oldu. Birkaç dakika sonra da günün en mücadeleci ismi Keita yerini Aydın'a bıraktı. Üç oyuncu da öyle ya da böyle skora etki ettiler. 74'de Arda'nın kullandığı kornere ön direkte yükselerek kafayı vuran Kewell skoru takımı adına 1-0'a getirirken, geçtiğimiz sezon oynanan Olympiakos maçı ile ilgili bir deja-vu yaşattı izleyenlere. 83'de ise Aydın'ın güzel ara pasında topla buluşan Nonda skoru tayin etti: 0-2.
Dikkat çeken bir unsur Nonda'nın performansı. Bu sezon bir hayli istekli, bu aşikar. Geçtiğimiz sezon ortaya koyduğu performansı unutturmak istiyor, bu da belli. Oynayıp da gol atamadığı maç yok gibi bu sezon. Baros kesilmeyecekse bile bu adamın da bir şekilde ilk 11'de yerini alması gerekiyor gibi geliyor bana.
Elano ise ayrı bir vaka. Takıma ve arkadaşlarına alışamadığı her halinden belli. Umarım bu dönemi çabuk atlatır. Lincoln kadar yetenekli olduğunu düşünmüyorum ama yetenekli Lincoln'un yaptıklarını, daha da doğrusu yapamadıklarını, düşününce Elano daha cazip geliyor bana. Galatasaray'da birkaç istisna hariç Brezilyalı kolay barınamıyor. Elano'nun kaideyi bozması dileğiyle...
Performanslar, alınan puanlar bir kenarda dursun, Ankaragücü'nün yeni başkanı da Ahmet Gökçek oldu. Ahmet Gökçek kim mi? Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve aynı zamanda Ankaraspor Kulübü başkanı olan Melih Gökçek'in oğlu. Futbola bir siyasi el daha uzandı dün itibariyle. Ankaragücü taraftarının görüşü bile sorulmadan, kulübün 100.yılına bir hançer savruldu en keskininden. Lanet olsun futbolun içine edenlere. Bu yıl küme düşmesini istediğim takımların sayısı çoktu. Artık iki tanesinin yeri kafamda gayet sabit.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Ve Gün Gelir Döner Devran...

2001 yılının mart ayının son günleriydi sanırım. Galatasaray Ali Sami Yen'de Beşiktaş ile lig maçına çıkacak, bu maçtan 3 gün sonra da Şampiyonlar Ligi çeyrek final ilk karşılaşması için Real Madrid'i ağırlayacaktı. Hafife alınacak bir durum yoktu. Rakip Real Madrid en iyi dönemini yaşıyordu. İşin ucunda Şampiyonlar Ligi vardı ve zaten fedakarlık yapan Galatasaray aynı düşünceyi ülke içindeki rakiplerinden de bekliyordu. Bu vesileyle Beşiktaş maçının ertelenmesi istenmiş, başta rakip Beşiktaş olmak üzere Fenerbahçe de bu maçın ertelenmesine karşı çıkmıştı. Sonrası malum... Galatasaray önce Beşiktaş'ı sonra da Real Madrid'i devirdi.
Bugün spor gündemine baktığımda Beşiktaş'ın 13 Eylül'de oynanması beklenen Galatasaray maçının ertelenmesi için Futbol Federasyonu'na başvuracağını okudum. Bunun sebebi ise Beşiktaş'ın 15 Eylül'de Manchester United ile oynayacağı Şampiyonlar Ligi ilk maçı. Gülmemek elde değil gerçekten... Bir zamanlar inat edenler, yola çomak sokmak isteyenler şimdi nasıl bu denli yüzsüz olabiliyorlar, anlamak gerçekten mümkün değil. Bakalım Federasyon aynı 'duyarlılığı' gösterebilecek mi?

