28 Ekim 2009 Çarşamba

Alkış

"Maçı iptal etseydim 50 bin kişi sokağa dökülürdü cam çerçeve kalmazdı, Kadıköy yıkılırdı..."
(Bünyamin GEZER)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Fenerbahçe: 3 - Galatasaray: 1

Söyleyecek sözüm çok. Nereden başlayacağımı bilmiyorum, fakat bir yerden başlayacağım ki şu an tek bildiğim bu. Evet, epey doluyum. Normali de bu. "Uhuuu, biz Galatasaraylı'yız oğlum, yenildiysek ne olmuş yani? Onların tek amacı bizi yenmek değil mi zaten, uhuuuuuuuu!" mantığıyla gidenlere de, kusura bakmasınlar, bugün anlam veremeyeceğim. Söyleyecek sözüm çok bugün. Hepsini dile getirebilecek miyim, onu da bilemiyorum. Bir yerden ilk kelamı edeceğim önce, sonrası... Gidebildiği yere kadar! Gitmediği yerde, durup motorun soğumasını bekleyeceğim sanırım.
Allah var, bir haftadır maçı düşündükçe karnıma saplanan tarifi namümkün ağrıyı ancak çeken bilir. Mesele Beşiktaş ile olan mücadelemizin adı da derbi. Fakat bu hissi yaşatmıyor kesinlikle. Bunun sebebinin, genelde, Beşiktaş'a karşı üstün oluşumuz olduğuna da inanmıyorum. Yine de böylesi daha makbuldür belki, bilemedim şimdi. Uzun zamandır Fenerbahçe maçları işkence ile eşdeğer benim için. Üzülerek belirtmem gerekiyor ki bu maçların oynanacağı haftanın bir an evvel bitmesini istiyorum. Yine söylemeliyim ki Şükrü Saraçoğlu'nda oynanan son üç Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemedim ben. Dünkü dahil... O iki saatlik süre zarfı içerisinde elimden geldiğince soyutluyorum kendimi dünyadan. Nasıl becerebildiğimi birilerinin bana sorması gerek tabii ama oluyor işte bir şekilde. Dün mesela... Maç öncesi görüntüleri izliyorum evde. Son 10 yılı aklıma getirmemeye çalışıyorum. Hagi'nin "Galatasaray'ın adının olduğu her yerde umut vardır" sözünün peşinden gidiyor olacağım ki az da olsa bir umut yeşertiyorum yüreğimde bu maça dair. Sonra düşünüyorum... Kadıköy'deki son galibiyeti aldığımız maçı bir türlü hatırlayamıyorum. Aralık 1999'da yaşım kaçtı ki? Oturup maç izliyor muydum acaba? Bunun önemi yok zaten. Düşünüyorum ve Hagi'nin sözünün geçersiz olduğu tek yerin Papazın Çayırı olduğuna kanaat getiriyorum. Neyse... Maç öncesi futbolcuların taraftarı selamlamaya gittiğini görüyorum. 10 yılın getireceği bir motivasyon olmalıydı. Umudum bunaydı aslında. Yanılgımı anlamam için pek bir süre geçmesine gerek yokmuş. Geçen yıldan sabıkalı takım kaptanımız Arda Turan, ısınmaya çıkan Fenerbahçeli futbolcuların arasına dalıp yumruklarını konuşturmaya başladı. Maçın kaybedildiği, az olan umudumun da söndüğü an o andı aslında. Kimse bana olayları F.Bahçeli oyuncuların körüklediğini anlatmaya çalışmasın, çünkü anlamamakta ısrarcıyım. Galatasaray'ın motivasyon konusunda bir sıkıntısı olduğu son derece aşikâr. Ben dünya üzerindeki hiçbir takımın derbi maçlara böylesine bir motivasyon ile hazırlandığını sanmıyorum. O an yaşananların başta Arda olmak üzere, takımdaki tüm oyunculara negatif bir etki edeceğini anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Bunu da geçelim... Ayrıntılara sonra değineceğim zaten. Maçın başlamasına 10 dakika kala evden dışarı attım kendimi. Kadıköy'deki maçları izlememenin bünyede yarattığı sinir ve stres, izlerken oluşandan daha hafif, deneyebilirsiniz gelecek sene. Deniz kenarına gittim ve iki geçmek bilmeyen saat boyunca öylece oturdum. Ali Sami Yen'de Nonda'nın golüyle 1-0 kazandığımız maçın son 10 dakikasını bile stadın tuvaletinde geçirmiş biri olarak Kadıköy'deki maçları izlememeyi tercih ediyor olmam kadar doğalı yoktur herhalde. Eve geldiğimde uzatma anları oynanıyordu. Kapıdan şöyle bir baktığımda Guiza seviniyordu. Geçelim...
