30 Aralık 2006 Cumartesi

Efes Cup 2006

Artık geleneksel hâle gelen Efes Cup, bu sene altıncısı ile yine memleketimde. Yalnız Antalyaspor'un biraz da haklı tepkisi yüzünden bu seneki kupa Antalya Atatürk Stadyumu yerine World of Wonders otellerinin Football Center'ında oynanacak. Her sene turnuvanın olmazsa olmazları olan Galatasaray, Beşiktaş ve Werder Bremen'e Feyenoord eşlik edecek. Galatasarayımız turnuvadaki ilk maçını Feyenoord ile yapacak ve kazandığı takdirde Beşiktaş ve Werder Bremen maçının galibi ile finalde karşılaşacağız. Turnuvadan bu sene şampiyon takıma ne kadar para akacağını bilmesem de çok da umrumda değil aslında. Çünkü biz kazansak da para geldiği gibi gideceği için çok da alakadar etmiyor beni. Saygılar efenim, 8 Ocak'da WoW'da görüşmek dileğimle. Yok lan siz görüşün, benim finallerim var. Ühü ühühü...

26 Aralık 2006 Salı

Taçsız Kral

Onu hiç görmedim, cızırtılı bantlardan kalma nostalji kayıtlarını saymazsak tabii. Aramızdan ayrıldığında henüz 5 yaşındaydım, dünyanın ve hatta futbolun pek bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. “Sadece hangi takımlısın?” diye soranlara “Ben Gassaraylı’yım!” diyerek cevap veriyormuşum, o kadar. Sorsalar nedenini de bilmezdim belki de ya da çok bilmiş Türk çocuğu modunda cevap olarak “Babam öyle istiyor” yanıtını verip, pası babama atabilirdim. Belki de yapmışımdır bunu, kimbilir? Aradan birkaç yıl geçtikten sonra kendimi maç izleyen babamı gözlerken buluyorum. Televizyonun karşısında kendini yiyip bitiriyor. Ekrana bakıyorum bizim takım bir topun peşinden deliler gibi koşturuyor. Renklerinden tanıyorum bizim takım olduğunu da, hani küçüklüğümden beri üstümden sarı ve kırmızı hiç ayrılmadığından. O gün babam alıyor beni de yanına ve o an başlıyor anlatmaya. Ekranda maç var ama sadece o gün için bekleyebilir belki de. Babama göre artık Galatasaraylılığın sadece sıradan bir kelime olmadığını öğrenme zamanım gelmişti ve bu yüzden ekrandaki maç bekleyebilirdi.
Anlatılanlara göre dedem zamanının en koyu Fenerbahçeliler’inden biriymiş. Babam ise birçok Galatasaraylı ile aynı sebepten dolayı dedemin tüm ısrarlarına karşı koyarak Galatasaraylı olmaya karar vermiş. Babamı çark ettiren ne miymiş? Sırt numarası “10“ olan Galatasaraylı bir futbolcu. “Bir oyuncu nasıl bir insanın ömrü boyunca tutacağı takımı belirlemesinde etken olur ki?” zamanında bu soruyu soruyordum kendime. Günümüzde yeşil zeminler üzerinde top koşturan ve futbol yaşantıları boyunca on tane takım değiştirip her gittikleri takımda “Ben doğuştan x takımlıyım”, “Benim babam da bu şehrin evladı”, “Kalbimin bir tarafı aslında hep y takımı için çarpıyordu” gibi klişeleşmiş laflar eden futbolcuları gördükçe ve onları dönemin şanslı Galatasaraylıları’nın ve futbolseverlerinin izleme şansı bulduğu Metin Oktay’la karşılaştırınca, artık “Neden olmasın ki?” diyerek cevaplıyorum kendi sorumu.
Birçok fanatik taraftarın aksine kulüpler için kupalardan, madalyalardan ya da her türlü başarıdan daha önemli değerler vardır benim nazarımda. Öyle ki Galatasaraylılar için her ne kadar UEFA Kupası ve Süper Kupa gibi başarılar en üst seviyede gurur kaynağı olsa da, bir Metin Oktay’ı düşününce onun gibi bir sembolün aslında, ne UEFA Kupası ne de Süper Kupa’dan daha az değerli olduğunu düşünüyorum. Bir kulüp için sembol olmak, bayrak adam sıfatı taşımak birkaç senede elde edilebilecek bir paye değildir. Kupalar, başarılar her zaman elde edilebilir ama günümüzde bazı değerlere ulaşmak hiç de kolay değildir.
İşte Metin Oktay, Galatasaray’ın ve Türk futbolunun hem efendiliğiyle hem de oynadığı futbol ve attığı gollerle bir numaralı efsanesidir. Futbola başladığı Damlacıkspor’dan Galatasaray’a uzanan yolculuğunda prensiplerinden hiç ödün vermemiştir. Tüm olumsuz şartlara rağmen bir adım dahi geriye gitmemiş, daima kendini geliştirmeyi bilmiştir. Türk futbolunda profesyonelliğin ilk tohumları onun sayesinde atılmıştır. Futbolculuğu sırasında kırılmadık rekor bırakmamıştır. Bunlardan biri 38 gol ile bir sezonda en fazla gol atma rekorudur. Bu rekor daha sonraları kırılmıştır, ancak oynanan maç sayıları ve rekoru kıran oyuncunun attığı şaibeli golü düşünürsek rekoru hâlâ Metin Oktay’ın elinde olarak varsayabiliriz. Söz konusu otuz dokuzuncu golü Metin Oktay olsa rekoru kırmak için atar mıydı? Hiç sanmıyorum.
