29 Haziran 2008 Pazar

Yaprak Dökümü #6

Hep terk edende midir suç? Giden tüm ahları sırtına yük edinmek zorunda mıdır? Terk edilen hep mi masumdur? Karşı tarafı suçlamak için kaldırdığından işaret parmağını yaptığı savunma kurtarır mı onu? Vefanın sözü edilirken karşılığı verilebilmiş midir? Hiçbir şeyin tek taraflı olmadığına inananlardansanız okumaya devam edebilirsiniz.
Çok sevdiğimiz bir futbolcu taraftarı olduğumuz takıma sırtını dönüp en büyük rakibimiz için imza attığında pekçoğumuz ağzımızdan tükürükler saçarcasına lanetler yağdırırız o topçuya. Bize göre her şey para değildir. Her olaya taraftar gözüyle baktığımız ve geçmişte örneğini çok fazla gördüğümüz için haksız da sayılmayız. Ancak biraz da zor olanı yapıp, gerçeklerle yüzleşmeliyiz belki de. Günümüz futbolu bizim yetişemediğimiz, hep babalarımızdan dinlediğimiz futbol değil artık. Bu bir soğuk su ve yüzümüze çarpmanın vakti geldi sanırım.
Futbolda çok fazla paranın dönmediği zamanlardan, futbolun tam anlamıyla bir endüstriye dönmediği günlerden bahsediyorum. Kulüplerin rakiplerinin bünyesinde bulunan yıldız futbolcuların aklını çelecek miktardaki paraları futbol için harcamadığı vakitler... Futbolda amatör ruhun buram buram yaşandığı o zamanlardan çok uzaktayız artık. Haklı olarak herkes olgunlaşan şartlar altında yarışmak zorunda. Bir futbolcunun meslek hayatını ortalama 15 sene olarak hesaba katmak sanırım anlamamıza biraz daha yardımcı olacak. Peki Galatasaray'ın sportif açıdan zirvede olduğu, mali yönden giderek tabana inmeye başladığı günlerin sorumlusu o zamanlar yuvadan uçan kuşlar mı, yoksa buna zemin hazırlayanlar mı? Kazanılan iki Avrupa kupasının paraya çevrilememesinin sorumluları Ümit Davala mıydı, Hakan Şükür müydü, Popescu muydu, yoksa Okan Buruk muydu? Bana kalırsa giderken bile her türlü fedakarlığı yapmış olmaları bile onların amatör ruhlarını kulüp için sakladıklarının bir kanıtıdır. Okan Buruk'u ele alalım mesela. O günlerde kulübün içinde olan Ergun Gürsoy anlatıyor. Diyor ki; "Okan, Inter'e giderken kulüp kendisine 8 aya yakın bir süredir alacaklarını ödeyemiyordu. Üstelik koca Galatasaray oyuncusunun yuvasından kopmaması için herhangi bir teklif dahi götürmüyordu." Tüm bunlara karşın 'ayrılırken para kazandırmamakla' itham edilen oyuncunun Inter'e imza atmaya giderken ardından bıraktığı gözyaşları bile timsah gözyaşları olarak addedildi ki belki de kendisini en çok kıran da buydu. Çünkü Okan ayrılırken tüm alacaklarından ve kulübü FIFA'ya şikayet etme hakkından vazgeçmişti. Suçu büyüktü.
Başta taraftar olmak üzere herkes tarafından eleştirildi, ancak kimse meslek hayatını neredeyse yarılamış bu adamın karnını kimin doyuracağının cevabını vermeye yanaşmadı. Bu gibi durumlarda en çok işinize yarayacak yöntemler olan kaçak dövüşme ve belaltı oynama en çok başvurdukları yöntemler oldu.
Pek çok Türk futbolcusu ile aynı kaderi paylaştı Avrupa'da. Dünyanın en zorlu ligi olarak betimlenen Serie A'da tutunamadı. Ve nihayetinde tilkinin dönüp dolaşacağı yerin hesabını yapanlara yem atmak gibi bir hata yaparak Türkiye'ye döndü. Galatasaray'ın 800 bin dolarlık teklifini kabul etmişti, ancak kulüp istediği ödeme plânını veremeyince kendisine çok daha iyi bir teklif yapan Beşiktaş'ı tercih etti. Adı bir kez daha 'hain'e çıkan Okan Buruk'un imza töreninde öpmesi istenen Beşiktaş bayrağını "Ben Galatasaraylı'yım, öpmem" dediğine dair efsaneler bile dolaştı. Bunların hepsi Okan'ı kaybetmeyi hazmedemeyen Galatasaraylılar'ın uydurmasıydı ki böyle bir hareketi yapan oyuncuya Beşiktaş yönetimi zaten kapıyı gösterirdi ki öyle bir şey olmamıştı. Bu da mantıksal bir kanıttır.
Sonrası malum. Kapı önüne kondu Okan. Florya'ya dayandı. "Onu alıyorsanız Fatih Akyel'i de alın" diye mantıksızca çıkışanlar oldu. Okan, Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra bir kez olsun kulübü hakkında konuşmamıştı. Sözü edilen diğer oyuncunun ise sicili bir hayli kirliydi. Kulübü Okan'a kucak açtı. Kanımca yapması gerekeni de yaptı. Pek fazla forma şansı bulamadı ama oynadığı maçlarda attığı kritik gollerle kimilerine göre tatsız mazisini de unutturuvermişti. Bir zamanlar kariyer yapma imkanının son derece kısıtlı olduğu mesleğinin ilkbaharını tamamlarken ayrıldığı Galatasaray'a, yapraklar düşmeye başladığı vakit geri geldi Okan. Geride bıraktığımız sezonun ardından Hakan Şükür'e yapılan teklifin bir benzeri ile kapısı çalındı. Kibarca reddetti. Çünkü mesleğinin sonuna yaklaşmıştı ve kazanacağı kârdı. Önümüzdeki sezon aynı kentin bir başka ekibi olan İstanbul Büyükşehir Belediyespor'da UEFA Kupası'nı ve Süper Kupa'yı beraber kaldırdığı Arif Erdem ile birlikte çalışacak. Biri kenarda, diğeri sahada... Jübile için bekliyoruz.

