29 Haziran 2007 Cuma

"Hagi'den Önce Hagi'den Sonra"

Uzun zamandır Hagi ile ilgili bir şeyler yazmak istiyordu deli gönlüm ama maalesef buna zaman bulamıyordum. Malumunuz Hagi'den söz ediyoruz. Kolay mı öyle yazmak! Zaman bulduğumda ise ilham gelmiyordu anasını satayım. Neyse ki geçtiğimiz gün elime haftalık bir dergi geçti. Dergide Hagi ile ilgili kapsamlı bir yazı vardı. Okuyunca çok da hoşuma gitti doğrusu. Yazıyı kaleme alan Ali Ece yazısına "Hagi'den Önce Hagi'den Sonra" başlığını layık görmüş. Ben de olduğu gibi aktarıyorum.

Hagi, türünün son örneği... Tıpkı Baba Hakkı, Metin Oktay, Rıdvan Dilmen gibi formasını giydiği takımı tutmayanlar tarafından da gözünü kırpmadan tekrar tekrar izlenen bir film... Hagi, -ben Galatasaraylı değilim ama- Türkiye'ye gelmiş en büyük yabancı futbolcu...
Aslında ona "yabancı" demek ne kadar doğru ki? Şimdilerde üç büyüklerde oynayan ve ne saha içinde ne de saha dışında bu durumun onlara kaderin ne kadar mucizevi bir lütfu olduğunu bilmeyen genç Türk oyuncular asıl "yabancı"lar... Belki de Hagi gibi bir figürün eksikliği onlara ihtiyacı olan hissi ve sorumluluğu hissettiremeyen... Belki de Emre bu yüzden hâlâ mehter takımı gibi bir ileri bir geri gidip geliyor İngiltere'de ve Milli Takım'da... Belki de Hakan Şükür'ün yaşı Hagi'nin yokluğunda bu kadar batıyor bir takım "skor" yorumcularına... Hepsi tartışılır ama bence Hagi'nin futbolu bırakmasından sonra Türkiye Ligi'nde arkasında bıraktığı boşluk asla tartışılmaz... Öyle ki sadece bence değil, o yıllarda gözünü kırpmadan Hagi'yi izlemenin hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak zevkini tadanların hepsine göre Türkiye Ligi tarihi ikiye ayrılıyor: Hagi'den önce (HÖ) ve Hagi'den sonra (HS)...
Sanırım H.Ö. 3 yılındaydık... İstanbul'un İstanbul'un ünlü otellerinden birinin lobisinde, birbirlerine bağırıp tartışan iki adam... Sabaha karşı üç suları... Sanki bu iki adam o gece üçüncü yıl üst üste şampiyon olmamışlar, bununla da kalmayıp UEFA Kupası'nı kazanmamışlar gibi kıyasıya tartışıyorlar... İki futbol tanrısı sanki deri koltuklarda değil de gökyüzünde, bulutların arasına oturmuşlar, sanki biraz önce büyük bir tufan kopmuş, onlar hariç herkesi yutmuş gibi; o an onlardan başka orada olan herkes dilini yutmuş... Sonradan öğrenecektim neden tartıştıklarını; Hagi, süper bir sezon geçirdiklerini söyleyen Popescu'ya çok sinirlenmiş, "Şampiyonlar Ligi'ni kazanabilirdik ama Chelsea'den beş yedik! Ayrıca ligde Fener'e yenildik! Sevineceğimize, bir dahaki yıl daha iyisini yaparız onu konuşalım!"
Yine sonradan tanıyacaktım yakından... Tüm "futbol yıldızları" dünyasında kendisi arabasından daha klas olan tek oyuncuymuş meğerse... "Romanya halkı, Çavuşesku'dan sonra sudan çıkmış balığa döndü... Porsche'leri, Ferrari'leri onların gözüne sokmanın alemi yok... Tempra gayet güzel... Bükreş'ten Ali Sami Yen'e kadar götürüyor getiriyor, daha ne isterim ki?" O zaman daha iyi anladım neden Romanya'da pazarlardaki tüm torbaların üstünde Hagi'nin resminin olduğunu...
"Yetenek, Tanrı'nın bir lütfudur sadece... Eğer yeteneğinle yetinmeye kalkarsan hem insanlara ihanet eder, ham de Tanrı'ya koşut gidersin... Tembellik sadece Tanrı'ya özgürdür" demişti. O zaman anlamıştım nasıl olur da bir adam iki ayrı formayla neredeyse beşer yıl arayla kırk metreden Kolombiya, Athletic Bilbao, Karabükspor ayırt etmeden aynı tanrısallıktaki aşırtmaları yapabilir. Emre de söylemişti: "G.Saray antrenmanı ayrıdır, en fazla iki saat sonra biter... Gica'nın asıl antrenmanı, G.Saray antrenmanından sonra başlar... O kadar şanslıyım ki ben de onunla o hiç bitmeyen antrenmaları yapıyorum bazen..."
Keşke Hagi futbolu bıraktıktan sonra da Emre'yi çalıştırsaydı... Bugün böyle bir derginin Rumencesinde de onu yazardı birileri... Ne demişti o gün 10 numara adam: "Mesleğinde büyüdükçe, egonu küçültmeyi bileceksin" 5 Şubat günü, Çavuşesku dikta rejiminin en koyu olduğu 1965 yılında dünyaya geldiğinde adından sonra bu cümleyi fısıldamışlar belki de kulağına... O zamanlar Maradona daha fethetmemiş tüm futbol dilencilerinin kalbini, o zamanlar sadece "Karpatların Pelesi" derlermiş küçük Gica'ya... Daha on sekizindeyken o zamanın en iyi Rumen takımı Universitatea Craiova istemiş onu... Ama daha zaman var diyerek Rumen Ligi'nin Temprası Sportul Studente'yi tercih etmiş... O zamanlar başlamış hiç bitmeyecek özel antrenmanlarına... Önce takımın en küçüğü ve çelimsizi olarak antrenmanlarda tutunmak ve Pele lakabını gerçekten hak etmek için... Sonra yıllardan 1986 olmuş ve o da "Tanrı'nın eli"nden sonra Karpatların Maradonası'na dönüşüvermiş... Ve masal gibi bir yılın sonunda sadece bir maçlığına Steaua Bükreş'e transfer olmuş bizzat Çavuşesku'nun emriyle... Avrupa Süper Kupası finalinde Romanya'nın büyük ağabeyi SSCB'den Dinamo Kiev'i yenmesi için... Beklediği gün gelmiş Gica'nın, sahaya çıkış o çıkış, 1-0 Bükreş'in kazanıp o zamanki en büyük kupayı müzeye götürdüğü gün maçın tek golünü atmış Hagi... Maçtan sonra bizzat aramış Çavuşesku: "Yoldaş, bütün Romanya halkı seninle gurur duyuyor... Senin Bükreş'te kalmanı istiyorlar". Bir anda bir maçlık sözleşme unutulmuş, Hagi bir daha asla dönememiş Sportul'a... 1987-90 yılları arasında önce yüzbaşı, sonra binbaşı en sonunda da albaylığa terfi etmiş... O üç sezon boyunca takımı üç yıl üst üste hem kupada hem de ligde şampiyon olmakla kalmamış, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda de bir yarı final, bir de final oynatmış Bükreş'e... G.Saray da hayatına ilk kez o final oynadığı sene girmiş...
1990 Dünya Kupası'nda "tek başına" Romanya olan ama takımının ikinci turda penaltılarla elenmesini engelleyemeyen futbol tanrısını önce Real Madrid kapıvermiş hiç düşünmeden... Orada geçirdiği iki sezonu şöyle özetlemişti bana: "Orada herkes albaydı, Popescu da Lacatus da yoktu... Ben yine Hagi'ydim ama daha önce kimse benden top ayağımda değilken koşmamı istememişti. Eğer daha önceden koşmayı öğrenseydim koşabilirdim. Üstelik aynı anda üçten fazla İspanyol olmayan oyuncu oynatılması yasaktı. Yine de çok güzeldi iki yıl orada olmak; dersimi almıştım... Başladığım yere dönmüştüm: Her gün daha fazla çalışmam gerektiğini bir kez daha anlamıştım".
Real Madrid adlı futbolcu imha makinasının yuttuğu ilk yıldız değildi Hagi... Yine de Barnebeau'dakilerin ağzında buruk bir tat bırakmıştı. Artık kornerler, frikikler yarı penaltı gibi değildi. Hagi'den sonra işler biraz kötüye gittiğinde onu hep sattıkları Brescia'dan geri çağırmayı düşündüler. İlk sezonunda Hagi'nin keyfi yerindeydi: Takımını tek başına Serie A'ya çıkartmış, aynı ülkede forma giydiği için Karpatların Maradonası efsanesini yeniden canlandırmıştı. Ama birinci ligdeki daha ilk sezonunda Brescia yine geldiği yere dönmek zorunda kalınca, Hagi için İspanya'ya geri dönme zamanı gelmişti. Üstelik bu kez de Real'in kanlı bıçaklı düşmanı Barça formasıyla...
Ama İspanya yine yaramayacaktı profesöre... Yine üç yabancı kısıtlaması vardı... O belki Karpatların Maradonası'ydı ama Laudrup, Romario ve Koeman da Laudrup, Romario ve Koeman'dılar... En azından Popescu'suna kavuşacaktı; zaman zaman kendisinin takımdan kesilmesine sebep olacak en eski yoldaşına... İki yıl önce Real Madrid'den ayrıldığında altmış üç kez forma giymiş on beş gol atmıştı. Barça'daki iki sezonunda ise sadece otuz beş maçta forma şansı bulabilecek ve yedi gole imzasını atabilecekti. Halbuki 1994 yazında Amerika'daki Dünya Kupası'nda "asıl Maradona" doping kullandığı için ihraç edilince önce onun ülkesi Arjantin'i dize getirecek sonra da kupaya damgasını vuracaktı "Karpatların Maradonası"... Ah yine o penaltılar denilen karabasan olmasaydı İsveç'e elenmeyip yarı finale kadar gidecekti... Aslında o gece penaltı atışlarında kimse Romanya'yı tutmuyordu, sadece İsveçliler hariç bütün dünya Hagi'yi biraz daha seyretmek istiyor, onun sihrinden mahrum kalmak istemiyordu. 1994 Dünya Kupası denilince herkes önce Amerikalılar'ın futbol kroluğunu ve rugby çizgileri halen duran sahalardan geç gelen yayını ve Türk spikerlerin önceden bağırdığı birkaç güzel "gol"ü hatırlıyordu. İşte o gollerden birisi, hem de bizim yakından tanıyacağımız bir isme atılacaktı ve asla hafızalardan silinmeyecekti. Kolombiya kalecisi Oscar Cordoba her zamanki kendine aşırı güveni ile ileri çıkmış savunmasını organize etmeye çalışıyordu; belli ki Hagi'yi tanımıyordu, belki de hiç tanımamış olmayı isteyecekti... Orta sahanın biraz ilerisinden bir gözü ile Cordoba'yı diğer gözü ile doksandaki örümcek ağlarını kesen Gica kırk metreden zarifçe aşıracak, futboldan o zamanlar daha da bihaber olan Amerikalılar'ı bile yerinde hoplatacaktı.