Metin Oktay futbolculuğu kadar insanlığıyla da adından söz ettirmiş bir futbolcu. Fenerbahçe ağlarını yırttan golünden sonra sırf rakip takım utanmasın diye maç bitiminde yırtılan yere koyduğu şemsiye, Fenerbahçe’nin “fiyatı sen yaz” diyerek uzattığı mukaveleyi “Bizi sevenlere ihanet etmeyelim” diyerek geri çevirmesi, futbol yaşantısı boyunca gördüğü tek kırmızı kartın ardından küfür yediği tribünlerin önüne gidip de beline kadar eğilip selam vermesi, karısının “Ben mi Galatasaray mı?” restini reddedip “Ben zaten Galatasaray ile evliyim” diyerek görmesi, bir maçtan sonra kendisine maç boyunca nefes dahi aldırmayan 18 yaşındaki bir savunma oyuncusunun yanına gelip, fotoğraf çektirme talebini “Asıl ben seninle fotoğraf çektirmek istiyorum, çünkü bu maçın kahramanı sensin” diyerek yanıtlaması onun ne kadar iyi bir Galatasaraylı ve daha da önemlisi insan olduğunun en güzel kanıtıdır.
Babamla oturduğumuz o günü hatırladım yine. Bana tüm bunları anlatırken “acaba” dedim kendi kendime, “Acaba kulübüne böylesine sadık başka bir insan olabilir mi yeryüzünde”. Hayatı boyunca yediği tek kırmızı kart sonrasında “Ben taraftarların yüzüne artık nasıl bakarım” diye yaptığından utanan bir oyuncuyu dünyanın başka neresinde görebilirsiniz ki? Metin Oktay bir efsanedir. Günümüzde dünyanın hangi stadyumunda ölümünün üzerinden 15 yıl geçtikten sonra bile tribünlerde on binler tarafından adı haykırılan bir futbolcu görebilirsiniz ki? Göremezsiniz, çünkü bu onur sadece Galatasaraylılar’a aittir. Galatasaray terbiyesini almış, Galatasaraylılığı yüreğinde hisseden insanlar naildir bu gurura. Yıllardır “Taçsız Kral”ları uğruna yaptıkları besteyi söylüyorsa Galatasaray taraftarı, bırakın söylesinler. Bırakın, tek aşkına yıllarını veren ve ölürken dahi üzerinden sarı ile kırmızıyı eksik etmeyen Kralları’nı hakettiği şekilde ansınlar. Metin Oktay bir kulübün sembolü olmak için gereken kriterlerin hepsini yerine getirmiştir ve bunu bugün Galatasaray’ın Florya’daki tesislerinde görebilirsiniz, Ali Sami Yen’de görebilirsiniz ve dahası en açık şekilde Türk futbol tarihine göz gezdirirseniz görebilirsiniz.
Babam Metin Oktay’ın Galatasaray’daki son maçıyla bitiriyor anlattıklarını. O sırada ekrana bakıyoruz, maç bitmiş. Hemen soruyorum “Bir gün Metin Oktay’la tanışıp ona teşekkür edebilir miyim?” diye. “Niye ki?” diyor babam. Ardından da ekliyor; “Şans trenin birkaç sene önce kalktı oğlum!” diye. İşte o an hiç az önce dinlediklerim dışında hiçbir şey bilmediğim bu adam için gözümden akan iki damla yaşı farkettim. Babam gururla gülümsedi ve “İşte Galatasaraylılık budur” dedi. Ona göre artık gerçek bir Galatasaraylı’ydım. Metin Oktay’ın o an yaşamadığı gerçeğiyle yüzleşmiştim. Bir gün ona ulaşıp, babamı Galatasaraylı yaptığı dolayısıyla beni de Galatasaraylı yaptığı için teşekkür edemeyecektim. O gece yatağa girdiğimde Metin Oktay gibi bir Galatasaraylı olmak için yemin ettim kendi kendime. Bir Metin Oktay ölürdü, binlercesi yaşamaya devam ederdi. Aradan geçen yıllarla birlikte serpildim, büyüdüm. Maçları televizyonda değil mabedimiz Ali Sami Yen’de izlemeye başladım. Tanımadığım binlerce kişiyle kardeş oldum, omuz omuza girdim. O anlarda aklıma hep onu getirdim. Çünkü benim nazarımda Galatasaray denince akla gelen ilk isim oydu. Ali Sami Yen’deki her maçta onun tohumlarını attığı Galatasaraylılık ağacının bir dalı olmaktan gurur duydum. Ve en önemlisi her maçta onun da bizimle birlikte orada olduğunu hissettim. Eee ne demişti Haldun Taner; “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değildir”!