Arda Turan 2001

Fotoğraf 2000/2001 sezonunun son haftasında oynanan Trabzonspor maçından. Alınan 4-0'lık galibiyete rağmen şampiyonluk kaçmış ancak kimsenin de umrunda değil açıkçası. Giden şampiyonluktan çok daha önemlisi vardı o gün Galatasaraylı için. Akıtılacaksa gözyaşları gelmeyen üst üste beşinci şampiyonluk için değil, Commandante'nin vedası için akıtılacaktı. Muhteşem oldu Hagi'nin vedası. Ali Sami Yen Stadyumu'nda attığı ilk gol Trabzonspor'a idi, son golleri yine aynı takıma kısmetmiş. Rakip ağlara 2 gol bıraktı giderken, tribünleri dolduranların gözlerine de nem...
Evet, Hagi gidiyordu. Bir karede arka planda görülen küçük çocuğun yakın bir gelecekte nemlenen gözleri umutla dolduracağını o gün kim bilebilirdi ki! Yoksa kale arkasındaki bütün objektifler Hagi'ye odaklanmışken o curcuna da Arda'yı objektifine hedef seçen fotoğrafçının bir bildiği mi vardı?

26 Haziran 2008 Perşembe

Efsaneler #2 - Metin Oktay

"Bizi sevenlere ihanet etmeyelim baba"






















































































Unutulmaz Sözler - Volume 4

“Taraftarımızla bütünleşip Lens 11’ine karşı 12 kişi olacağız. Tribünlerin ısınmak için sahaya çıktığımız andan maçın bitimine kadar devamlı bizi desteklemesini, hiç susmamasını istiyorum. Bu maç tüm Olympique Lyon’luların maçı olmalı, sadece futbolcuların değil. Tribünlerimizde Galatasaray’ı görmek istiyorum.” (Grégory COUPET)

Derwall'i Anıyoruz

Efsanevi teknik direktörümüz, Türk futbolunun içinde bulunduğu kısır döngüyü yıkan adam Jupp Derwall'in aramızdan ayrılışının üzerinden 1 yıl geçti bugün. Gariptir. Kaderin bir cilvesi sanki. Yıllar önce, Türkiye'ye geldiğinde, Türk futbolunu bir ağaç olarak ele alırsak eğer köklerin salınacağı bir yer yoktu. Derwall sayesinde Türk futbolcuları futbolun şartlarına uygun çalışma ortamları elde ettiler. Hepsinden öte topa vurmayı, "bam güm" oynamamayı öğrendiler. Bir devrimciydi Derwall. Türk futbolunda öyle bir devrime imza attı ki bu devrimin meyvelerini hâlâ yiyoruz. Avrupa kupalarındaki şerefli yenilgilerin yerini çıkılan üst turlar aldı. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda oynanan yarı finalde onun izlerini görebilirsiniz. 17 Mayıs 2000'de Kopenhag'da, 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda elde edilen çeyrek finalde, 2002 Dünya Kupası'nda kazanılan üçüncülükte de... En sonuncusu ölüm yıldönümünden saatler önce gerçekleşti. A Milli Futbol Takımımız, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda yarı final oynadı. Belki finale de çıkacaktı ama karşısındaki takım Almanya'ydı. Derwall'in memleketi. Belli ki her şeyi öğretmişti bize futbola dair, Almanya'nın nasıl yenileceği hariç.
Kıssadan hisse vuralım. Derwall'in köklerini sağlam attığı ağaç büyümeye devam ediyor. Üstelik tek başına da değil artık. Tek ağaçla çıkılan yolda ağaçların sayısı her geçen gün artmakta. Bir ormana sahibiz demek mantıksız olmaz sanırım. Evet, o bir çığır açtı. Bırakıp gideli çok olsa da bu toprakları, onun izlerini inadına taşıyor Türk futbolu.
Saygıyla, Şef Gümüş Kıvrım...