"Çok isterdim o Barça'da, asrın takımında sürekli oynamayı ama herkes o kadar iyiydi ki bir türlü sıram gelmedi. Belki de geleceğimi Romanya'dançok uzaklarda boşuna arıyordum, belki de kader burnumun dibinde, İstanbul'daydı... Evet, İstanbul'daydı tabii ki... İstanbul bambaşka, G.Saray daha da başka" diye başlamıştı filmin İstanbul kısmı... Öyle güzel bir filmdi ki hiç bitmeyecek gibiydi... Hatta kendisine burun kıvıran İspanyollar'dan o Süper Kupa finalinde alacaktı intikamını... Aslında onun kitabında intikam yoktu... Başının üstünde hiç sönmeyecek gibi yanan bir yeteneği yere düşürmemek için her geçen gün daha da arttırdığı kazanma azmi ve zanaatına karşı olan derin aşkı vardı... Karısı dünyalar güzeliydi ama o futbola aşıktı... Biz de ona aşık olduk... Kelimelere sığmayacak bir beş yıl gibi gözüken şimdilerdeyse beş dakika gibi kısa gelen o anların toplamı biz futbol dilencilerinin izlediği en güzel filmdi. Bazen siyah tonların ağır bastığı hakemlerle, bel altı vuran rakiplere aynı şekilde cevap verdiği karanlık kareler... Tüm aşıkların ara sıra yaşadığı kavgalardan daha fazlası değildi... O gidince, biz onunla gittiğimiz yerlere gitmez olduk... O varken burası rengarenkti... Şimdilerde renksiz, tatsız, tuzsuz... Ondan sonrakilere bakınca ne maça gitmek istiyor canımız ne de televizyonu açmak...
Popescu'nun dediği gibi "Eğer Brezilyalı ya da İtalyan olsaydı o dünyanın en büyük futbolcusu olarak kabul edilirdi". Haklıydı bence... Ben görmüştüm koskoca Tony Adams'ın, Bergkamp'ın bellerinin nasıl kırıldığını, yüzlerindeki çaresizliği, böylesine tanrısal bir yetenek, klas karşısında nasıl da o büyük yıldızların bir anda küçüldüğünü... Ve hiçbiri kaybettiklerinde öyle ağlamamışlardı... Ne demişti bana o gece? "Kaybedince ağlamayan futbolcu yıldız olamaz". Ondan başka hiç kimse otuz beş yaşında gol atınca lise maçında ilk golünü atmış çocuklar gibi sevinmemişti. Ne de olsa koskoca Collina bir tek onun formasını almıştı. Galatasaray'da futbolu bıraktığı gün Türkçe konuşmaya çalışırken o tül bir perdeden süzülen meleklerin gölgeleri gibi ince ince dökülen gözyaşlarını kim unutabilir ki?
İki ayağı ile futbol adına yapılabilecek her şeyi yapan, kramponlarıyla Cemal Süreyyalar'a, Nazım Hikmetler'e, Ece Ayhanlar'a taş çıkartacak şiirler yazan, adı her yıl değişen Türkiye Birinci Ligi tarihini H.Ö. ve H.S. olarak ikiye ayıran bu adamı sevmemek mümkün mü kalbiniz taştan değilse eğer! Kırmızı, sarı, lacivert, siyah, beyaz, mor, pembe tüm renkler bir araya gelince görünen futbolun gökkuşağı, uçsuz bucaksız atonal bir tayf, karanlık kasım gecelerimizi nisan sabahına çeviren gördüğüm en parlak yıldız... Son bir defa daha kelimelerle anlatmaya çalışayım: Türkiye Ligi'nin başına gelen en güzel şey, Bülent Korkmaz kadar hırslı, George Best kadar klas, Zico kadar stil, Deniz Gezmiş kadar yürekli, şahmaranlar kadar kıvrak...
Keşke İbrahim Altınsay'ın önerdiği gibi futbolda da oyuncu değişiklikleri basketboldaki gibi olsaydı da sen de ölene kadar frikik atsaydın.
Seni o kadar çok özlüyoruz ki; inan sensiz hiç ama hiç tadı yok buraların...


28 Haziran 2007 Perşembe

Dev Karşılama

25 Haziran 2007 Pazartesi gecesi saat 22:00'da Lincoln İstanbul'a ayak bastı.
Bilindiği gibi Fenerbahçe Roberto Carlos'u getirdiğinde "şov yapmıştı". Aslına bakılırsa biz bir şey görememiştik ama her fırsatta bunu savunuyorlardı. Biz de "He" dedik geçtik. Biliyorduk ki biz daha iyisini yapabilirdik. Çok daha iyisini yapabilirdik. Yaptık da zaten. Hatta öyle bir şov yaptık ki "Biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu" oldu.

Roberto Carlos İstanbul'a geldiğinde karşısında gördüğü 300 kişilik grubu görünce çok şaşırdığından bahsetmişti. Fenerbahçeliler'in övünçlerinin haddi hesabı yoktu. Bu karşılamayı televizyondan izleyen bizler ise sadece sinsi bir tebessüm içindeydik. Pazartesi gecesi ise dost düşman herkes gördü Türkiye'de bu işi en iyi kimin yaptığını. Yeşilköy Havalimanı'nda 5000'e yakın Galatasaraylı Lincoln'ü karşıladı. Futbolcumuz şaşkındı ama tüm Türkiye'nin bile şaşkın olduğunu düşünürsek Lincoln'ün şaşkınlığı gayet olağandı.
BİZ DAHA İYİSİNİ YAPANA KADAR EN İYİSİ BU!!!