Takımın motivasyon yönteminden bahsedelim... Aslında Baklavasına'da bilog bu konuda söylenebilecek her şeyi yazmış. Galatasaray o stada adım attığı an farklı bir kimliğe bürünüyor. "O stada çıktığımızda ayaklarımız titriyor" diye yakınan Türk futbolcuları zaten geçtim. Elano, Kewell, Baros, Keita, Franco, Nonda... Bunlar Avrupa'da üst düzey stadyumlarda, pek çok üst düzey maça çıkmış isimler. Bu adamlar bile kimliklerini kaybediyorsa, sözün bittiği yerdeyiz bence. Yoksa iki sene içinde Benfica, Hertha Berlin, Bordeaux, Hamburg, Panathinaikos gibi takımlara karşı muhteşem sonuçlar elde eden bir Galatasaray'ın, saydığım ekiplerden zerre artısı bulunmayan bir Fenerbahçe karşısında bu denli aciz görünmesinin başka bir açıklaması yok. Ben Fenerbahçe'nin derbilere hazırlanma sürecini çok merak ediyorum. Nasıl yapıyorlar bilemiyorum ama bu işi çok iyi yaptıkları kesin. Galatasaray ve Beşiktaş ile yaptıkları son 18 lig maçında sadece tek bir mağlubiyet aldılar ki bunu her iki takımdan da üstün bir kadroları olduğu için yapmıyorlar. Kendilerine güvenleri var bir kere. Galatasaray'ın bu konudaki en büyük sıkıntısı 10 senedir sürekli mağlup olmanın bir getirisi olarak her sene ilk hedef olarak galibiyeti görmesi, sinirlerine hakim olamaması, ilk golü kalesinde görünce dağılması. Bunun önüne geçebilecek bir yöntem buluncaya dek tarih tekerrür etmekten sıkılmayacak maalesef.
Gaziantep'de oyuna kenardan çıkmak istemeyen Arda'nın önüne geçip adeta siper ören, Saraçoğlu'nda olmayacak bir penaltıya düdük çalan, Galatasaray'ın haklarını verecek kadar cesur olamayan, suratsız bir adam hakkında ise söyleyecek fazla sözüm yok. Dilimizde tüy bitti, değişmeye niyeti olmayan adamları sopayla mı değiştireceğiz? Oğuz Sarvan'ın kendisi neydi ki, Hakem Komitesi Başkanlığından ne olsun? Bunu da geçiniz...
Arda Turan'a değineceğim biraz. Arda'ya başında beri inanmış biri olarak söyleyebilirim ki dün gece Arda'nın Galatasaray defterine kara bir leke olarak geçmiştir. Bu sadece benim iddiam. Ben kimim? Bir Galatasaray taraftarı... Kimsenin şeyine takmayacağı bir adamım. En azından bu hususta. Neden? Çünkü aykırı düşünüyorum. 22 yaşındaki, henüz kendisini dizginlemeye gücü yetmeyen birini kaptan yaptık biz. Takım arkadaşlarına örnek olması gereken bir adamdı bu. Geçen sezon Ali Sami Yen'de oynanan maçtan sabıkalı olmasına rağmen bir sonraki maçın başlamasını bile bekleyemedi ve kanımca takımın tüm bir hafta boyunca yaptığı tüm hazırlıkları tek başına heba etti. Böylesine bir maçta oyunu gereksiz yere germenin, takım arkadaşlarının motivasyonuna doğrudan etki etmenin, taraftarın beklentisiyle oynamanın hakkını kim veriyor acaba Arda'ya? Adım gibi biliyorum ki dün akşam "Yürü be Arda, bir tane de benim için çak" diye haykıran yığınla Galatasaraylı bulabiliriz. Tamam, milyar liralık elbiseleri üzerine çek. Sonuçta kazandıklarının yanında o rakamların esamesi okunmaz ama taraftara bunu yapma, o çok sevdiğin camiana bunu yapma. Hakkın yok buna. Maçın başındaki gerginlik olmasa Keita oyundan atılır mıydı acaba? Onbir kişi ile devam etsek maçın sonucu ne olurdu? Olasılıklar üzerinden konuşmayı sevmem. Seven varsa, sorular bunlar işte. Metin Oktay'ın formasını giyeceği için 10 numarayı ve kaptanlığı kabul ettiğini dile getiriyordu Arda. Birilerinin Arda'ya Metin Oktay'ın durduk yerde Metin Oktay olmadığını anlatması gerekiyor acilen.
Kısa bir süre öncesine kadar Fenerbahçe mağlubiyetleri sonrası uyku sözcüğü kaybolurdu hafızamdan. Maç sonrası spor programlarını izlemeyi bırakın, ne bir hafta boyunca televizyonu açardım ne de birkaç gün doğru dürüst yemek yiyebilirdim. Hani psikolojide öğrenilmiş çaresizlik vardır ya, işte bizim durumumuzun gittiği yer de sanıyorum ki burası. Dün akşam spor programlarını bile izledim, koymadı pek. Talihi değiştirebilme imkanı olanlar bu uğurda kendilerini yormamış, hırpalamamış, sıkıntı çekmemişken ben niye kendimi bu işkenceye mahrum bırakacaktım ki? Ne de olsa onlar dün gece, dün gece olmasa bile bu geceden itibaren başlarını yastıklarına rahat koyacaklar. Cepleri para dolu, kazanırlarsa tabii ki mutlu olacaklar, kaybederlerse de acısı anlık olacak. Fakat umudunu onların becerisine bağlamış milyonlarca kişi, tutunacak tek dalı takımı olan binlerce taraftar, bir o kadar suratsız karşısında ağzını açamayacak, öyle mi? Yok ya!
Dedim ya, Kadıköy'deki son karşılaşmamızı hatırlamıyorum ben. 13 yaşındaymışım o vakit. Az değilmişim ama hatırlamıyorum işte bir şekilde. 10 sene geçmiş üzerinden... Bir 10 sene daha geçebilir üzerinden, belki de daha fazla. Sorun ettiğim bu değil ki benim.