21 Haziran 2008 Cumartesi

2008/2009 Sezonu Formaları





Aşkın Tarifi

Yazı Kalır #1



Bayrağın Altında

Oldum olası bayraklara ilgim vardır. Milli bayramlarda ya da tuttuğumuz takımın Avrupa zaferlerinden sonra balkon korkuluklarından aşağı sarkıtılan ve güneş ışınlarına yıpratması için bırakılan bayraklar değil sözünü ettiğim. Basbayağı resimde de gördüğünüz gibi koca bir tribünü kaplayan devasa bayraklardır dem vurduğum. Açıldığı tribünde altında olanlar göremez ve kavrayamaz belki de altında durdukları şeyin önemini. Karşı tribünlerden ve ekranları başında oturanlar ise söz birliği etmişçesine bayrakta yazılanları, verilen mesajı överler. "Lan oğlum biz buyuz işte" misalinden... Ancak işin aslı çok daha farklıdır. Ah o bayrakların bir dili olsa da konuşsadır. Dışarıdan bakmak, "Çekiştirmeyin ulan" haykırışları içinde kollarınızla bayrağa destek çıkmak işin basit yönüdür bir bakıma. Nice emeğin, nice zahmetin, nice üzüntünün ve nice sevinç gözyaşının; yağan yağmurun, bastıran tipinin, atılan her golün tek bir kelimede birleşmiş hâlidir belki. Sayılanların hepsine inatla tanıklık etmiştir. Tanıklık etmekle kalmamış hepsinin parçası olmayı da bilmiştir. Kendine has bir kokusu bile vardır. Öyle bir kokudur işte. Güzel olduğu söylenemez. Ancak inadına omuzlanır göğe daha fazla yaklaşması için... Yağan yağmurla ağırlaşır, tribündeki ayaklar altında kar çamuru ile birleşir. Hâlinden memnundur. Sadece kokusu değil, ruhu da vardır. O bayrağın altında yer almak bunu anlamanın en kolay yoludur.

Unutulmaz Sözler - Volume 3

“Amacımız İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme sahip olmak, Türk olmayan takımları yenmektir.” (Ali Sami YEN)

Galatasaray Şampiyon

Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı 2007/2008 sezonu basketbol ligini namağlup şampiyon tamamladı. Playoff final serisine, rakibi Cadburry Kent İstanbul Engelli Yıldızlar karşısında 1-0 önde başlayan takımımız turun ikinci maçını 84-61 kazanarak seride durumu 3-0'a getirdi ve şampiyonluk kupasına uzandı. Potanın "Engelsiz Aslanları"nın alnından Avrupa Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunun ardından kazandıkları Türkiye şampiyonluğu için bir kez daha öpüyoruz.

17 Haziran 2008 Salı

Yuvaya Dönüş

Galatasaray'da bugün Michael Skibbe resmi sözleşmeyi imzaladı ve resmen teknik direktörümüz oldu. Bunun dışında kendisinin yardımcıları da imzalarını attı. Yardımcıların biri eski futbolcumuz Ümit Davala. Galatasaray'ımızın Avrupa surlarını yerle bir ettiği yılların efsane oyuncusu olan Ümit Davala 1996 ve 2000 yılları arasında üst üste elde edilen dört şampiyonlukta da yer aldı. 2000 yılında Kopenhag'daki finalde atılan dört penaltıdan birinin sahibiydi. Aynı yılın ağustos ayında Real Madrid'in elinden Süper Kupa'yı kaptığımızda da sahaya ilk 11'de çıkmıştı. 11 Eylül 2001 tarihinde Ali Sami Yen'de oynanan Lazio maçının ardından İtalya'nın AC Milan kulübüne 4 milyon dolar karşılığında transfer olmuş, ardından 2003/2004 sezonunda Galatasaray'a geri dönmüştü. Bir sene daha sarı kırmızı forma altında top koşturduktan sonra transfer olduğu Werder Bremen'de futbol hayatını sonlandırmıştı. Kendisi kısa süredir Ümit Milli Takım'ın teknik direktörlüğün yapmaktaydı. Hoşgeldin Ümit.
Michael Skibbe'nin bir diğer yardımcısı ise Edwin Boekamp oldu.