28 Ağustos 2009 Cuma

UEFA Avrupa Ligi Grup Kuraları

5-0'ın rövanşında dün akşam Estonya'da oynanan maç 1-1 sona erince Galatasaray resmi olarak adını UEFA Avrupa Ligi gruplarına yazdırdı. Maçın üzerinden henüz 24 saat bile geçmeden grup kuraları çekildi ve Galatasaray kendisine F Grubunda Panathinaikos, Dinamo Bucuresti ve Sturm Graz ile birlikte yer buldu. Kura çekimi öncesi torbalara göz attığımızda seribaşlarının toplandığı ilk torbanın Şampiyonlar Ligi ayarında olduğunu gördük. Öyle ki son torbada bile Trabzonspor'un bu sezonki Avrupa macerasına son veren Toulouse ve geçtiğimiz sezon Serie A'da parlak bir grafik çizen Genoa'nın bulunduğunun da altını çizmek gerekiyor. İlk torbaya baktığımda o kadar takım içinden istemediğim tek ekip olan Pana'yı çektik. Geçtiğimiz sezondan bu yana büyük bir atılım içinde Panathinaikos. Deplasmandaki maçın bir hayli zor geçeceği bariz.
Üçüncü torbadan ise Hertha Berlin'i çekmeye ramak kalmıştı ki Romanya temsilcisi Dinamo Bucuresti'yi grubumuzda bulduk. Deplasmanda oynanacak maçın seyircisiz yapılacağını düşünürsek güzel bir eşleşme olduğunu da iddia edebiliriz. Malum geçen sezon Romanya'daki atmosferi unutmak mümkün değil...
Son torbadan çıkan son takım olan Sturm Graz ile birlikte grubun arkası dörtlenmiş oldu. Bana sorarsanız 2000 sonbaharından bu yana bekliyordum bu eşleşmeyi. Arnold Schwarzenegger Stadyumu'nda yapılanlar hâlâ aklımdadır. Kinimi, intikam ateşimi karıştırmayayım şu oyuna diyorum ama olmuyor sanki... Akacak kan durmuyor damarda!
Dişimize göre bir gruba düştüğümüzü rahatlıkla söyleyebiliriz. Fikstür de gayet güzel görünüyor. 17 Eylül'de oynanacak grubun ilk maçı için komşumuz Yunanistan'ı ziyaret edeceğiz. 1 Ekim ve 22 Ekim'de sırasıyla Sturm Graz ve Rapid Bucuresti'yi Ali Sami Yen'de konuk edeceğiz. 5 Kasım'da seyircisiz oynanacak maçta Rapid Bucuresti'nin konuğu olacağız. 3 Aralık'da İstanbul'da oynanacak Panathinaikos maçı ile fikstürün iç saha kısmını tamamlayacağız. Grubun son maçını ise 16 Aralık'da Sturm Graz deplasmanında oynayacağız. Kişisel görüşüm grubu ikinci sırada tamamlayıp son 32'ye kalacağımız yönünde.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Galatasaray: 4 - Kayserispor: 1

Yazıya bir yerden girmek lazım ama izin vermiyor Galatasaray edebiyat yapmaya. Uzun uzun cümleler kurmak yerine kısa ama yıkıcı cümleleri tercih ediyor takım bu sene. Kayserispor her zaman ligin kalburüstü takımlarından olmayı başardı. Fakat inatçı direncini Ali Sami Yen'de bir türlü sergileyemiyor. İstanbul'da oynanan maçlarda Galatasaray rakibine genellikle ağır gollü mağlubiyetler tattırıyor. Geçen sezon bir kaza olmuştu ama onu saymıyoruz tabii, geçen sezon başlı başına kazaydı zaten.
Sezonun ilk resmi maçında izlediğimiz Galatasaray ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var. Her geçen gün de üstüne koymaya devam ediyor takım. Çok iyi bir futbol ortaya konuluyor mu, göreceli bir karar bu. Ancak kesin olan bir şey var ki o da Rijkaard'ın takıma bir hava getirmiş olması. Adam "Oynadığınız oyundan zevk alın" diyor. Galatasaray bu sezon oynadığı 8 resmi karşılaşmada rakip filelere toplam 29 gol bırakıyor. Bundan büyük zevk olur mu?
Şimdilik her şey yolunda gidiyor. Bu şekilde devam ettiği sürece de kimseden çıt çıkmayacak gibi görünüyor. Elbette bir sonunun geleceğini biliyorum ve kafamda canlanan pembe tablo tam da bu anda kararıyor. Basın ve taraftar Galatasaray'ı giderek "yenilmez" görmeye başladı. Öyle bir resim çiziliyor ki bu Galatasaray sanki uzaydan indi. Alınacak olası bir yenilgide taraftara çok büyük iş düşüyor, uzun laf ancak bu kadar kısa anlatılabilir.
Milan Baros her ne kadar kötü bir performans ortaya koysa da attığı 2 golle sevindirdi. Yine de formda bir Nonda'yı kulübede görmek üzüyor insanı. Kulübede adam olmayınca isyan edip, olunca da mutluzluğa boğuluyorum. Evet, garip oldu bu.
Keita ve Elano'ya da değinmek gerek. Güncan Bilgiç (Yoksa Bilmiş miydi?) beyaz camda durduğu kadar uslu duramıyor gazetede? Verip veriştirmişti geçtiğimiz hafta Elano ve Keita'ya. Keita bu kadar iyiyse Lyon neden bırakmış? Elano iyiymiş fakat bir Deivid kadar yokmuş! Keita zaten ağzının payını vermişti ve vermeye devam ediyordu ki bu Elano da nereden çıktı canım. 45 dakika forma giydiği ilk lig maçında bizlere Hagi'yi hatırlatan bir vuruşla ağları sarstı. Lincoln gibi başladı, onun gibi bitirmez umarım.
Bu arada her zaman merak etmişimdir, bu Cristiano Ronaldo bu kadar iyiyse Manchester United neden sattı ki?