NOT: Dün gece maçtan sonra hiç yapmadığını yapıp, dakikalarca o iğrenç müzikler eşliğinde hoplayıp zıplayanları gösteren, ara ara boynunu eğip oturmuş Galatasaray taraftarlarını da kadraja alıp harmanlayan Lig TV'nin ise yatacak yeri yok.

23 Ekim 2009 Cuma

Galatasaray: 4 - Dinamo Bucharest: 1

Maç öncesinde pek çoğunun aksine karşılaşmanın zor geçeceğini düşünmüyordum. Galatasaray'ın Bükreş temsilcisi karşısında takılabileceğini düşünenlerin sebepleri de son derece makuldü aslında. Neticede 3 gün sonra bir derbi maçına çıkacaksınız. Akılların o maçta olduğu yönünde fikir yürütmek çok zor olmasa gerek. Türk futbolunun, pardon Türk basınının, geçmişine baktığımızda her daim aynı yolun izlendiğini görüyoruz zaten. Önemli bir maçtan önce görece daha kolay bir rakibe karşı oynayacaksanız akılınız da fikriniz de o söz konusu önemli maçta olur. Dedim ya, basındır bunu yazan. Doğruluğunu takdir etmek size düşsün. Düşünmekte fayda var. Halı sahada top koştururken bile, top ayağımıza geldiği an dünyadan kopmuyor muyuz? Öyleyse bir futbolcu sahaya çıktığında psikolojik açıdan başka bir şey düşünebilir mi? Bu mümkün mü? Ben sanmıyorum, pek çoğu sanmıyor ama basının düşündüğü tam olarak bu işte. Yoksa Dinamo Bucharest maçının ertesinde spor yazarlarının maçı yorumlamak yerine F.Bahçe maçına değinmelerinin başka bir açıklaması olamaz.
Deplasmandaki Panathinaikos galibiyetinden sonra Galatasaray'ın kalan maçlarını güle oynaya tamamlayıp, grubu lider bitireceğini düşünenler, iç sahada Sturm Graz karşısında kaybedilen puanların ardından kafalarındaki soru işaretleriyle yaşamaya başlamışlardı ki Galatasaray gruptaki üçüncü maçında Romanya temsilcisi Dinamo Bucharest'i evine 4-1'lik mağlubiyet ile gönderip, puanını 7'ye çıkardı. Bu sezon dillerden düşmeyen rotasyonun bir örneğini gördük dün gece. Rijkaard sahaya Franco, Sabri, Mehmet, Servet, Caner, Ayhan, Mustafa, Elano, Kewell, Keita ve Nonda onbiri ile çıkmayı tercih etti. Arda ve Baros'un dinlendirildiği maçta Galatasaray fiziksel açıdan büyük direnç gösteren rakibini Kewell, Nonda (2) ve Elano'nun golleri ile geçti ve Türk spor basınına "Artık Fenerbahçe maçını rahat rahat düşünebilirsiniz" mesajı verdi.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Galatasaray: 4 - Trabzonspor: 3