23 Aralık 2006 Cumartesi

En Güzeli Galatasaray'ı Üzgünken Sevmektir

Toplumun farklı sosyal ve ekonomik katmanlarından gelen, farklı eğitimler, farklı terbiyeler almış, olayları ve gerçekleri değerlendiriş biçimi birbirinden farklı milyonlarca insanın tuttuğu takımın, milyonlarca farklı insanın bir araya gelerek oluşturduğu camianın karakterinden bahsetmek boştur. Asılsız ve temelsizdir, havaya sallanan genellemelerdir. Aslında bütün futbol kulüpleri aynıdır. Mıdır? Adını hatırlamadığım bir yazar abinin çok iyi hatırladığım bir sözü var: “Objektif olacaksam niye takım tutuyorum?”
80'lerde doğmuş bir çocuğum. Etrafımda takım tutan bir tane bile adam yok. Babam futbolsever, ama o kadar. Etraftaki çocukların hepsinin tuttuğu bir takımı var ama. Zaten gazetelerin arka sayfalarında, televizyonda, ailece Avrupa Yakası'na, Kapalıçarşı'ya gittiğimizde yoldan geçen abilerin boyunlarında, hep ikili renkler var. Kırmızıyla sarı mesela, yan yana gelince ateşi hatırlatıyor. Bi’ sıcaklık var, canlılığı var. Bi’ güzelliği var ama ne? Yuvadaki el işlerini sarı-kırmızı yapıyorum, çok güzel oluyor.

Sonra 6 yaşındayım. Babam hâlâ takım tutmuyor, ama haberlerden sonra spor haberlerini de izliyoruz beraber: Galatasaray yenilmiş, Hakan yine gol atamamış. O gece yatmadan önce “Hakan Şükür çok üzülmüş müdür acaba?” diyorum. “Yenildiler diye kimse Galatasaray'ı sevmezse ne kadar kötü olur.” diye düşünüyorum ve kendimce hiç kaçamayayım diye, çark edemeyeyim diye işi garantiye alıyorum. O gece ölene kadar, sonuna kadar Galatasaraylı kalmaya yemin ediyorum.

Çok yıllar maçlara gidemiyorum, beni götürecek kimse yok. Ben annem ve kardeşimle şehir dışındayken gazetelerden Galatasaray haberlerini kesip saklaması için görevlendirdiğim babamda bir sarı-kırmızı sempatisi uyanıyor ama yavaştan. Döndüğümüzde Feldkamp çok iyi gidiyor; “Galatasaray şampiyon olacak!” diyor. En nihayetinde Galatasaray şampiyon oluyor. Ben şampiyon takımın taraftarı oluyorum. Futbolda gol, pas ve kaleci dışında birşey bilmiyorum ama övüncümün haddi hesabı yok. Çünkü ben haklı çıktım, ben bırakıp gitmedim, ben geleceği gördüm. Ben hepsinden güzel olanı tutuyordum. Büyüdükçe diğerlerini gözlemliyorum. O sarı-lacivertli çocuğa bakıyorum. Gıcık oluyorum ona. Bir maç kazandılar diye hemen şişiniyor, hemen etrafına laf atmaya başlıyor, yükseklerden atmaya başlıyor. Ben pek bir şey diyemiyorum. Hem zaten biliyorum, arada ne olursa olsun en sonunda ben haklı çıkacağım. Çünkü ben hepsinden güzel olanı tutuyorum. Benim takımım alçakgönüllü. Çok güzel oynayınca çok gurur duyar, başı dik gezer. Şansı yaver gittiği için ezildiği maçtan 1-0 galip ayrılınca bununla övünmez, çok daha iyi oynayan karşı tarafın şanssızlığıyla yıllarca dalga geçmez; benim takımım için bu küçük düşürücü olur. Çünkü benim takımım içi boş büyük lafların değil büyük icraatların takımıdır. Önce çalışır, hakeder, yapar, sonra hak ettiğiyle övünür. O yüzden önce konuşup sonra başaramayınca maruz kaldığı tepkilerden ne yapacağını şaşırmış duruma gelmez.