Lincoln Galatasaray'da

Ve Türkiye'de yılın transfer bombasını Galatasarayımız patlattı. Schalke 04'de forma giyen Brezilyalı 10 numara Cassio de Souza Soares Lincoln'ü renklerimize bağladık. Uzun zamandır bu futbolcuyu Galatasaray'a kazandırmak için uğraşan yönetim Lincoln ile daha önceden anlaşmıştı ve tek sorun Schalke yönetimiydi. Takımımız Alman kulübüyle Lincoln'ün bonservisi konusunda, basında yer alan haberlere göre, 4.5 milyon dolara anlaşma sağlayınca transfer gerçekleşti. Avrupa'nın en iyi 10 numaralarından biri olarak bilinen Lincoln'ü Galatasarayımız'ın hedeflerine ulaşması konusunda büyük katkısı olacağına inanıyoruz. Şimdi biraz da futbolcu hakkında bilgi edinelim...
Lincoln profesyonel futbol yaşantısına 1997 yılında Atletico Mineiro takımında başladı ve 2001 yılına bu kulüpte top koşturdu. Aynı yıl Alman ekibi Kaiserslautern'in ilgisini çeken oyuncu bu kulübe transfer olarak Avrupa macerasına başladı. Alman ekibindeki ilk sezonunda başarılı bir performans çizmesine karşın sonraki iki sezonunda geçirdiği sakatlıklar yüzünden bekleneni veremeyince 2004 yılında Schalke 04'e transfer olur. Lincoln sakatlık handikapı bulunmasına rağmen Schalke'de üstün bir performans gösterince, kulüp onunla olan sözleşmesini 2008 senesine kadar uzatmaya karar verir.
Yeni yıldızımız kariyeri boyunca 2 Almanya Kupası şampiyonluğu, 1 Lig Kupası şampiyonluğu, Schalke 04 ile 2004 yılında İntertoto Kupası şampiyonluğu kazandı. Ayrıca yine Schalke forması altında gösterdiği performans ile 2004/2005 sezonunda Bundesliga'da "Yılın Futbolcusu" seçildi. 2005/2006 sezonunda ise Schalke 04 formasıyla Şükrü Saraçoğlu'nda Fenerbahçe'ye karşı oynadığı Şampiyonlar Ligi maçında 2 gol kaydeden oyuncumuz bu bakımdan da gönlümüzde ayrı bir yere oturdu.
Hoşgeldin Lincoln! Birlikte büyük başarılara...

27 Haziran 2007 Çarşamba

Ismael Bouzid Galatasaray'da

Galatasarayımız yeni sezon için kadrosuna kattığı isimlere bir yenisini daha ekleyerek, Kaiserslautern'da forma giyen Cezayirli savunma oyuncusu Ismael Bouzid'i renklerine bağladı. Bouzid 24 yaşında ve 190 boyunda. Yeni oyuncumuz stoper mevkiinde görev alacak. Servet'in de takıma katıldığını düşünürsek takımımız bu sezon hava toplarında üstün bir performans sergileyecek. Bouzid'in özelliklerine şöyle bir bakınca aklıma nedense birkaç sene önce takımımızda bulunan Gabriel Tamas geliyor. Aman, Allah sonlarını benzetmesin.

26 Haziran 2007 Salı

Derwall'i Kaybettik

Kendisi Galatasaray'da iken ben küçüktüm. Aslına bakılırsa oldukça küçüktüm. Sarı ile kırmızıyı sadece alnımdaki bandanadan ibaret sanırdım. Tüm bunlara rağmen geçen yıllarla birlikte kendimi Galatasaray'a uğurlu gelmiş olarak görmeye başladım. Çünkü doğduğum sene Galatasaray "14 senelik o çile"ye son vermişti. Bugün, daha birkaç saat önce ciddiyetine vardım durumun. Bunun benim ya da başkasıyla bir alakası yoktu, Jupp Derwall ile alakası vardı. Çileye son veren oydu. Bunun sebebi çok şanslı oluşu muydu? Hiç sanmıyorum. Aslına bakılırsa onun şanssızlığı Galatasaray'ın şansı oldu belki de. Öyle ki 1984 Avrupa Şampiyonası'nda başında olduğu takım Almanya talihsiz ve bir o kadar dramatik şekilde İspanya'ya elenince kapı gösterilmişti kendisine. Sonrası malum; hayat kendisine yeni bir fırsat sunmuştu ve 1984 yazında yolları Galatasaray ile kesişmişti. Derwall o kadar profesyoneldi ki işe Florya'yı adam etmekle başladı. Ona göre futbolcuların gelişimi için en uygun yoldu bu.
Derwall Galatasaray'ın kaderini değiştirmişti. Bu, aynı zamanda Türk futbolunun da kaderinin değişmesi anlamına geliyordu. Futbolumuzda belirli periyotlarda ortaya çıkan ekollerden birinin, Alman ekolünün, startını vermişti o gelişiyle. Beraberinde getirdiği yeni oyun sistemi sayesinde Sami Yen'den yükselen "14 senelik bu çile bitsin artık bu sene" sesleri amacına ulaşmış, Galatasaray onun önderliğinde yıllar sonra zafere erişmişti.
Bu tatmin etmemişti Alman hocayı. Ona göre Türk futbolu kendi içine kapanık olmamalıydı. Takımlar kısır döngülerinden kurtulmalıydı. Hedef Avrupa olmalıydı. Öyle de oldu. "Avrupa Avrupa Duy Sesimizi, İşte Bu Türkler'in Ayak Sesleri" nidaları onun döneminde söylenmeye başlandı. Yanında yetişen öğrencisi Mustafa Denizli de dönemin Şampiyonlar Ligi olan "Şampiyon Kulüpler Kupası"nın yarı finaline kadar taşıdı Galatasaray'ı. Belki de onun Türk futboluna ve futbolcusuna olan inancı, 11 yıl sonra gelecek olan "kupa"ya vesile olmuştu. Nasıl ki Fatih Terim imkansızı olura çevirdiyse, nasıl ki Lucescu en zor anlarda dahi Galatasaray'ın Avrupalılığını korumayı başardıysa, Derwall de bize Avrupalı'dan korkmamayı öğretmişti işte.
Biraz daha yüzeysel bakarak tüm başarılarını bir kenara koysak bile büyük adamdı Derwall. Yukarıda saydığım nedenlerden ötürü büyük adamdı. Sayamadığım niceleri için büyük adamdı. Şüphemiz yok hâlâ da öyle.
Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerleridir. Galatasaray bu özelliğiyle kendisini diğer takımlardan ayırır. Bugün bu değerlerden birini daha kaybettik. Hem de öyle bir değerdi ki yıllar sonra bir röportajında "Hayatımın en doğru kararı Galatasaray'dı" diyebilmiştir.
Ve eşya tabiatına bir kez daha yenildi. Acı haberi birkaç saat önce cep telefonuma gelen bir mesajla öğrendim. Üzüntümü kelimelere, cümlelere döküp acımı basite indirgemek istemiyorum. Söyleyebileceğim tek şey; bundan önce kaybettiklerimizi kalbimizde nasıl yaşatıyorsak Derwall'i de öyle yaşatacağımız. Haldun Taner ne demişti hem; "Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil"...
Rahat uyu "Şef Gümüş Kıvrım"... Seni unutmayacağız... Çünkü biz GALATASARAYLI'yız...

