Bacak kadar çocuktuk. Alnımızdan terler boşalır, arka arazide akşama kadar top oynardık. Soğuk su içer, boğazımızı şişirirdik. Taşlarla kurduğumuz kale yerine başka mahallelerdeki inşaatlardan aşırdığımız tahtalarla kale direkleri inşa etmiştik sahamızda. Eh tabii, hepimiz bacak kadar boyumuza rağmen ahkam kesmeye bayılırdık. Bıyıkları terlemeye başlayan çok bilmiş Türk çocuklarıydık, çok iyi bilirdik futbolu; doğuştan! Her maçtan önce dönemin ünlü futbolcularından isim belirlerdik kendimize. Herkeste bir hücum oyuncusu ismi seçme hastalığı varken ben hep Bülent Korkmaz’ı seçerdim kendime, her ne kadar hücumdan savunmaya hiç dönmeyecek olsam da.
Onunla tanıştığım ilk günü çok iyi hatırlıyorum. Zamanında babamın televizyondan VHS bandına çektiği maçlardan birini izliyordum. Küçüktüm. Futbol pek bir anlam ifade etmiyordu o sıralar. Çok da eski yıllara dayanmayan bir maçtı ekranda izlediğim. Galatasaray’ın Avrupa’nın kapılarını zorlamaya başladığı yılların başıydı. 1989 yılında Monaco deplasmanında verilen mücadelede Galatasaray oldukça zorlanıyordu. Hele bir forvetleri vardı ki tutulması zor bir adamdı. Adı Fofana olan bu adamı kim tutacaktı? Maçın en kritik anlarında gerçekleşen bir oyuncu değişikliği ile oyuna Bülent adında bir genç giriyordu. Dizinin üzerindeki şortu ve bıyıklarıyla oldukça komik görünüyordu ve aynı zamanda futbolcuya da benzemiyordu. Ancak hiçbir şeye benzetemediğim bu genç adam maçın başından beri Galatasaray savunmasına korkulu anlar yaşatan Fofana’ya kene gibi yapışmıştı. O gün bu genç adama fena halde kanımın ısındığını anladım.
Sonra genç Bülent büyüdü, gelişti ve serpildi. Arkasında görev alan birçok kaleciyi eskitti, yanında da bir sürü stoper ve libero. Geçen zamanla birlikte ben de büyüdüm. Futbolla daha bir haşır neşirdim artık. Avrupa’daki birçok takım da dahil takımların ilk on birlerini ezbere sayardım sanki bir hünermiş gibi. En çok da sıra Bülent Korkmaz’a geldiğinde mutluluk duyardım. Onun adını daha bir güzel söylerdim. Çocuktuk o vardı. Adam olduk, o hâlâ oynuyordu aynı bitmek tükenmek bilmeyen hırs ve enerjiyle. Hayatımızda birçok şey değişmişti ama Bülent Korkmaz hep oradaydı.
En yuvarlak spor spikeri tabiriyle “hiçbir Türk futbolcusuna nasip olmayacak başarılara imza atan”, bir Eurosport spikeri tarafından “Bülent The Magnificent” olarak milyonlara sunulan, Türk Milli Takımı forması altında çıktığı her maçta Çanakkale’yi rakiplerine geçirmeyen, “rakip takımın başa bela forvetini kim tutacak?” sorusunun yanıtı olan, mohikanların sonuncusudur Bülent Korkmaz. Türk futbol tarihinin CV’si en süper olan oyuncusudur. Galatasaray’ın Franco Baresi’si, taraftarın Büyük Kaptan’ıdır. 1982 yılında girdiği Galatasaray’ın kapısından, yaklaşık 30 senesini o kapının ardında bırakarak, “bayrak adam” sıfatıyla çıkmıştır. Bu yüzdendir ki taraftarın en sevdiği oyuncudur. Kısacası taraftarın sahaya inmiş halidir.
Günümüz kahve futbolu kültürüne göre “iyi forvet” olarak hatırlanmak istiyorsanız mümkün olduğunca gol atmanız; iyi bir orta saha olarak anılmak istiyorsanız da elinizden geldiğince çok gol pası verip, frikikleri de hep doksana takmanız gerekirken, yıllar sonra efsane bir defans oyuncusu olarak hafızalarda yer etmek için ağzınızla kuş tutmanız dahi yetmeyecektir. İşte Bülent sırf bu tip futbol anlayışını yıkmak için herkese gösterilmesi ve anlatılması gereken bir efsanedir. Futbolun sadece hücumdan ibaret olmadığını, bir maçı kazanmak için sadece yeteneğin yeterli olmayacağını, hırsın ve inancın da en az bunlar kadar önem sahibi olduğunu kanıtlamak için bir Bülent Korkmaz vardı yeşil zeminler üzerinde.