Hem sonra Galatasaray taraftarının paylaştığı, zaten istese de kimseye açıklayamayacağı bir sır vardır. Avrupa'da kupa almanın yaşattığı gurur değildir bizimkisi, bunu kimse anlayamaz. Bizim gururumuz senelerce her takımın kullandığı “Avrupa Avrupa duy sesimizi, işte bu Türkler’in ayak sesleri” tezahüratını en son kullanan olmaktır. Levent Özçelik “Korkunç bir şey” diye sayıklarken, Fatih Terim'in yere çöküp ağladığı sahnedir. Çünkü bizim başarımız o zamanın “korkunç bir şey”idir, bir rüyanın gerçek olmasıdır. 14 sene şampiyon olamadığı halde bir takımdan vazgeçmeyen taraftarın ödülünü haketmiş olmaktan duyduğu haklı gururdur. İlk olmaktır. Bugün Türk takımları için Avrupa'da başarı değil başarısızlık anormalse bunun sebebi olmaktır. O kupayı da, daha iyilerini de başka Türk takımları inşallah defalarca alacaklar, ama kimse ilk olmayacak. Galatasaray ilkti, bizi sevincimizden gözlerimizde yaş kalmayana kadar, hüngür hüngür ağlatan takımdı.
UEFA Kupası'ndan sonra dayanamayan babam beni ilk kez maça götürdü. Ben ortama anında ayak uydurup zıplarken o şaşkın şaşkın etrafına bakındı, bir stadın hep bir ağızdan şarkı söylemesine güldü, beceriksizce eşlik etmeye çalıştı. Galatasaray o maçı da kazandı, hem de iyi oynayarak. Biz gururumuz hiç bitmeyecek sandık. Haklıymışız zaten, hiç bitmedi, hiç utandırmadı bizi Galatasaray. Sadece üzdüğü ya da kızdırdığı, isyan ettirdiği zamanlar oldu. Ezeli rakibimiz Fenerbahçe bizi 1-0 yendi. Onların tek kale oynanmış maçla sevinçten çıldırdığını görüp gurur duyduk. Hasan Şaş, Real Madrid'e daha ilk yarı 2-0 yenikken maçı bırakmadı, golünü attı Lucescu'ya sarıldı. Hagi, Roberto Carlos'a öyle bir çalım attı ki, gurur duyduk.

Hagi'yi çok sevdik, bir de Bülent Korkmaz'ı. Arif'e düzenbaz diyenlere göz yumabilirdik ama Hagi'yle Kaptan'a söz edenler gözümüzden düşerlerdi. Onların özverisini örnek aldık. Hagi'nin gollerden sonraki gülümsemesi, Kaptan'ın sakat koluyla maça devam etmesi gözümüzün önünden hiç gitmeyecekti.

Her takımın inişleri çıkışları olur. Ben Galatasaray'ın iniş(ler)inde komik duruma düştüğünü hiç görmedim. Gollerin zincir gibi geldiği 6-0’lık maçın dördüncü golünde dayanamayıp kalkıp gitsem de Galatasaray'dan o maçta bile utanmadım. Çünkü Galatasaray 6 gol yiyecek kadar kötü değildi, rakip 6 tane atacak kadar iyiydi. Futbolcularımızın dövüldüğünü hiç görmedim, maçlarda küfür olunca susturan abileri gördüm. Tezekler, çürük yumurtalar ve sidik torbalarıyla karşılandığımız stadtan sonra buna karşılık vermeyen taraftarı, boynunu eğmediği için küçük düşürülmeye çalışılan futbolcuları gördüm. Hagi'nin giderken verdiği basın toplantısını net göremedim, gözlerim ıslaktı.
Benim tuttuğum camiada taraftarların babaları, kardeşleri gibi sevdikleri, en yakın dostu gibi inandıkları şeyi emanet edebilecekleri, samimiyetinden şüphe etmeyecekleri, her şeyden önce saygı duydukları futbolcular, teknik direktörler, yöneticiler vardı. Her maç bir umut vardı, çünkü karakter vardı. Her maçta Galatasaray'ı yeni baştan sevmek, ona yeniden bağlanmak güzeldi. Galatasaray belki bu yıl, belki seneye, eninde sonunda yine şampiyon olacak, tüm diğer rakipleri gibi. O şampiyonluklar, arada kalan sürede Galatasaray'a verdiğimiz emeğin karşılığı olacak. Hatırladınız mı “sevgi emekti”. Biz, sapına kadar sübjektif, sapına kadar mantıksız, sapına kadar kör, sonuna kadar Galatasaray'ın tarafında duracaklar biliriz ki, en güzeli Galatasaray'ı üzgünken sevmektir. Bir dostun en yakınında olmak, ona destek olmak, derdini paylaşmak derdi azaltır, sizi gerçek dostlar yapar ya, biz Galatasaray bizi her gülümsettiğinde kupaların, ünvanların değil, emeğimizin karşılığını almanın mutluluğunu yaşarız. Bu bizim sırrımızdır.