Bir Arda Problemi

Evet, yanlış okumadınız. Çok yakın bir gelecekte Arda Turan ile ilgili bir problemimiz olabilir. Öyle böyle bir problem de değil. Büyük mü büyük, havuz problemlerinde dahi rastlanmamış çıkmaza sahip bir problem. "Aman be sen de, Arda ile ilgili ne gibi problemimiz olabilir?" diyerek muhalefet etmeyin hemen. Hele bir oturun, soluklanın yiğenlerim. Oraya sonra geleceğiz.
6 yıllık bir aranın ardından ilk defa büyük bir turnuvada ülke olarak boy gösteriyoruz. Boyumuzu gördü aslında cümle alem. Kötü bitirdiğimiz Portekiz maçı dolayısıyla turnuvaya da kötü başlamış olduk. Bir dünya eleştirinin hedef noktasındaki adam Fatih Terim'di. Korkak futbola kadro seçimindeki yanlışlar da eklenince mağlubiyet kaçınılmaz olmuştu. Kaçamadık mağlubiyetten. En büyük sürpriz ise rüya gibi bir sezon geçiren ve tartışmasız an itibariyle Türkiye'nin en yetenekli futbolcusu olan Arda Turan'ın söz konusu maçta forma şansı bulamamasıydı. Eleştirilerden bunalmış ve biraz da yağtığı hatanın farkına varabilmiş olan İmparator ise grupta evsahibi İsviçre ile oynayacağımız hayat memat maçında Arda'ya ilk 11'de şans verdi. Dolayısıyla gözler onun üzerindeydi. Henüz 21 yaşında olmasına rağmen Avrupa'nın dikkatlerini üzerine çekmeyi başaran bu yıldız adayı için EURO 2008 podyumdan başka bir şey olamazdı. O da üzerine düşeni yaptı. Daha önceden sabıkalı olduğumuz İsviçre'ye karşı takımı bir orkestra şefi gibi yönetti. Yenik duruma düşmemize ve tabiat ananın tüm oyunlarına karşın çıktı ve takımı ateşledi. Uzatma dakikalarında attığı gol de cabası oldu. Takıma zaferi getiren bu gol hem evsahibi ekibi kupa dışında bıraktı hem de gruptaki son maçlar öncesi A Milli Takım'ın umutlarını taze tuttu. Hepsinden öte Avrupalı "Arda Turan" ismini beyin defterinin bir köşesine karaladı. Maçın adamı seçilen Arda gözünü final niteliğindeki Çek Cumhuriyeti maçına dikti.
İki akşam önce Çek Cumhuriyeti karşısında Arda yine ilk 11'de yer buldu kendisine. Mutlaka kazanılması gereken maçın 75'inci dakikasına girildiğinde skorda A Milli Takım'ın 2-0 geride olduğu görülüyordu. O vakte kadar Arda'nın çabaları tek taraflı kalınca sonuca gidemiyorduk. İkinci golden sonra adeta ateşlenen ve yıkılan moralleri geri döndüren Arda 75'de sol kanatta ayağına gelen topa gelişine çaktı ve farkı bire indirdi. Bu gol ile takımı da ateşlemeyi başardı. Ardından 85'inci dakikada Türkiye skora eşitliği getirdiğinde Arda hâlâ "Saldırmaya devam" dercesine elleriyle ileriyi işaret ediyordu. Yanılmadı ve yanıltmadı da... 87'de bir mucize gerçekleşti. Futbol tarihinin en unutulmaz geri dönüşlerinden biri yaşandı ve A Milli Takım sahadan 3-2 galip ayrılarak adını "Son 8"e yazdırdı. İşin problem kısmı ise bu noktada başlıyor zaten.
Problem dedik de öyle bilmemkaç bilinmeyenli denklem falan beklemeyin. Karışık dedik, tamam, ama karışık olduğu kadar açık bir soru aslında. Oynadığı futbolla turnuvanın yıldızı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Arda Turan'ın Galatasaray'daki geleceği ne olacak? Türkiye turnuvaya devam ettikçe Arda'nın fiyatının katlanmaya devam edeceği de su götürmez bir gerçek. Her ne kadar Emre Belözoğlu ve Okan Buruk'taki hataya düşmemek için elini çabuk tutan yönetim Arda'nın sözleşmesini 2011 yılına dek uzattıysa da menajerler ve Avrupa'nın önde gelen kulüpleri oyuncunun aklını çelmek için adeta bir yarış başlatacaklar. Arda'nın Galatasaraylılığından, şimdilik, şüphe duymuyorum ama her futbolcunun, özellikle bu denli yetenekli bir futbolcunun, Avrupa'da oynamak istemesi kadar doğal bir şey de olamaz. Ha, "Getirsin parasını gitsin. Biz orada da destekleriz onu" da diyebiliriz elbet tabii. Peki kaç liraya gidecek Arda? 30 milyon dolar mı, 40 mı? Kaç? Bir kere oyuncunun Türk olduğu gerçeği var. Arda bir İngiliz, İtalyan, Fransız ya da İspanyol olsaydı rahatlıkla söyleyebilirim ki bu yaşta 30 milyon dolara bile transfer olabilirdi. Kendi mevkisinde oynayan birçok oyuncudan eksiği yok, fazlası var maşallah. Ancak yine aynı noktaya geliyorum ki bu da Arda'nın Türk olduğu gerçeği. Bir Güney Amerikalı olsa da yırtabilirdik iyi bir parayla. Bildiğim kadarıyla bir Türk futbolcusuna yurtdışından ödenen en yüksek bonservis ücreti 8 milyon Euro. Bu para Rubin Kazan tarafından Gökdeniz'e ödendi. Ruslar zengin adamlardır. Bir İngiliz, İtalyan, İspanyol ya da Fransız takımı ödemezdi bu parayı. Ha, Arda bir Gökdeniz'den fazlası elbette ki. Ancak ben yine de Arda'ya Avrupa'nın büyük liglerinde şampiyonluk kovalayan takımların en fazla 10 ile 15 milyon dolar arası ödeyeceğini düşünüyorum. Fazlası olmaz yani. Bu paralardan çok daha fazlasını hak eden Arda'nın bu şekilde gitmesine de sevinir miyim, üzülür müyüm bilemiyorum. En iyisi gitme lan Arda!

14 Haziran 2008 Cumartesi

Ulan Galatasaray

Biz öööle kendi hayatımızı efendi gibi yaşamaya çalışırken
ne biliyim...
sağa sola salça olmadan...

Belki en büyük keyfimiz...
güneşin Allahına kadar vurduğu altın sarısı biramızı yudumlarken...
birbirimize aşk acılarımızı, ''Pardon! gözüme toz kaçtı!'' hissiyatı içinde fısıldarken...

Bacağımıza sürünüp duran bir kediyi okşarken,
''Ooluum bu kedi hayvanı var ya, tekamül zincirinin en son halkası lan...
Buda'dan bile daha bilge lan bu hayvan!'' şeklinde naif muhabbetlerimizi yaparken...