Servet Çetin Galatasaray'da


Yeni sezonda geçmişin izlerini silmeyi ve iddialı bir kadro kurmayı hedefleyen yönetimin sarı kırmızı renklere kazandırdığı isimlerden biri de Milli futbolcu Servet Çetin oldu. Servet futbol yaşantısına Kartalspor'da başladı ve burada kendini kanıtladıktan sonra Göztepe'ye transfer oldu. Göztepe'nin 1.Lig'e çıkmasında büyük pay sahibi olan Servet daha sonra Denizlispor ile anlaştı ve bu kulübe transferini tamamladı. Denizlispor forması altında başarılı maçlar çıkaran Servet daha sonra Fenerbahçe'ye transfer oldu. Bir süre sonra Fenerbahçe'de forma şansı bulamamaya başlayan Servet'i Sivasspor renklerine bağladı. Sivasspor'da eski günlerine dönme fırsatı yakalayınca Fatih Terim tarafından yeniden Milli Takım'a seçildi. 2006/2007 sezonu sona erdiğinde sözleşmesi sona erince Galatasaray, Servet'i bedelsiz olarak renklerine bağladı.
Geçtiğimiz yıllardaki duyumlarımıza göre Servet gençliğinde sıkı bir Galatasaray taraftarıymış. Hatta bir röportajında Ali Sami Yen kapalısının müdavimlerinden olduğunu okumuştum. Umarım bunu bize kanıtlar.
Hoşgeldin Servet Çetin!!!

25 Haziran 2007 Pazartesi

Orkun Usak Galatasaray'da

Orkun Usak, 1980 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray altyapısında yetişen Orkun Usak, 1999 yılında Galatasaray’dan Beykozspor’a transfer oldu.
2002-2003 sezonuna kadar, sırasıyla Beykozspor, Bakırköyspor ve Üsküdar Anadolu formalarını giydi.
2002-2003 sezonunda ilk kez 1. ligde mücadele eden file bekçisi, Elazığspor forması altında 15 karşılaşmaya çıktı.
2003 yılında Ankaragücü’ne transfer olan Orkun Usak, 2006-2007 sezonunun ilk yarısına kadar Ankaragücü’nde forma giydi. Süper Lig’de Ankaragücü forması altında 56 karşılaşmada görev aldı.
Geçtiğimiz sezonun devre arasında Kayseri Erciyesspor’a transferi gerçekleşti.
Kayseri Erciyesspor’da 16 lig karşılaşması ve 6 Türkiye Kupası maçında görev yaptı. Orkun Usak, Kayseri Erciyesspor forması altında geçtiğimiz sezon çıktığı 16 lig maçında, kalesinde sadece 10 gol gördü.
Orkun Usak, geçtiğimiz sezon Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim tarafından Danimarka ve Ukrayna maçları için belirlenen aday kadroya çağrıldı.

21 Haziran 2007 Perşembe

"Korkunç Bir Şey" - 17 Mayıs 2000

Galatasaray'la ilgili blog açmışım ama UEFA Kupası zaferimizle ilgili herhangi bir detay sunmamışım. Olacak iş değil. O günü yeniden yaşayalım ve Ömer Üründül'le beraber bağıralım: "Korkunç Bir Şey"...

20 Haziran 2007 Çarşamba

Serkan Çalık Galatasaray'da

2007/2008 sezonu için transfer çalışmalarını sürdürmekte olan takımımız Rot-Weiss Essen'den Serkan Çalık'ı da renklerine bağladı. 15 Mart 1986 doğumlu oyuncu forvet mevkiinde görev almakta. Geçtiğimiz sezon Essen formasıyla çıktığı 32 maçta rakip filelere sadece 2 gol bırakabilen Serkan kariyerine Monchengladbach'da başladı. Hasan Kabze, Ümit Karan, Necati Ateş ve Hakan Şükür'ü geçip ilk on birde yer alıp alamayacağı ise koca bir muamma.

Barış Özbek Galatasaray'da

Galatasarayımız, Bundesliga 2'de mücadele eden Essen takımının orta saha oyuncusu Barış Özbek'i renklerine bağladı. 14 Eylül 1986 Almanya doğumlu olan oyuncu aynı zamanda Almanya U21 Milli Takımı'nda da forma giymekte. Kariyerine Hordel takımında başlayan Barış, Rot-Weiss Essen'de geçen sezon 25 maçta forma giyip 1 gol kaydetmiş. Kendisini izleyenlerin yaptıkları yorumlara göre çok kolay adam geçen ve isabetli şut atabilen bir oyuncuymuş. Her zaman olduğu gibi yine "mış"lara ve "miş"lere talimiz.

Tobias Linderoth Galatasaray'da

Gakatasarayımız yeni sezon için yürüttüğü transfer çalışmaları doğrultusunda ilk olarak İsveç Milli Takımı'nın kaptanı Tobias Linderoth'u renklerine bağladı. Önlibero olarak Inamoto'dan boşalan yere çok daha iyi bir isim aldığımız kanaatindeyim. Umarım yanılmam. Şöyle de bir istatistik elde ettim. Bir futbolcu maç içinde ortalama 10 kilometreye yakın yol kat ederken, Linderoth'un ortalaması 14 kilometreymiş. Linderoth hakkında resmi sitemizden aldığım bilgileri paylaşayım sizinle...

"İsveçli orta saha futbolcusu Tobias Linderoth, 1979’da doğdu. Viborg Kulübü Teknik Direktörü Anders Linderoth’un oğlu olan Tobias Linderoth, babasının futbolcu olarak formasını giydiği Marsilya’da dünyaya geldi.
Futbola 1985’te, Mjällby AIF altyapısında başlayan Tobias Linderoth, 7 yıl bu kulüpte kaldı. Ardından 1992’de IFK Hässleholm’e, 1995’te Feyenoord altyapısına giden Linderoth, 1996’da ülkesi İsveç’e dönüp Elfsborg kulübünde profesyonel futbol kariyerine başladı.
Elfsborg’da iki sezonda 57 maçta forma giydi ve 4 gol attı. Ardından Norveç ekibi Stabæk I.F.’e transfer olan Linderoth, bu kulüpte 68 maçta 9 golle oynadı.
Buradaki performansıyla dikkatleri çeken İsveçli yıldız, 2001’de Premier League’e gitti ve Everton forması giydi. Üç sezonluk İngiltere kariyerinde 40 maça çıktı.
2004’te Danimarka’ya gitti ve FC Kopenhagen’ı zirveye taşıyan kadronun temel taşı oldu. Üç sezonda 127 maçın tamamında ilk 11’de başladı. Performansını 6 golle süsleyen Linderoth, iki de Danimarka şampiyonluğu yaşadı. Linderoth bu sürede 2 kırmızı, 41 sarı kart gördü.
İsveç Milli Takımı’nda da kilit rol üstlenen Tobias Linderoth, ikinci kaptanı olduğu ekiple 1999’dan beri 69 maça çıktı, 1 gol attı.
2002 ve 2006 Dünya Kupası ve EURO 2004’de mücadele eden Tobias Linderoth, 2002 Dünya Kupası’nda bir maçta 96 dakika sahada kalıp 14.6 kilometre koşarak adından söz ettirdi.
Eşi Maria Linderoth ile 25 Ekim 2006’da ilk kez çocuk sevinci yaşayan Tobias Linderoth, aynı yıl ülkesinde “Yılın En İyi Orta Saha Oyuncusu” seçildi".

Yaprak Dökümü 6 - Junichi Inamoto

Bu adam hakkında ne denebilir ki? Kendisi Türkiye'de oynayan ilk Japon futbolcu olarak tarihe geçti. Geçtiğimiz sezonun başında transferin son günlerinde "akşam pazarından" alındı. Çok eleştirildi ancak yine de elinden gelenin en iyisini yapıyordu. Kimileri onu suçlasa da ben asla kendisini hedef tahtası olarak göstermedim. O değil, onu getirenler utanmalıydı. Bu forma için elinden geleni yaptığın için teşekkürler "Tsubasa". Yeni takımında başarılar.

19 Haziran 2007 Salı

Yaprak Dökümü 5 - Tolga Seyhan

Diğer gidenlerin aksine Tolga için pek duygusal şeyler yazamayacağım. İsterdim tabii ama yaşananlar kurtarmıyor be anam. Tolga'yı hepimiz Trabzonspor'da ve Milli Takım'dan tanıyorduk. Sonra Lucescu'nun istemesi üzerine Ukrayna'ya gitmişti. Sezon başında savunmayı güçlendirmek amacıyla Shakhtar'dan kiralandı Tolga. Koca bir sezon boyunca oynadığı maç sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Zaten yakaladığı fırsatları da iyi değerlendiremedi. Aslına bakılırsa suçu da ona bulamayız. İstikrarsız olan her futbolcunun sonu budur. Yine de keşke böyle olmasaydı be Tolga. Her şey için teşekkür ederiz sana da. Yolun açık olsun.