NOT:
Ekşi'den alıntıdır. Hastasıyımdır... Oda duvarına asılası, her maçtan sonra okunasıdır.

Galatasaraylılık

Bir tarafta hakem kararları sürekli lehine işleyen, elle oynamalarına; hatta elle gol atmalarına dahi ses çıkarılmayan, futbolcuları para içinde yüzen, milyon dolarlara satın alınmalarına rağmen top oynamaktan başka herşeyi yapan futbolculara sahip olan ve böylesine rahat şartlar altında şampiyonluğa oynayan Fenerbahçe; diğer tarafta ise hakem kararları daima alehine işleyen, puan bırakması için üzerinde her türlü oyun oynanan, penaltıları çalınmayan, futbolcularına aylardır para ödeyemeyen, bu durumda bile taraftarını maddi ve manevi yanında hisseden, dünya üzerinde belki de hiçbir kulüpte görülemeyecek birlik, beraberlik, dayanışma, inanç ve en önemlisi “ruha” sahip olan Galatasaray. İşte bu Galatasaray böylesine “adil” şartlar altında ligde zirveyi kovalıyor ya da şu sıralar sadece kovalamasına izin veriliyor.
Bu noktada hukuktaki o meşhur adalet terazisini hatırlatmak gerekiyor. Bu terazide ağır basan taraf daima Galatasaray. Nasıl mı? Sadece beş harften oluşan bir yapım eki sayesinde. Ek deyip geçmeyelim. Dünya üzerinde adının sonuna “lılık” ekini alan Galatasaray’dan başka bir takım var mıdır, bunu düşünelim. Peki nedir bu “Galatasaraylılık”? Aslında Galatasaray’ı böylesine olumsuz şartlar altında hâlâ yarışta tutan ve zirvenin en büyük adayı yapan ruh “Galatasaraylılık”ın tanımlarından sadece biridir. Galatasaraylılık kavramını ayrıntılarıyla her Galatasaraylı’nın bildiğinden adım gibi eminim. Ancak ülkemizde, özellikle futbolun futbol olmaktan çıktığı şu zamanlarda, bu kavramı bilmeyenler ya da bilmek istemeyenler var. Onlara bir iyilik yapmak istiyorum. Aslında haddime mi bilmiyorum ama bir nevi ders vermek istiyorum. Galatasaraylılık’ı örneklerle açıklama gereği duyuyorum.
Galatasaraylılık, bir yazıda da geçtiği gibi, 14 yıl şampiyonluk göremediği halde Galatasaraylı’nın takımından vazgeçmemesidir. Galatasaraylılık forması uğruna savaşmaktır. Galatasaraylılık arması uğruna savaşmaktır. Galatasaraylılık her türlü oyuna rağmen yarışa sonuna kadar devam etmektir. Galatasaraylılık kulüp mali açıdan zor durumda bile olsa, taraftarının karınca kararınca kulübüne “destek” olmasıdır. Galatasaraylılık yaşanan herhangi bir puan kaybından sonra teknik direktörün çıkıp bütün suçu kendi üzerine almasıdır. Parasız kalmasına rağmen “on bir aslan adam”ın sahada üç puan için savaşması da Galatasaraylılık’tır. Ali Sami Yen’de omuz omuza girmek Galatasaraylılık’tır. Ülkesi için kimsenin yapamadığını yapmak, dünyaya Türk ismini duyurmak Galatasaraylılık’tır. Geçmişi ile övünmek ama aynı zamanda gelecek için daima arayış içinde olmak da Galatasaraylılık’ın bir tanımıdır. Ve daha niceleri... Anlamak isteyen buradan anlar teraziyi eşitlemek için hangi özelliklere sahip olunması gerektiğini.
Yukarıda belirtilenler birşeyi değiştirecek mi, bilinmez. Yapılanlar ilk değildi, son da olmayacak belki. Dünya döndükçe ve futbol yeşil zeminler üzerinde olduğundan çok kapalı kapılar ardında oynandıkça, bu gidişata dur demek de kolay olmayacak. Ancak yine aynı gezegenin bir yerlerinde adaleti sağlamak için savaşanlar, adaletin birgün geri geleceğine inananlar da bulunacak. Bunlardan biri de Galatasaray olacak. İşte bu yüzden Galatasaraylılar’ın Galatasaraylılıkları ile gurur duymaları için bir neden daha var. Galatasaraylılar inançla, azimle, Galatasaray ruhu ile Galatasaraylılıkları’ndan ödün vermeden o günü bekleyecek, şartlar ne olursa olsun. Ve sonra gurur duyacaklar bir kez daha; böylesine yürekli, böylesine onurlu ve böylesine büyük bir camianın içinde oldukları için. Ey mevcut adaleti sağlayanlar son sözüm size: Siz bunun adına ne derseniz deyin, Biz Galatasaraylılık diyoruz.