Kanımızı dökerek kurduğumuz ayyaş cumhuriyetin en aşşağılık başkentleri Aksaray meyhanelerinde
ileri karakolları olan parklarda...
gökte sadece sahici bi' dolunay...
elimizde güsel Marmara...
Şehirin götünde pireler uçuşurken
ve biz terkedilen bir sevgili nasıl üşürse...
işte ööle üşürken...
ve daha onyedi... onyedi... onyedi... iken aşk konuşulur di mi...
Hayır biz senin adını fısıldıyorduk Galatasaray
bunu hiç bilmeyeceksin!

Gecenin çükünde her Türk babası gibi ayyaş bi' babanın sızmasını bekledikten sonra
yine boynumuzda sarı-kırmızı kaşkollar
yine aynı dolunayın altında buluşup
bağrında gecelemek için sana koşarken
içtiğimiz o güsel Marmara'nın bile adın kadar içimizi ısıtamadığını hiç bilmeyeceksin Galatasaray!
1980'ler... Sokağa çıkma yasakları... Daha onyedi... onyedi... onyedi... bile diilken
geceleri boynumuzda sarı kırmızı kaşkollar...
elimizde sarı kırmızı pankartlar... bir militan gibi toplum polislerinden kaçarken...
ve bütün yaşıtlarımız...
geceleri... gayrimeşru bu şehrin gayrimeşru duvarlarına "Kahrolsun Faşizm" yazarken
biz geceleri aynı duvarlara "En büyük Cimbom" yazdık
ve bütün yaşıtlarımız gündüzleri mütemadiyen Fenerli iken
biz aleme inat seni sevdik
Komik olan şuydu
tarihinin en zavallı dönemiymiş meğer
hiç şampiyon olamazdın o zamanlar
biz de zaten farkında diildik... hep güsel Marmara'ydık çünki
Daha onyedi, onyedi, onyedi bile diildik...
"Neden Gaassaray?" diyenlere...
"Because, güsel Marmara'yla güsel gidiyor!" derdik...
ki bunu hiç bilmezsin...

Daha onyedi, onyedi, onyedi bile diildim diyom... Alooooooo?

Ulan Gaassaray! Söyleyecek o kadar çok şeyim var ki sana!
Ulan! Anlatacak o kadar çok hikâyem var ki Gaassaray!
Anam avradım olsun hiç bilemeyeceksin!
Bu kediler var ya... çok enteresan hayvanlar abi...


TribünDergi / fergurel

13 Haziran 2008 Cuma

Efsaneler #1 - Bülent Korkmaz

FLORYA TOPRAKTI, O CESUR




























































































































































Unutulmaz Sözler - Volume 2

"Galatasaray'ın olduğu yerde umut bitmez." (Gheorghe Hagi)

Yaprak Dökümü #5

Futbolu severiz milletçe. Güne gözlerimizi taraftarı olduğumuz takımla açarız, kahvaltı sırasında harıl harıl spor programı ararız. Gözümüze ilişen ilk transfer bombasını en yakın arkadaşıma telefon açarak yetiştiririz. Ayaklı gazeteyiz bir bakıma. Kahvehane köşelerinde bir kısım memleketi kurtarırken bir kısmın yaptığı da bundan farklı değildir. Sadece kurtarılanlar farklıdır, bunun dışında konseptte bir değişiklik yoktur. Zira tuttuğumuz takım memleketimiz gibidir. Bu açıdan baktığımızdaki dünyadaki birçok ülkeden ayrılırız. Namus meselesi yapmışızdır futbolu. Ülkemizde tuttuğumuz takım kafamızı bozar bazen. Bu buhrandan kurtulmanın yolunu madden ve manen son derece güçlü bir yabancı takımı tutmakta buluruz. Varlığımızdan haberi bile olmayan kulüplerin sapına kadar destekçisi oluveririz düşünmeksizin. Türkiye'de göremediğimiz yıldız futbolcuları o takımlarda görebilme imkanımız vardır. "Oğlum bizim takım Ronaldinho'yu satıyormuş" ya da "Veririz parasını alırız Ronaldo'yu" demenin hazzını yaşamak isteriz. Mental mastürbasyon da desek yanlış olmaz sanırım. Yine de her futbolseverin aklında geçer hep... "Ulan şu adamı bizim takım bir alıverse..."ler girdabında başımızın dönmesini de severiz biz. Birçok ismi taraftarı olduğumuz futbol takımının o anlı şanlı forması altında izlemek isteriz. Akla ilk gelebilecek isimler belli zaten. Tek tek saydırmaya gerek yok. Kendimi bildim bileli savunma oyuncularına karşı bir zaafım var. Çok severim kendilerini. Futbolu güzel yapanın onlar olduğunu düşünürüm hep. Büyük Kaptan Bülent Korkmaz'ı görsem önünde secdeye kapanacak olmamın, Popescu'yu görsem topu kalecinin altından sol köşeye çakan sağ ayağına kapanacak olmamın, Maldini gibi idolün takdir sınırlarımı delmiş olmasının bu tezime en önemli örnekler olacağını söyleyebilirim. Yine de hiçbir zaman gönlümü, ruhumu, tüm benliğimi vermiş olduğum sarı-kırmızı renkler içinde görmek istediğim savunma futbolcuları arasında hep bir kişiyi liste başı tuttum. 16 yaşında iken ilk Dünya Kupası deneyimini tatmış, ülkesi futbolunun bayrak adamı olmuş bu isim Kamerun Milli Takımı'nın kaptanı Rigobert Song'dan başkası değildi.