18 Haziran 2007 Pazartesi

Yaprak Dökümü 4 - Sasa Iliç


2005 yılının yaz aylarındayız. Galatasaray 100.yılını üçüncü sırada bitirince ne tadım kalmış ne de tuzum. Günlerimi her sabah aldığımız gazetelerdeki transfer haberlerini takip ederek geçiriyorum. Hiçbirine inanmıyorum ama ders çalışmak dışında yapacak başka bir işim olmadığı için heyecanlanacak yer arıyorum. Haberlere bakılırsa gidişat süper. Luis Figo ve Robert Pires bitirilmiş, birkaç yıldız daha da sıradaymış. Hiçbiri gerçekleşmedi tabii.
Ligin başlamasına kısa bir süre kala Galatasaray tarihinin en basiretsiz yönetimi elle tutulur ender transferlerinden birini sessizce gerçekleştirmişti. Ancak Partizan'da efsane olmuş bu adamın ismini biz ilk defa duyuyorduk ve kendisi bizim için tam bir kapalı kutuydu. İsmi Sasa İliç olan bu hücuma yönelik orta saha oyuncusu hazırlık maçlarında nasıl bir topçu olduğunu belli etmişti aslında. Neyse ki resmi maçlar da başlamıştı. Ligin ilk haftası Konyaspor'u konuk ettiğimiz maçta Iliç takımın iki golüne de imzasını atmış ve maçı da kazandırmıştı. Taraftarla ilk buluşması böyle olmuştu işte.
Tarihimizin belki de en zorlu sezonu ilerledikçe Sasa attığı kritik gollerle takımı sırtlıyor ve taraftarın "Paşa"sı oluyordu. Ali Sami Yen tribünlerinde attığı her golden sonra stadta "Sasa Iliç Oleeey" sesleri yükseliyordu. Taraftar gerçekten sevmişti kendisini, kendisi de Galatasaray'ı. Her ne kadar sessiz bir tip de olsa belli ediyordu işte.
2006/2007 sezonuna başlandığında ise kendisi şampiyon takımın oyuncusu olmuştu. Ligde işler istendiği gibi gitmiyordu. Gerets ile arasının da pek iyi olduğu söylenemezdi. Hoca ona asla 90 dakika sabredemiyordu. Yine böyle maçlardan birinde Galatasaray, Gençlerbirliği ile karşılıyordu. Karşılaşmanın üçte ikilik bölümü tamamlandığında skorda denge vardı ve saha kenarından oyuncu değişikliği için direktif verilmişti. Dördüncü hakem tabelayı kaldırdığında 22 numaranın oyundan çıkacağı işaret ediliyordu. Bu isim Iliç'ti. O ana kadar aslında çok iyi bir oyun çıkarmasına rağmen bu karara isyan etmemeyi seçti ve koşar adımlarla saha kenarına gelirken kendisinin yerine oyuna girecek Hakan Şükür'e de başarılar diledi. Netekim Kral oyuna girdiğinin 20. saniyesinde golünü attı. Buna en çok sevinen isim de saha kenarına alınan Iliç oldu. O an yaşadığı çocukça sevinç Galatasaray taraftarlarınca hiç unutulmayacaktı.
Tüm bunların yanında takım içinde de işler pek yolunda sayılmazdı. Yönetim futbolcuların borçlarını ödemekte zorluk çekiyordu. Birçok yerli oyuncu dahi bu konuda zorluk çıkarırken "Paşa" sesini bile çıkarmadı.
Ve gitti. Gerets, Mondi, Ergün derken o da ayrılanlar furyasına katıldı. Üstelik tüm alacaklarına rağmen takıma para kazandırarak ayrıldı. Kırk yılda bir eli iş tutan yönetimin kurbanlarından biri olarak ayrıldı. Ancak her şeye rağmen Galatasaraylı Iliç olarak ayrıldı. Galatasaraylılar'ın kalbinden ise hiçbir zaman ayrılmayacak.
Güle güle Paşam. Yolun açık olsun.

Kalli İle Yeniden

Türk futbolseverler onu ilk kez 1992-1993 sezonunda Galatasaray'ın başına geçtiği zaman tanıma fırsatı yakaladı. Derwall ile başlayan Alman ekolünün son temsilcisi oldu Karl Heinz Feldkamp, nam-ı diğer "Kalli". Altyapıya verdiği önem bakımından Türkiye'de bir ilk oldu. Öyle ki aynı yıllarda Mustafa Kocabey, Okan Buruk, Kubilay Türkyılmaz, Hamza ve Küçük Yusuf onun döneminde sahne alan futbolculardı. Galatasaray'da ilk yıllarını yaşayan Hakan Şükür, Reinhard Stumpf, Falco Götz, Arif Erdem ve hatta Bülent Korkmaz ile Suat Kaya'dan bahsetmeyeceğim bile.
Galatasaray'a yavaştan ivme kazandıranlardan biri oldu Feldkamp. Galatasaray, Manchester United'ı Şampiyonlar Ligi'nden edip ilk kez Şampiyonlar Ligi'ne katıldığında takımın başındaki isimdi. Sonraki yıllarda kendisinden sonraki teknik direktörlere bıraktığı miras neticesinde takım Avrupa'nın zirvesine ulaşacaktı. Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra bir ara Beşiktaş'a gelse de sağlık sorunları sebebiyle pek fazla barınamadı siyah beyazlılarda.
Kim ne derse desin bizden biri olmuştu ve Türk Milli Takımı hakkında "Biz" diye bahsedince taraflı tarafsız herkesin gönlünde ayrı bir yer edinmişti. Şimdi, aradan on yıldan fazla bir zaman geçmiş. Kendisi 74 yaşında ve bu sezon Erik Gerets'den boşalan teknik direktörlük koltuğuna getirildi. İnsanları eleştirmek konusunda bizim kadar usta başka bir millet daha yoktur sanırım. Hemen gazeteler yazıp çizmeye, spor yazarları "O zaman Coşkun Özarı da yardımcısı olsun" demeye başladı. Biz de "Olur böyle vakalar Kalli Feldkamp adamı haklar" diyoruz. "E be akılsızlar adam sahaya çıkıp top mu oynayacak" diye sormayı da ihmal etmiyoruz. Dost, düşman, herkes eleştirsin ama yeter ki Galatasaraylı hocasına sahip çıksın. Kalli'yle her şey güzel olacak, inanıyoruz.

NOT: Hep veda mı olacak? Hoş geldin Feldkamp :)

15 Haziran 2007 Cuma

Anket Sonucu

Uzun zaman önce başlattığım ve üşengeçliğim yüzünden sonlandıramadığım "Bu Sezon Performansından En Çok Memnun Olduğunuz Oyuncumuz Hangisi" başlıklı anketi sonunda bitiriyorum. Finallerimin bitmiş olması ve artık tatilde olmam bundaki en büyük etken. Neyse efendim, lafı fazla uzatmayalım ve sonuçları açıklayalım.
Ankete katılan toplam 46 (yazıyla kırk altı) arkadaşa teşekkür ediyorum. Onların verdiği oylara göre geçtiğimiz sezon en başarılı futbolcumuz Ümit Karan olmuştur. Oyların dağılımı şöyle;
1-Ümit Karan: 13 oy
2-Mondragon ve Arda: 9'ar oy
3-Ayhan Akman ve Sasa Iliç: 3'er oy
4-Hakan Şükür, Inamoto, Song ve Tomas: 2'şer oy
5-Hasan Şaş: 1 oy

NOT: Ümit Karan benimle irtibata geçerse ödül olarak kendisine formalarımdan birini imzalatacağım, söz.

Geçmiş Zaman Olur Ki

Avrupa'yı inlettiğimiz, ülke sınırları içindeki rakiplerimizi çatır çatır çatlattığımız yıllar. 4 sene üst üste gelen şampiyonluk ve bu başarıyı taçlandıran UEFA ve Süper Kupa... Galatasarayımız 1999/2000 sezonunda alabileceği tüm kupaları alınca Galatasaraylı karikatürist Salih Memecan yukarıdaki karikatürü çizip Sabah Gazetesi'nde yayınlattı.