Neden Bu Nefret?




Futbol! Dünyada bu yüzyılda spordan çok bir sektör durumunda ve bu sektörde Türkiye de bir yere sahip. Geçen yıllarda Türk futbolu dünyada çok da iyi bir konumda değildi ve yurtdışı serüvenleri büyük bir ihtimalle erken bir hüsranla son buluyordu. Ama 21.Yüzyıla yaklaşılırken her şeyin tersine döndüğü gibi, Türk futbolunun talihsiz gidişatı da tersine döndü. Türk futbolu artık kendi içine kapanık değildi. Galatasarayımız’ın öncülüğü ile başlayan Avrupa maceramız Fenerbahçe, Beşiktaş ve Anadolu’nun güzide kulüplerinin de katılımıyla güç buldu. Ancak burada kalıcı olan her zamanki gibi daima Galatasarayımız oldu.
Ve sonunda Türk futbolunun yıldızı 2000 yılının bir bahar akşamında parladı. Mayısın 17’sinde Galatasarayımız Kopenhag Parken Stadı’nda, futbolun beşiğinden gelen İngiliz rakibi Arsenal’i 4-1 mağlup ederek UEFA Kupası’nı havaya kaldırdı ve bundan sadece 3 ay sonra da Galatasarayımız “Yüzyılın Takımı” seçilen Real Madrid’i Fransa’nın Monaco kentinde 2-1 yenerek Avrupa’nın en büyük kupası olan Süper Kupa’yı da kazandı. Ancak bu ülkenin tek gurur kaynağı olan ve bu ülkeyi en zor anlarında mutluluğa boğan Galatasarayımız’ın başı çok ağrıyacaktı.
Evet, Galatasarayımız suç işlemişti. Çünkü Türkiye’ye ilk kez bir Avrupa Kupası kazandırmıştı. Galatasarayımız suç işlemişti, sebebi de Türkiye’yi bedavaya dünyaya tanıtmasıydı. Bu durum başta kuş simgeli kulüplerimiz olmak üzere birçok kulüp tarafından kıskanıldı. Hemen akabinde de Galatasarayımız’ı karalama kampanyalarına başlanıldı. Bunun da başında Avrupa’da aldıkları bir yenilgiyi şerefli mağlubiyet, bir beraberliği ise zafer kabul eden kuş simgeli kulüplerimiz vardı. Nedendir bilinmez bir maçta Chelsea’yi 2-0 yenen Beşiktaş’ı Avrupa Fatihi, Avrupa’da sıfır puan alan Fenerbahçe’yi de dünya kulübü ilan ettiler. Peki ya Galatasarayımız’ın yıllar süren çabalarından neden bahsetmediler? Amaçları Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı yükseltmekti ve bu amaç doğrultusunda başarıya giden her yol mübahtı. Biz bunları söylemek istemezdik ama bir takım sebepler dolayısıyla söyleme isteği duyuyoruz. Gönül ister ki lafta yaptıkları işleri gerçekte de yapabilseler.


Türk futbolu için bu sene oldukça önemlidir. Avrupa’da başarısız olunması halinde ülke puanı düşecek ve Türkiye Avrupa Kupaları’na bir sonraki yıl daha az takımla katılacaktır ve bunun önlenmesi için de Galatasarayımız canla başla mücadele etmektedir. Ama sırf kendi kısır döngüleri yüzünden Türk futbolunun bu pamuk ipliğine bağlı kritik durumunu heba etmeye çalışanları tarih affetmeyecektir... Galatasaray taraftarları da...