Fatih Terim'in takımın başına ikinci kez geldiği 2002/2003 sezonunda belki yeniden tutar diyerekten oluşturulan yeni Rumen hamuru hüsran ile neticelenmişti. Petre ve Tamas gibi iki bakkal lisanslı futbolcu ile girilen 100.Yıl arifesi, ligde elde edilen 6'ncılık ve Türkiye Kupası'nda Çaykur Rizespor'dan yenen 5 gol kaçırılan Avrupa Kupaları'na eklenince gerim gerim gerilen iplerin kopma vakti gelmişti. Bir Villareal hüsranının ardından önce hoca ile sezon sonunda ise birçok futbolcu ile yollar kesin olarak ayrılmıştı. Önündeki sezon 100.yılını kutlayacak olan bir kulüp için pek de hoş olmayan durumlardı bunlar. Ancak olması da gerekiyordu. Öncelikle takımın en büyük zaafı olan savunma hattının güçlendirilmesi gerekiyordu. Nasıl olacaktı bu iş? Kulübün içinde bulunduğu mali durum ortadaydı. Buna karşılık 2002'den beri beklenilen şampiyonluğun kulübün yüzüncü kuruluş yılında alınması bekleniyordu. Eh, hâl böyle olunca cepteki akrebi bir süreliğine görmezden gelmek lazımdı. Fenerbahçe formasını yere attığı için takımdan kovulan Hırvat stoper Stjepan Tomas, kaptan Bülent'in yanına getirilmişti. Sıra kariyeri biraz daha parlak bir ismi takıma kazandırmaktaydı.

Kendime söz geçiremediğim için taraftarı olduğum Türkiye dışı iki kulüp vardır. Bunlardan birincisi Barcelona, diğeri de Liverpool'dur. Doğal olarak bu iki takımın maçlarını zevkle, heyecanla ve ilgiyle takip ederim. Benim Kamerun aslanı Rigobert Song ile tanışmam da 1998 senesine tekabül eder. O yıl Liverpool savunmasını 22 yaşındaki bu genç adamla güçlendirir. Kulüpte bulunduğu 2 sene içerisinde 24 maç çıkarmış olmasına karşın bunun kötü bir istatistik olduğunu söylemek yanlış olur. Geldiği takım Liverpool, kendisi Afrikalı, yaşı henüz 22... Hem ben o yaşta bu adamı hayranlıkla izlediysem vardır bir bildiğim. 2000 yılı ile birlikte sırasıyla West Ham United, FC Cologne ve RC Lens kulüplerine düştü yolu. Liverpool'dan hayran olduğum bu adamı o kulüplerde de takip ettim. Her geçen maçla birlikte daha da pişiyordu. Hele Lens macerasını gördükten sonra demiştim "Bak işte, sarı-kırmızı da ne güzel durdu üzerinde" diye. Transfer dedikodularından gına geldiği anda bir akşam üstü geldi haberi. Galatasaray ile sözleşme imzalamıştı. Şaşkınlık diz boyu. Hani bir totem de bağlamamıştım kendisi için. Olmuştu ama. Hele o aslan yelesi saçlarıyla imza törenine çıktığında aptal bir gülümseme yayılmıştı suratıma. Sonrası malum. Geride bırakılan koca bir 4 sene. Aslında o kadar da "koca" değil. Göz açıp kapayana kadar geçti doğrusu. Song'un kariyerine zirve yaptırdığı yer oldu Galatasaray. Çok sevildi burada. Taraftarın taptığı, yıllar sonra dahi unutulmayacak olanlar anıtına adını büyük harflerle yazdırdı. Uğruna Ali Sami Yen kapalısında açılan "StrONGest" pankartı bunun en büyük kanıtıdır. Her futbolcuya yapmaz bunu kapalı. 4 yılda 108 maçta 6 gol bıraktı rakip kalelere. Şampiyonluk yolundaki en kritik maçta hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yaptı, topu düzeltti, vurdu 30 metreden. Gol oldu. Biz sevinçten kime sarılacağımızı bilmezken, akşam televizyonda gördük. Yere yatmış aslan yürüyüşü yapıyordu Song. O bizi, biz de onu kucakladık. 2 şampiyonluk gördü. Mondragon, Iliç, Tomas gibi bizden biriydi o. Gerektiğinde forması ve arması için gözünden düşen birkaç damlayı saklamadı bile. Hagi'nin ardından nasıl ki hâlâ onun yerini dolduracak birini arıyorsa sarı-kırmızıya gönül verenler, Türkiye'de top koşturmuş gelmiş geçmiş en iyi stoper olarak kabul edilen Popescu'nun da yeri bir türlü dolmuyordu. Hagi'nin yeri belki hâlâ boş, evet, ancak Popescu'dan sonra gelen en iyi stoper de yine bizden çıkmıştı. Song'du o. Sahaya çıkarken mantığını hep soyunma odasında bıraktı, yüreğini çıkarıp santra noktasına koydu. Mondragon gibi isminin hep Beşiktaş'la anıldığı anlarda ortaya çıkıp "Ayrılmamı gerektirecek bir durum yok. Beni başka oyuncularla karıştırmayın" diyebilmiş, Ribery'e de ayarı vermeyi bilmiştir. En nihayetinde korktuğum son başımıza gelmiştir. Rigobert Song bu sezon yaşadığı şampiyonluğun ardından takım kaptanlığını da yaşamış bir oyuncu olarak artık Galatasaray'dan kopmuştur. Yine de üzülmek istemiyorum. Hagi, Bülent, Popescu, Taffarel, Metin... Ve daha nicesi... Nasıl ki hâlâ bizimleyse, o da öyle olacak. Aklı daima Galatasaray'da olacak, biz de her zaman onun başarısı için duacı olacağız. Kendisine edecek güzel bir veda cümlesi kuramıyorum. İstesem de yapamam zaten. Bunun yerine Placebo'nun o meşhur parçası "Song to say goodbye" ile yapacağım vedamı...