Yaprak Dökümü 3 - Ergün Penbe

Kendimi bildim bileli Galatasaray forması altında Ergün. Sanki sarı kırmızıdan başka forma giymemiş gibi. Zonguldak'da başlayan futbol kariyeri Ankara'ya uzanır. Gençlerbirliği'nde gösterdiği üstün performans gözlerden kaçmaz ve Galatasaray kapılarını açar bu genç sol kanata. Galatasaray macerası ilk başlarda istediği gibi gitmez. Hatta satış listesine bile koyulur. Tam bu anda Fatih Terim takımın başına getirilir. Ergün Penbe için dönüm noktası da bu olur belki. Sonrası malum; üst üste 4 senelik bir şampiyonluk serisi ve UEFA Kupası ile Süper Kupa'yla sonuçlanacak olan uzun yolculuğun baş kahramanlarından, efsane kadronun efsanelerinden biri oluverir. Fatih Terim'in değişmez ismi olur Ergün, nam-ı diğer "Kemik". Kimimiz de "Buz Adam" diye çağırır onu maçlardaki soğuk kanlılığı sebebiyle. Öyle ki kendi kale çizgisi önünde çalım atmayı deneyecek ve bunda da yüzde 99 başarılı olacak başka bir futbolcu yoktur herhalde. Ergün Penbe futbolculuksa futbolcu, adamlıksa adamdır. Galatasaray'a ve Galatasaray etiğine sonuna dek layık olmuş bir insandır. Yıllar sonra Galatasaray taraftarı bir "unutulmayanlar" listesi çıkaracak olursa hiç kuşkusuz bu listenin içinde yer alacaktır.
Fakat şimdi o da yok. Yöneticiler kendisine jübile teklifi ile gidince, kendisi en az bir sene daha oynamak istediği cevabını verir. Bu sebeple yollar ayrılır. Muhtemelen önümüzdeki yıl Büyük Kaptan Bülent Korkmaz'ın ekibi Bursaspor formasını terletecek. "Üç Numara"nın hatrına dikkatle takip edeceğimiz Bursa ekibini artık biraz daha dikkatli takip edeceğiz.
Sana da başarılar Buz Adam. Bu kulübe kattığın her şey için teşekkürler. Yolun açık olsun.

14 Haziran 2007 Perşembe

Yaprak Dökümü 2 - Faryd Ali Mondragon

AYLAR SONRA GELEN OKUMADAN ÖNCE EDİTİ: Efendim bu yazı Galatasaray Dergisi'nin Ağustos 2007 sayısında yayınlanmıştır. Yalnız editörler yazının yarısını kesmiş. "Lan madem yayınlayacaktınız tam yayınlasaydınız" diye artistlik yaparak çekeyim, gideyim.

İnanmak zor. Altı sene olmuş. Dolu dolu, sarı kırmızıya adanmış altı sene. Bu altı sene dahi O’nun Galatasaray’da bir efsane olmasına yetti. İstatistikleri bir bir önümüze yığsak ve başlasak tarih sayfalarını gerisin geri çevirmeye, kalbimizdeki ilk on birin üç kaleci adayından biri olurdu herhalde.
Babalarımızın küçüklük kahramanı Turgay Şeren’di. Galatasaray tarihine adını altın harflerle işlemeyi başarmış bir kahramandı o. Berlin’deki ortaya koyduğu muhteşem performansı gazetelerden okuduk, televizyonlardan izledik. Sonra aldığı “Berlin Panteri” unvanını da.
Yıllar sonra ülkede esen Yugoslav sporcu furyasına binaen getirilen kaleci Simoviç devraldı sarı kırmızı fileleri. Onu da izleyemedi benim jenerasyonum. Kendimi şanssız mı saymalıydım? Onu da babamdan dinledim hep. 9 Kasım 1988’de, doğum günümde, Galatasaray Neuchatel Xamax’ı 5-0 ile uğurlarken kalede o vardı, dinledim. Türk futbolunun, aslında yalnızca Galatasaray’ın, Avrupa’da tavan yaptığı aynı yıl takımımız rakiplerini bir bir eleyip Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale çıktığında da kaledeki isim Zoran Simoviç’di, ben yine dinledim. Yıllar sonra, o tarihte, henüz 2 yaşımda oluşuma ve dolayısıyla sarı kırmızıyı sadece başıma takılan bandananın renklerinden ibaret sanışıma, bununla da kalmayıp Galatasaray’ın tarihindeki en başarılı Avrupa macerasına tanıklık edemeyişime isyan sebebimdi o yıllar. Süratle akıp giden zaman sarı ile kırmızının başımdaki bandanadan ayrılıp yüreğime işlemesine yardım etti. Her sevincin unutulmasına, her gelenin gidişine sebep olan zaman kavramı hakkında tek olumlu düşüncem budur.
Sonra kendime biraz haksızlık ettiğim kanaatine vardım. Hatta şimdi tekrar düşündüm de oldukça haksızlık etmişim kendime. İki büyük efsaneyi görememiştim ama bu daha fazla efsane göremeyeceğim anlamına da gelmiyordu. Derken bekleyişim fazla sürmedi. 1996’da 10 yaşımdayken kurdu Galatasaray tarihinin en iyi on birini. Hakan golleri atıyor, profesör Hagi frikikleri ve asistleri ile takımı sırtlıyor, büyük kaptanın sırtladığı defans rakip forvetlere korku salıyordu. Tüm bunların yanında da kale bir Brezilyalı’ya teslim edilmişti. Taffarel adındaki bu adamın adını açıkçası hiç duymamıştım. Sonradan öğrendim ki Brezilya gibi bir takımın kalecisiymiş. İyi olmalıydı. Öyleydi de. Galatasaray ardı ardına şampiyonluklara koşuyor ve alınacak kupaların hiçbirini rakiplerine bırakmıyordu. Tabii bir türlü sevemediğim zaman onu da aldı götürdü. Onu çok sevmiştik. Hem de öyle böyle değildi. Türk futbolunun zirve noktası olan 17 Mayıs 2000’de Kopenhag’da insanüstü bir kurtarış yaptı ve takıma kupayı kazandırdı. Ama bu değildi onu çok sevmemizin nedeni. Gittikten sonra anladık biraz da. Sevgimizin nedeni onun içten söylediği “Çok güzealll”larıydı, bizden biri olduğunu her fırsatta bize hissettirmesiydi. Gittiğinde üzüldük. Ve düşündük, sorduk kendimize “Acaba onun gibi bir tane daha gelir mi?” diye.
Ve geldi. Hem de bekletmeden geldi. Taffarel’i yolcu eder etmez geldi. Galatasaray’ın kaleciden yana çok şanslı olduğunu bir kez daha göstererek geldi. İlk başlarda oldukça soğuk göründü gözüme. Nedenini kendim de bilmiyordum. Belki de Taffarel’in yerine koyamıyordum kendisini. İlk haftalardan itibaren hatasız oynuyordu bu Kolombiyalı dev, ancak ben daima bir arayış içerisindeydim. Durmaksızın bir hatasını kolluyordum ki eleştirebileyim. Mondragon vermedi bu şansı bana. Fakat 2001/2002 sezonundaki ilk yenilgimizi Bursaspor’dan 5-0 ile alınca açtım ağzımı, yumdum gözümü. Evde soğuk rüzgarlar estirdim. Tabii bu rüzgarlar bana fırtına olarak geri dönmüştü. Cevabımı babamdan aldım. Sonra uslandım, haklıydı çünkü. 14 sene şampiyonluk görememişlerdi ve ben Galatasaray’ın en şanslı dönemine tanıklık etmiştim. O gün benim için bir dönüm noktası oldu. Bazen düşünürüm de iyi ki de yenilmişiz o gün – şampiyonluğu kaybetseydik diyemezdim, o ayrı. O maç sona erdiğinde daha sıkı sarıldım takımıma ve sahada başarı için sarı kırmızı armadayı temsil eden on bir oyuncaya daha içten bir güven besledim, başta da Mondragon’a. Kendisiyle bir barış antlaşması imzaladım o gece. Tek taraflıydı ama olsundu. Onun hiçbir zaman haberi olmayacaktı bundan. Galatasaray o sene şampiyon oldu. Kimse de değemedi keyfimize. Yüzbaşı olmuştuk ve Kocaeli’de üç yıldızlı formayı sırtına geçiren ilk isim de kalecimiz oldu. Onun bu halini görünce daha da bir mutlu oldum. Baksanıza, mesaj bile göndermeye başlamıştı. Ertesi hafta ASY’de şampiyonluk kutlamalarını izledim televizyondan, mabettekileri kıskandım. Mondragon’u gördüm, saçları iki renkti; sarı ile kırmızı.