Büyük Kaptan

Bacak kadar çocuktuk. Alnımızdan terler boşalır, arka arazide akşama kadar top oynardık. Soğuk su içer, boğazımızı şişirirdik. Taşlarla kurduğumuz kale yerine başka mahallelerdeki inşaatlardan aşırdığımız tahtalarla kale direkleri inşa etmiştik sahamızda. Eh tabii, hepimiz bacak kadar boyumuza rağmen ahkam kesmeye bayılırdık. Bıyıkları terlemeye başlayan çok bilmiş Türk çocuklarıydık, çok iyi bilirdik futbolu; doğuştan! Her maçtan önce dönemin ünlü futbolcularından isim belirlerdik kendimize. Herkeste bir hücum oyuncusu ismi seçme hastalığı varken ben hep Bülent Korkmaz’ı seçerdim kendime, her ne kadar hücumdan savunmaya hiç dönmeyecek olsam da.
Onunla tanıştığım ilk günü çok iyi hatırlıyorum. Zamanında babamın televizyondan VHS bandına çektiği maçlardan birini izliyordum. Küçüktüm. Futbol pek bir anlam ifade etmiyordu o sıralar. Çok da eski yıllara dayanmayan bir maçtı ekranda izlediğim. Galatasaray’ın Avrupa’nın kapılarını zorlamaya başladığı yılların başıydı. 1989 yılında Monaco deplasmanında verilen mücadelede Galatasaray oldukça zorlanıyordu. Hele bir forvetleri vardı ki tutulması zor bir adamdı. Adı Fofana olan bu adamı kim tutacaktı? Maçın en kritik anlarında gerçekleşen bir oyuncu değişikliği ile oyuna Bülent adında bir genç giriyordu. Dizinin üzerindeki şortu ve bıyıklarıyla oldukça komik görünüyordu ve aynı zamanda futbolcuya da benzemiyordu. Ancak hiçbir şeye benzetemediğim bu genç adam maçın başından beri Galatasaray savunmasına korkulu anlar yaşatan Fofana’ya kene gibi yapışmıştı. O gün bu genç adama fena halde kanımın ısındığını anladım.
Sonra genç Bülent büyüdü, gelişti ve serpildi. Arkasında görev alan birçok kaleciyi eskitti, yanında da bir sürü stoper ve libero. Geçen zamanla birlikte ben de büyüdüm. Futbolla daha bir haşır neşirdim artık. Avrupa’daki birçok takım da dahil takımların ilk on birlerini ezbere sayardım sanki bir hünermiş gibi. En çok da sıra Bülent Korkmaz’a geldiğinde mutluluk duyardım. Onun adını daha bir güzel söylerdim. Çocuktuk o vardı. Adam olduk, o hâlâ oynuyordu aynı bitmek tükenmek bilmeyen hırs ve enerjiyle. Hayatımızda birçok şey değişmişti ama Bülent Korkmaz hep oradaydı.
En yuvarlak spor spikeri tabiriyle “hiçbir Türk futbolcusuna nasip olmayacak başarılara imza atan”, bir Eurosport spikeri tarafından “Bülent The Magnificent” olarak milyonlara sunulan, Türk Milli Takımı forması altında çıktığı her maçta Çanakkale’yi rakiplerine geçirmeyen, “rakip takımın başa bela forvetini kim tutacak?” sorusunun yanıtı olan, mohikanların sonuncusudur Bülent Korkmaz. Türk futbol tarihinin CV’si en süper olan oyuncusudur. Galatasaray’ın Franco Baresi’si, taraftarın Büyük Kaptan’ıdır. 1982 yılında girdiği Galatasaray’ın kapısından, yaklaşık 30 senesini o kapının ardında bırakarak, “bayrak adam” sıfatıyla çıkmıştır. Bu yüzdendir ki taraftarın en sevdiği oyuncudur. Kısacası taraftarın sahaya inmiş halidir.
Günümüz kahve futbolu kültürüne göre “iyi forvet” olarak hatırlanmak istiyorsanız mümkün olduğunca gol atmanız; iyi bir orta saha olarak anılmak istiyorsanız da elinizden geldiğince çok gol pası verip, frikikleri de hep doksana takmanız gerekirken, yıllar sonra efsane bir defans oyuncusu olarak hafızalarda yer etmek için ağzınızla kuş tutmanız dahi yetmeyecektir. İşte Bülent sırf bu tip futbol anlayışını yıkmak için herkese gösterilmesi ve anlatılması gereken bir efsanedir. Futbolun sadece hücumdan ibaret olmadığını, bir maçı kazanmak için sadece yeteneğin yeterli olmayacağını, hırsın ve inancın da en az bunlar kadar önem sahibi olduğunu kanıtlamak için bir Bülent Korkmaz vardı yeşil zeminler üzerinde.