"My oh my. A song to say goodbye.
A song to say goodbye,
a song to say goodbye,
a song to say,
before our innocence was lost,
you were always one of those,
blessed with lucky seven's,
and the voice that made me cry."

Martin Vazquez'e Selam Söyle Giga

"Güle güle"leri hiç ama hiç sevmedim. Bir ay önce kendi kendimi kandırdım. Hagi'nin Rumen Milli Takımı'na veda ettiği karşılaşma sonrasında oturamadım klavyemin başına. Arkadaşlarım "Yazmayacak mısın iki satır Hagi için" dedi. "Elim gitmiyor" dedim, "dur bakalım bir ay var daha" diye kendimi avuttum...

O da geldi geçti. Hagi'nin Romanya'ya dönüşünü televizyonda gördüğümde bu milli maç arası verilen ligde, üç günlüğüne ülkesine soluklanmaya giden Hagi değil dedim. Kanal değiştirdim. "Efsane geri" döndü yazıyordu ekranda. Hadi ordan canım dedim...

TRT ekranında Real Madrid, Liverpool, Mönchengladbach ile büyümüş bir kuşağın çocuğuyum ben. Ne UEFA Kupası bilirdik o zamanlar ne de Şampiyonlar Ligi. Barcelona'nın da sesi çıkmazdı Lazio'nun da, Manchester United'ın da... Hugo Sanchez'in gol atmasını isterdim o müthiş taklalarını görebilmek için. Martin Vazquez keserdi kanattan topu.
Butragueno çakardı doksana...
Herkesin, Avrupa'da tuttuğu takım vardı o zamanlarda. Benim de bileğimi kesseniz mor beyaz akardı. Real Madrid'i tutardım. Ben bu adama o zaman vuruldum. Ekşimiş bir anımız da yok değildi hani. Steaua Bükreş ile gelip burada canımızı yakmıştı bir vakitler. Vardır ya şimdilerde bir 18'liğin düşü: Figo bizde oynasın. Ben de "Hagi bize gelsin" derdim... Geldi... Geldi de Real'imi de yendi...

Bu toprakların futbol düşkünü insanlarına Hagi'yi bir kez daha mı anlatmalıyım? Hayır. Sıkıntım aylardır bu ekranın karşısına geçtiğimde yergilerden kalemimi kurtaramamak. Hep eleştirmişiz. Belki de bazılarının dediği gibi kolayı seçmişiz. Hagi'yi yazmak değiştirecekti bunu. Sol ayağının kahraman olduğu bir roman bile yazılabilirdi hani. Bu keyfimi de Erol Ersoy aldı elimden. Bu ülkenin futbol tarihini değiştirmeyi başarmış ayaklardan biri olan Hagi'yi ayağından astırmaya çalıştı Erol Ersoy. Gidip bakmadım gazetenin arşivine. Hakaret davasıymış, kaç yıl hapis istenmiş. Miş... Miş...

Turistleri Hacı Muhittin Bekir lokumlarıyla uğurladığımız Atatürk Hava Limanı'nda Hagi'ye ağzında bir pas tadıyla elveda dedik. Lokum dedim de bir de sirkemiz vardır meşhur mu meşhur: Vefa Sirkesi... Vefa bazıları için sadece sirke ya da bir semt adı artık bu ülkede.
Bırakınız efsaneler! geri dönsün.
Fenomenler gitmezler ki dönsünler...
Martin Vazquez'e selam söyle fenomenim tamam mı?"


Bülent TİMURLENK

12 Haziran 2008 Perşembe

Yeni Hocamız Michael Skibbe

Laudrup, Hagi, Perrin, Skibbe... Son zamanlarda Galatasaray'da gündemi meşgul eden isimlerden sadece birkaçı. Hepsi değil tabii ki, dahası da vardı. Anlamak güç değil, bu isimler Karl Heinz Feldkamp'tan boşalan teknik direktörlük koltuğu için muhtemel adaylardı. Taraftar olarak Commandante'yi istemedik... Onun teknik direktör olarak geldiğinde düştüğü durumu hatırladık. Aklımızda sahadaki haliyle kalması hem onun hem de bizim için en iyisiydi belki de. Laudrup'u çok istedik. Malum Getafe'de başardıkları herkes tarafından biliniyor. Talibi çok ama para veren yok. Perrin de kapalı kutuydu. Lyon'u şampiyon yapmıştı ancak zaten Fransız ekibi kendisinden önce de 6 senedir üst üste şampiyondu. Tüm sorunlarından arınmış bir kulübün zafer bayrağını rakiplerine devretmesi olası değildi. Geriye kalan adaylar içinde ise en güçlü seçenek olarak Alman teknik adam Michael Skibbe kalıyordu. Aslında kendisini yakından tanıyoruz. Çok değil 4-5 ay önce Almanya'da yaşadığımız 5-1'lik UEFA hezimetinde rakibimizin başında bulunan isimdi kendisi. UEFA Kupası çeyrek finalinde sonradan kupayı alacak olan Rus ekibi Zenit'e bize yaşattığı hezimetin bir benzeri ile elenmesi ve Bundesliga'da alınan 7'nci sıra kendisinin sonunu hazırladı. Genç isimlere önem vermesi ile tanınan teknik adam artık Galatasaray'ın başında. Takımımız ile 1+1'lik bir sözleşmeye imza atan teknik direktörün takımın komutasını eline almasından hoşnut değilim. Sorun kendisi değil, sorun Alman oluşu. Alman teknik direktörlerin sıkı disiplininden gına geldi bana. Yine de, umarım yanılan ben olurum.