Geçen yıllar, maçlar ve sezonlarla Mondragon her Galatasaraylı’nın kalbinde ayrı bir yer edindi. Bunu sezmemek mümkün değildi. Biz Türkler çok sevdiğimiz insanlara sevgimizi göstermek için lakaplar takarız ya da isimlerini kısaltırız. Mondragon’a da aynısını yaptık işte. “Mondi” dedik ona. Ali Sami Yen’i inleten “I Love You Mondi” seslerine alkışlarla karşılık verdi, sonra da elini armasına götürdü. Gollerden sonra en çok o sevindi. Bir kaleci olmasına karşın sahanın öteki ucuna koşup takım arkadaşlarıyla birlikte zıpladı, sevindi. Tribünlere oynamıyordu, içtendi. Bunu bize hissettiriyordu. Öyle ki Galatasaray taraftarı kazanılan bir penaltı sonrası yine başlamıştı aynı tezahürata “I Love You Mondi”. Kadıköy’deki talihsiz maçta kalesinde altı tane gol gördü ancak kimse onu suçlamadı. Mondragon hatalı olamazdı. Onun asaleti bize yeterdi. Zaten o maçı da yine kendisi unutturdu 11 Mayıs 2005’de Olimpiyat Stadı’nda. Galatasaray Fenerbahçe’ye yarım deste gol atıyor maç sonunda inanılmaz kurtarışlar yapan Mondragon’u geçemeyen rakip futbolcular çimleri yoluyordu.
Aynı yakayı paylaştığımız bir başka rakibimiz Kolombiya ulusal takımının as kalecisini transfer edip, Mondragon’a gönderme yaptı. Bizim için önemli değildi aslında. Mondragon cevap vermedi, laf üretmek yerine icraat yapmayı tercih etti. Kadıköy’deki bir maçta ısınmak için sahaya çıktığında üzerine atılmadık yabancı madde kalmadı. Kalesinde ısınırken sırtında defalarca su şişesi patladı, maç sırasında bu şişeler yerini ses bombasına bıraktı. Fakat o tüm bunlar olmamış gibi davrandı, aslanlar gibi mücadelesine devam etti ve dimdik durdukça da rakip taraftarı daha da çıldırttı. Gurur duyduk bir kez daha kendisiyle. Maç sonrasında ise tüm zorluklara rağmen taraftarının çağrısına cevap verdi. O an hiç önemli değildi skorun ne olduğu, taraftarının alnı açık, başı dik durmasını sağlayan bir oyuncu vardı sahada. O da yetti bize.
“Mondragon hak ettiği başarıyı yakalamadı” diye serzenişte bulunurken “Mayıslarımız” geri geldi. 14 Mayıs’ta Ali Sami Yen’de tarihimizin en değerli şampiyonluğunu elde ederken sahanın ortasında ağlıyordu Mondi. Biz tribünde sevinçten hıçkırırken o da sahanın ortasında hüngür hüngür ağlıyordu. Bizden biriydi çünkü. Öyle de kalacak hiç kuşkusuz.
İşte tam bu noktada bir kez daha isyan ediyorum akıp giden zamana. Başta da dediğim gibi Mondi sarı kırmızı forma altında dolu dolu bir altı yıl geçirdikten sonra geçtiğimiz günlerde Galatasaray’dan ayrıldı. Ona kanımın ısındığı günden beri kabuslarım olan gün gelivermişti işte. Her şeyi gazetelerden, televizyondan takip ettim. Yazılan çizilene göre Mondragon takımdan ayrılacaktı. İnanmak istemedim. Ayrılmazdı o. Çıkıp televizyona “Gitmiyorum bir yere” diyecekti. Beklediğim açıklama geldi. Mondi basın toplantısı düzenleyecekti. Emindim, gitmeyecekti. Sonra dondum kaldım. O dev adam kameralar karşısında gözleri dolu bir şekilde duruyordu işte. Kötü olasılığı aklıma dahi getirmek istemedim. Ancak açıklama beklediğim gibi olmadı. Ayrılıyordu işte. Kameralar önünde rüya gibi günleri için teşekkür ediyordu, en çok da bize, taraftara teşekkür ediyordu. Her şeyin en iyisine layıkmışız. “Sen de öylesin” dedim içimden. Kimse duymadı. Sonra da gitti zaten. Tıpkı gelişi gibi sessizce oldu gidişi de. Her şeye rağmen bir gün yeniden yollarımızın kesişeceğine dair olan inancımı koruyorum ben.
Yaşattığın her şey için teşekkürler. Yolun açık olsun dev adam...

Yaprak Dökümü 1 - Erik Gerets

Biten sezonla birlikte Galatasarayımız'da dalına sıkıca bağlanmış olan birçok isimle yollar ayrılmaya başlandı. Dökülen yapraklarımızdan ilki de teknik direktörümüz Erik Gerets oldu. Hakkında söylenecek çok şey var Belçikalı aslan parçasının. Galatasaray'ın tarihinde görüp görebileceği en anlamlı şampiyonluğun baş mimarıydı kendisi. Gerets hakkında ben pek fazla bir şey söylemek istemiyorum. Şayet aşağıda verdiğim ve Sözlük'ten alıntı olan uzunca yazı onun Galatasaray macerasını özetliyor.

----------------------------------------------------------------------------------