Çok eleştirildi. Galatasaray taraftarı kendisini çok seviyordu ama sevmeyenler de vardı. Bunlar genelde rakip takım taraftarları olurdu. Gerekçe olarak ise Kaptan’ın çirkef olduğunu söylemekle yetinmez bir de ona kasap ve deli lakabı takarlardı. Bu laflar bizi çok üzerdi; her ne kadar Kaptan’ın bunlara gülüp geçtiğini bilsek de. Kendi adıma konuşmam gerekirse; ben saha dışında delirip küfürler ederken, benim hayatımdan daha uzun bir süreyi Galatasaray’da geçirmiş bir Bülent’in delirmesi çok normal gelmiştir bana. Bülent’i bu tavırlarından dolayı eleştiren fanatik rakip takım taraftarları kendilerini onun yerine koysalar nasıl bir tavır sergilerlerdi bu da hep aklımı kurcalamıştır doğrusu. Her şeyi söyleyebilirsiniz onun için; çirkef olduğunu, geveze olduğunu ve hatta sert olduğunu... Ancak asla Galatasaray ve Milli Takım için oynadığı maçlarda elinden geleni yapmadığını ve sonuna kadar savaşmadığını söyleyemezsiniz. Yıllar süren futbol macerası boyunca Fofana, Weah, Lacatus, Romario, Stoichkov, Kluivert, Shevchenko, Raul, Henry ve nicelerinin baş belası olmak, şarap gibi yıllar geçtikçe değerlenmek ve bugün Türkiye’nin bir numaralı markasının formasını yıllarca kaptan olarak terletmek sıradan bir insanın işi değildir. Braveheart’daki William Wallace gibi kılıcını çekip düşmanının üzerine saldırmadı ama kılıcı yaptığı yüreğini savurdu rakiplerine çıktığı her maçta. Bu noktada sanırım Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekiyor.
Sargılar içerisinde tamamladığı o unutulmaz Kopenhag gecesindeki görüntüsünü hatırlayalım. Türk futbol tarihinin görüp geçirdiği en büyük finaldeki, en görkemli görüntülerden biri olanı hani. O maç savaşılarak kazanılmıştı. O savaşın sahadaki kaptanı ise Bülent Korkmaz’dı. Yaralanması ve Vikingler’in ülkesinde gemisini terk etmemesi son derece anlamlıydı aslında. Savaş kazanılmıştı, Kaptan yaralıydı ama gururluydu, yılmamıştı. Bir insan milyonların gözü önünde soyadını onaylatmak ve hakkını helal ettirmek için bundan fazla daha ne yapabilirdi ki? O anı sadece biz değil, tarih de unutmayacak.
Şimdi yok, bunu garipsedik belki ve “bize de birşeyler mi olacak acaba?” diye korkar olduk. Vefa sadece İstanbul’da bir semt olarak kalmaya devam edecek bu gidişle. Zamanında Fenerbahçe’nin Oğuz ve Aykut’a yaptığını bu kez Galatasaray yönetimi Bülent’e yaptı. Onun sarı-kırmızı aşkı uğruna adadığı 28 yılı bir çırpıda harcadı. Oysa ki onun tek isteği o formayı bir sene daha terletmekti. 28 yılını severek verdiği kulübü ona 1 yıl daha vermeyi çok gördü. O nedenle artık oynamayacağını bilsem de bir parça isyan ediyorum. Romantik bir irrasyonalizmle buna karşı çıkıyorum. Ali Sami Yen’de eksikliğini herkes gibi hissediyorum. Dile kolay, parmaklarımın yetmediği seneleri eskitmiş bir formanın altında. O biliyor ya; tarih varsın yazmasın, biz kalbimize yazmışız onun adını.
Çocukken korktuğum umacı Fofana’yı hatırladım yine. Onlarca hatta yüzlerce forveti silmiştir sahadan ama ben hep Fofana ile boğuşturuyorum Bülent’i nedense. Tekrar söylüyorum ki Bülent bir efsane, internetin en gelişmiş arama motoru Google’nin bile bilgi vermediği Fofana kimbilir nerede?

PS: Yazı Ekşi Sözlük'ten alıntı olmakla birlikte, aynı zamanda olmaya da bilir. Şöyle ki; yazının büyük bir bölümünü kopyalayıp yapıştırdıktan sonra üzerine biraz kendi fikirlerimden ektim ve servis yaptım. Afiyet olsun!