7 Haziran 2008 Cumartesi

Anket Sonucu

Blogun takipçilerinin bileceği üzere blogda 15 gündür naçizane bir anket dönmekte. Ankette cevaplamanız istenen soru son derece açıktı. Şampiyon olarak tamamladığımız 2007/2008 sezonu Turkcell Süper Ligi'nde performansından en çok memnun kaldığınız futbolcumuzu sormuştum. Verilen cevaplara bakınca Servet Çetin'in açık ara zirvenin sahibi olduğunu görüyoruz. Servet tek başına oyların yüzde 50'sini almayı başardı. Oyların yüzde 21'i de genç yıldızımız Arda Turan'a gitti. Bronz madalya ise Linderoth'un yokluğunda bulduğu fırsatı iyi değerlendirmesini başaran Mehmet Topal ve Galatasaray'daki son sezonun 11 gol kaydeden Hakan Şükür'e gitti. Ankete katılanlardan 7 kişi ise listede yer almayan bir futbolcuyu tercih ederek "Diğer" seçeneği işaretledi. Beni en çok şaşırtan sonuç ise altın sezonunu yaşayan Ayhan Akman'ın sadece 1 oy alması oldu.

Ankete katılan 131 kişiye teşekkür ediyorum.

Yaprak Dökümü #4

Bir kulübe transfer olan bir futbolcu giderken yanına aldığı valizlere eşyaları yerine büyük beklentileri dolduruyorsa - genellik - çabuk olur dönüşü. Bu dönüşte artık valiz tamamen boştur. Carrusca da bu oyunculardan biriydi. Galatasaray'a transfer olduğu anda başlamıştı aslında söylentiler. Her kafadan başka ses çıkmasına alışığızdır transfer dönemlerinde. Uyduruk spor gazetelerinde köşe yazarlığı yapmakta olan ve futbolu en iyi kendilerinin bildiği sanan isimler durmaksızın yazarlar. İşleri odur çünkü. Türkiye'ye çok sıklıkta yıldız oyuncu gelmez. Ben Türk spor yazarlarının öyle oturup da Avrupa liglerinden maçları takip ettiklerini sanmıyorum. Elbette ki çok bilgili isimler de yok değil. Ancak genelleme yapıyorum zaten. Dolayısıyla hayatlarında bir kez dahi izlemedikleri bir oyuncu bir Türk takımına transfer olduğunda o adam hakkında bile ahkam keserler. Ezkaza tutarsa felâket senaryoları "Ben demiştim" gazeteciliğine de başlarlar. Ben hiçbir zaman yeteneğinden şüphe duymadım Carrusca'nın. Yetenekli de zaten. Ancak fizik gücünden son derece yoksun bir futbolcuydu. Kaldı ki Carrusca, Güney Amerikalı bir futbolcu. Arjantin gibi bir ülkeden çekip Avrupa'yı Orta Doğu ile birleştiren bir ülkeye gelmek kolay değil. Şimdi demesin kimse bana "Eee Fenerbahçe'de Güney Amerikalı oyuncu gırla" diye. Bunu inkar etmiyor kimse. Bir Güney Amerika karması gibi mücadele ettikleri için hiçbir oyuncu zorluk çekmiyor. Ancak bizim takımda Carrusca'nın dilinden anlayacak bir adam yoktu. Lincoln deseniz o hepsinden sorunlu.
Kısacası birçok Galatasaraylı'nın duaları sonunda kabul oldu. Carrusca artık Galatasaray'da değil. En azından yabancı kontenjanımızın boşa harcanmayacak olmasına sevineyim ben de.

5 Haziran 2008 Perşembe

Unutulmaz Sözler - Volume 1

"Hiçbir kuvvet beni bu stadta 25 bin kişi olduğuna inandıramaz." (Paolo Maldini - AC Milan takım kaptanı)

3 Haziran 2008 Salı

Yaprak Dökümü #3

Galatasaray'da gelecek olan isimler işin inadına bekleyiş devam ederken takım ile yolları ayrılan isimlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Bu kervana katılan son isim de Cezayir'li futbolcu Ismael Bouzid oldu. Sezon başında Karl Heinz Feldkamp'ın peşine taktığı birkaç isimden biriydi. Çok fazla forma şansı bulamadı. Bulduğu şansları da iyi değerlendiremedi. Ancak şampiyonluk kupası kaldırılırken 40 yıllık Galatasaraylı gibiydi. Apar topar valizlerini toplayıp terk ederken İstanbul'u, geride bıraktığımız sezonu ve Galatasaray'ı unutamayacağını da belitti.