Futbol ne enteresan oyun! Bir sene hayranı olduğun adamdan ertesi sene yaka silker hale gelebiliyorsun. Özhan Canaydın'ın Galatasaray'ı sağ olsun bu duyguya alıştırdı bizi.
Cimbomlular’ın hayalindeki başarıların neredeyse tamamını yaşatmış olan Fatih Terim mesela; ikinci Galatasaray dönemi bir buçuk sene içinde tükendi, kendisine "Bir daha Türkiye'de kulüp takımı çalıştırmam" dedirtecek kadar. Ya da onun yerine gelen Gheorghe Hagi'de tam tersinin olduğu gibi. İlk başlarda hocalığını tutmadığımız “maestro”nun gidişine nasıl da sızlanmıştık.
Tesadüf müydü, kader mi, şartlar mı öyle gerektirdi, yoksa birlikte çalıştıkları yönetimin mi etkisi bilinmez, Erik Gerets'in de sonu benzer oldu. Dalga geçmek için değil, ciddi ciddi "küme düşebilir" deniyordu 2005 Ağustosunda Galatasaray için... Ekonomik sıkıntılarla boğuşan, yıldız potansiyeli bulunan tek adamını (Franck Ribery) elinden kaçıran, transfer sezonu boyunca biri ismi pek duyulmamış bir yabancı (Sasa Iliç), diğeri alt sıra takımlarının müdavimi (Altan Aksoy) iki adam getiren, bir de elinde ya yılgın ya da kariyerinin sonuna yaklaşmış (bazılarında da her ikisi birden olan) Türk oyuncularla (Hakan Şükür, Hasan Şaş, Necati Ateş, Ergun Penbe, Ayhan Akman, Emre Aşık, Cihan Haspolatlı, Orhan Ak) dolu bir takımın başına geçti Erik Gerets...
Ligin ilk haftasında oynadığı Konyaspor maçı hâlâ aklımda. Turkcell Süper Lig'le aramın pek olmadığı bir dönemde tesadüfen bir arkadaşımla oturup izlemeye başladık maçı. Oyuna inanılmaz bir tempoyla başladı Galatasaray, burun kıvrılan Sasa Iliç'in (ki kendisinin de ne kadar kurnaz ve etkili bir futbolcu olduğunun anlaşılmasına birkaç hafta daha vardı) üçüncü dakikadaki golüyle de öne geçildi. Sadece üç dakikada bile tempolu, bol paslı, rakip yarı sahaya oyunu yığarak baskılı hücum eden bir takımı görüp heyecanlanmıştık. Sonra dakikalar ilerledi, yaklaşık 25-30 dakika bu tempoda ilerledi. "Hayalimin futbolu bu lan!" dedim yanımdaki arkadaşıma, kondisyonun yetersiz kalması sonucu bu oyunun değişmesine kadarki zamanda olmalıydı. Velhasıl maç 2-1 bitti (yine bir Iliç golüyle 2-0'ı bulmuştuk).
Zamanlar ilerledi, Galatasaray koca sezonu Fener'in bir önünde bir arkasında devam ettirdi. Ama aylar geçtikçe maddi sorunlar daha fazla ayyuka çıktı, antrenmana çıkmamalar, oyuncuların idmanlardaki neşeli "para para para" protestosu hatırlarda hâlâ... Devre arasında Antalya'da oynanan Efes Cup finalinde Beşiktaş karşısına çıkaracak oyuncu bulamayıp büyük ölçüde gençlerle oynanan maçı penaltılarda yitirişimiz de... Bu endüstriyel futbolun göz alıcı balonundaki bir patlak noktasıydı aslında. Büyüklerle mücadele etmeye çalışan, bir dönem bunu başaran bir Orta Doğu/Balkan takımı, hesabını bilememenin, ayağını yorganına göre uzatamamanın sonucunda dev bir krizin içerisindeydi ama her nasılsa bunlar atlatıldı, medyaya yansıdığı kadarıyla Hakan Şükür, hatta Faryd Ali Mondragon gibi takımın kıdemlilerinin genç oyunculara harçlık verdiği, yabancıları güç bela ikna ettiği bir ortamda futbol oynuyor, lig liderliğine oynuyordu takım.
Erik Gerets işte o takımın çimentosuydu. Sezonun ilk haftalarında muhtemelen "Allahım, nasıl düştüm ben böyle bir mahrumiyet bölgesine!" hissiyatının şaşkınlığıyla çıkıp birkaç defa "Sezon başında verilmiş olan sözler tutulmadı" gibisinden açıklamalar yaptıysa da vakit geçtikçe sızlanmanın bir işe yaramayacağını anladı. Oyuncuları futbola konsantre etmeye çalıştı. Ve başardı! Sorun yumağı, "Dilinden ancak diğer Adanalı anlar" dedikleri Fatih Terim'in bile hakkından gelemediği Hasan Şaş'ı 3 yıllık uykusundan uyandırdı Belçikalı. O kel kafalı deli adam gol attıktan sonra hırsla tribüne değil, sevgiyle kenardaki adama koşuyordu. Bir o değil, Galatasaray'da 2000 yılında bile az görülen bir takım ruhu, oyuncu-teknik direktör sevgisi oluşmuştu, bütün sevinçler yedek kulübesi önünde oluyordu 2005-06 Galatasaray’ında. Bütün dertler, sıkıntılar en azından 90 dakika boyunca sahada unutuluyordu, oynamaktan keyif alan bir takım yaratmıştı Belçikalı.
Eldeki yetersiz sayılabilecek kadro kötü şartların sağladığı olumlu motivasyonla % 100'e yakın performans getiriyordu. Hakan, Hasan, Ümit, Cihan gibi Türkler; Saidou, Song, Tomas gibi yabancılar zaten ellerinden geleni veriyordu ama Galatasaray taraftarı adını o gece öğrendiği bazı çocukları da alkışlamaya başlamıştı. Bir Beşiktaş maçında savunmadaki eksiklikler Yalçın Ayhan'ın formayı kapmasına sebep olmuştu mesela. İkinci yarının açılışındaki Konya deplasmanında 3 puanı Aydın Yılmaz'ın 90'daki golü getirmişti. Gençlere nasıl güvenilir, onu böyle göstermişti Gerets. 22 Nisan 2006 gecesi Şükrü Saraçoğlu Stadı'na savunmanın iki tarafında Ferhat Öztorun ve Uğur Uçar'la çıktı Galatasaray. O gün 4-0 kaybedildi evet, ama eminim Belçikalı’nın o gece bu iki çocuğa verdiği mesaj şampiyonluktan daha önemliydi.
Ve nasıl olduysa şampiyonluğu o gece Kadıköy'de yitirmiş görünen takım mucizevi bir Beşiktaş galibiyetiyle umut tazeledi. Son dakikada Hasan Kabze'nin ayağından gelen, futbol hayatında görmediği şey kalmamış olan Hakan Şükür'ü hüngür hüngür ağlatan maç hani! Ve bir sonraki hafta, 14 mayısta olmaz denen oldu. "Galip sayılır bu yolda mağlup" demeye hazırlandığımız takım, Denizli'nin Fenerbahçe'ye attığı golün haberini aldığında kendi oyununu bırakıp sevinecek kadar duygu yoğunluğuna girdiği bir dönemden şampiyonlukla çıkmıştı.
İşte bu, Gerets'in eseriydi. Yaşlılar, tecrübesizler, mutsuz yabancılar ordusundan en azından her maçta elinden geleni ortaya koyan bir kadro yaratmayı başarmıştı o. "Elinden geleni" vurgusu önemli, zira 31. haftadaki Fenerbahçe maçında olduğu gibi, o takımın elinden gelen her zaman yeterli değildi ama yürekten oynadıklarını biliyordu ya Galatasaraylılar, o da yeterdi. Cesaretle, azimle oynayan takımın cesur hocası olarak kabullendik Gerets'i. Mustafa Denizli, Karl Heinz Feldkamp, Fatih Terim gibi takımıyla bütünleşen, kendi kararlılığını takımına aşılayan savaşçı hocalar zincirinin yeni halkası olarak gördük. Son haftada mucizevi bir şekilde gelen ("yakalanan" değil de "gelen" dememde bir sakınca yoktur sanıyorum) şampiyonluğu da biz sezon boyunca verilen Don Kişotvari bir mücadelenin güzel sürprizi olarak algıladık. Gerets ve oyuncularının verdikleri savaşa karşı hak ettikleri bir ödül gibiydi.
Sizi bilmem ama ben Gerets'i çok sevdim, takımı şampiyon yaptığı için değil sadece, bu yukarıdakiler için. Bu yüzden ikinci sezonunda Rigobert Song ve Sasa Iliç'le inatlaşmasını da, gençlere az fırsat vermesini de, tuhaf ısrarları, tutmayan formülleri yinelemesini başka sebeplere bağladım. Bu adamın yaptığı hataları sineye çektim. Başta bahsettiğim gibi iki senesi arasında fark vardı ama futbol bu. Dahası, ligin son birkaç haftasına gelindiğinde Fenerbahçe ve Beşiktaş üst üste kayıplar yaparken bile isteksizce oynayan, Şampiyonlar Ligi bileti için bile kendini yormayan oyuncuları görünce affettim onu. Evet, Gerets uzun bir sezon boyunca çok hata yaptı ama itiraf etmeliyiz, kendisine sadece Junichi Inamoto'yu veren (ki o da takviye değil, Saidou’nun yerine alınmış ikame bir transferdi) yönetimle, büyük olasılıkla bütün enerji ve motivasyon potansiyellerini geçtiğimiz sene kullanmış olan oyuncularla (ki onlara da hak vermeden edemem, bir senelik insanüstü mücadelenin devam etmesini beklemek haksızlık olurdu) bu kadarını yapması, takımı üçüncülükte tutması, hem de son haftaya kadar ilk 2 umudunu koruyacak kadar götürmesi de az şey değildi.
Diğerlerini bilemem, kendi adıma konuşabilirim. Seni çok özleyeceğim Erik Gerets. Bu satırları yazarken bile kimbilir kaç defa tüylerimi diken diken eden, gözlerimi dolduran ve karnıma sanırım akşama kadar geçmeyecek olan bir stres ağrısı sokan adam. Vedasını açıkladığı basın toplantısında gözyaşlarını gizlemeyecek kadar Galatasaray'ı seven adam. Oyuncularınla iletişimini, hücum futboluna düşkünlüğünü, gençlere olan inancını, hatta kafandan akan kanın bile yakışacağı kadar savaşçılığını da seni sevdiğim kadar sevdim rekem aslanı. Galatasaray taraftarı sana borçlu. Hiçbir şey için değilse bile hayatları boyunca tecrübe etmiş olduğu en anlamlı şampiyonluk için. Yolun açık olsun rekem aslanı. Hatta benim gönlümde İstanbul'un aslanı.