Çok eleştirildi. Galatasaray taraftarı kendisini çok seviyordu ama sevmeyenler de vardı. Bunlar genelde rakip takım taraftarları olurdu. Gerekçe olarak ise Kaptan’ın çirkef olduğunu söylemekle yetinmez bir de ona kasap ve deli lakabı takarlardı. Bu laflar bizi çok üzerdi; her ne kadar Kaptan’ın bunlara gülüp geçtiğini bilsek de. Kendi adıma konuşmam gerekirse; ben saha dışında delirip küfürler ederken, benim hayatımdan daha uzun bir süreyi Galatasaray’da geçirmiş bir Bülent’in delirmesi çok normal gelmiştir bana. Bülent’i bu tavırlarından dolayı eleştiren fanatik rakip takım taraftarları kendilerini onun yerine koysalar nasıl bir tavır sergilerlerdi bu da hep aklımı kurcalamıştır doğrusu. Her şeyi söyleyebilirsiniz onun için; çirkef olduğunu, geveze olduğunu ve hatta sert olduğunu... Ancak asla Galatasaray ve Milli Takım için oynadığı maçlarda elinden geleni yapmadığını ve sonuna kadar savaşmadığını söyleyemezsiniz. Yıllar süren futbol macerası boyunca Fofana, Weah, Lacatus, Romario, Stoichkov, Kluivert, Shevchenko, Raul, Henry ve nicelerinin baş belası olmak, şarap gibi yıllar geçtikçe değerlenmek ve bugün Türkiye’nin bir numaralı markasının formasını yıllarca kaptan olarak terletmek sıradan bir insanın işi değildir. Braveheart’daki William Wallace gibi kılıcını çekip düşmanının üzerine saldırmadı ama kılıcı yaptığı yüreğini savurdu rakiplerine çıktığı her maçta. Bu noktada sanırım Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekiyor.
Sargılar içerisinde tamamladığı o unutulmaz Kopenhag gecesindeki görüntüsünü hatırlayalım. Türk futbol tarihinin görüp geçirdiği en büyük finaldeki, en görkemli görüntülerden biri olanı hani. O maç savaşılarak kazanılmıştı. O savaşın sahadaki kaptanı ise Bülent Korkmaz’dı. Yaralanması ve Vikingler’in ülkesinde gemisini terk etmemesi son derece anlamlıydı aslında. Savaş kazanılmıştı, Kaptan yaralıydı ama gururluydu, yılmamıştı. Bir insan milyonların gözü önünde soyadını onaylatmak ve hakkını helal ettirmek için bundan fazla daha ne yapabilirdi ki? O anı sadece biz değil, tarih de unutmayacak.
Şimdi yok, bunu garipsedik belki ve “bize de birşeyler mi olacak acaba?” diye korkar olduk. Vefa sadece İstanbul’da bir semt olarak kalmaya devam edecek bu gidişle. Zamanında Fenerbahçe’nin Oğuz ve Aykut’a yaptığını bu kez Galatasaray yönetimi Bülent’e yaptı. Onun sarı-kırmızı aşkı uğruna adadığı 28 yılı bir çırpıda harcadı. Oysa ki onun tek isteği o formayı bir sene daha terletmekti. 28 yılını severek verdiği kulübü ona 1 yıl daha vermeyi çok gördü. O nedenle artık oynamayacağını bilsem de bir parça isyan ediyorum. Romantik bir irrasyonalizmle buna karşı çıkıyorum. Ali Sami Yen’de eksikliğini herkes gibi hissediyorum. Dile kolay, parmaklarımın yetmediği seneleri eskitmiş bir formanın altında. O biliyor ya; tarih varsın yazmasın, biz kalbimize yazmışız onun adını.
Çocukken korktuğum umacı Fofana’yı hatırladım yine. Onlarca hatta yüzlerce forveti silmiştir sahadan ama ben hep Fofana ile boğuşturuyorum Bülent’i nedense. Tekrar söylüyorum ki Bülent bir efsane, internetin en gelişmiş arama motoru Google’nin bile bilgi vermediği Fofana kimbilir nerede?
PS: Yazı Ekşi Sözlük'ten alıntı olmakla birlikte, aynı zamanda olmaya da bilir. Şöyle ki; yazının büyük bir bölümünü kopyalayıp yapıştırdıktan sonra üzerine biraz kendi fikirlerimden ektim ve servis yaptım. Afiyet olsun!
Dybala ve Skriniar'ın transfer ihtimali üzerinden, 3-4-1-2'nin ana kurgu
olduğu senaryo
-
Dybala ve Skriniar'ın transfer ihtimali üzerinden, 3-4-1-2'nin ana kurgu
olarak devam edeceğini söyleyebilirim. Icardi'nin rolü Dybala'nın
olacaktır. Sk...
17 saat önce
1 yorum:
bülent'e göndersen bunu ağlar:)
Yorum Gönder