Takımın başındaki isim Gerets olsaydı muhtemelen maçtan sonra duyacağımız cümle şöyle olurdu: "Yediğimizden bir fazlasını attığımız müddetçe sorun yok!" Yalan da değil aslında. Koca sezondaki tüm maçlarını 1-0 kazanan bir takımın basbayağı şampiyon olacağı kadar gerçek. Ben bir takım maç kazandığı sürece tartışılmaz sanırdım hep. Kazanan bir şekilde haklı olmalıydı. Yine de birileri iki haftada yenen 6 golün açıklamasını yapabilir mi?
Galatasaray'ın takım savunmasında sıkıntı yaşadığı ortada. Birkaç haftadır bu böyle. Bunda en büyük pay hiç kuşku yok ki savunma ve hücum hattı arasındaki bağlantıyı kurmakla görevli olan ön liberolar. Sezona harika bir giriş yapan Mustafa Sarp formayı garanti olarak mı görüyor bilemiyorum ama kendisini değişilmez kılan mücadele özelliğinden de biraz kaybetmiş gibi. Çok uzun bir zamandır yokları oynayan Mehmet Topal ve Linderoth'a zaten değinmeyeceğim. Sakatlık sonrası takıma geri dönen Ayhan Akman'ın topla gereğinden fazla oynama sevdası ise bu hafta başımıza neredeyse büyük dert açıyordu. Galatasaray'ın savunma dörtlüsünü eleştirenlerin çok büyük bir yanılgı içinde olduklarını düşünüyorum. Servet, Gökhan ve Hakan'ı bir kenara bırakırsak savunmanın sağ tarafını teslim ettiğimiz Sabri'de bu sene büyük bir değişiklik gördüğümü söyleyebilirim. Bir düşünün... Bu sezon kaçıncı kez "Sabri bu maçta takımın en iyisiydi" ifadesini kullandık? Ben sayamadım artık. Bu denli yerden yere vurulmayı hak etmiyor bu adam. En azından bu sezonki performansıyla. Kendisini uzak mesafeden şut çekmeyi bıraktığı için de ayrıca kutlamak istiyorum.
Lider Fenerbahçe'nin mağlup olduğu haftada aradaki 5 puanlık fark kapatılmak zorundaydı. Yine de F.Bahçe mağlup sayılınca bizim de mağlup sayılmış olma ihtimalimizden haz etmiyordum. Galatasaray bu kez o bilindik senaryoyu uygulamadı. Kewell, Servet, Arda ve Baros ile sonuca gidip, karşılaşmadan 4-3 galip ayrıldı. Evet, 3 gol de yedi. Belki de, gerçekten, kazandığınız müddetçe kalenizde gördüğünüz gol sayısının bir önemi yoktur. Ancak rahat maç izlemek isteyen bir taraftar şikayetçi olabilir bundan ki onu da anlarım.
Malum, gelecek hafta Fenerbahçe deplasmanı var. Fenerbahçe'nin Gaziantep'ten 3 puanla ayrılması durumunda gelecek hafta oynanacak olan maç Galatasaray için tam anlamıyla bir ölüm kalım mücadelesi sayılacaktı. 1999'dan bu yana galibiyet yüzü göremediğimiz stadta alınacak bir mağlubiyet ligin erken kopmasına sebebiyet verebilirdi. 10 yıldır kazanamıyor oluşumuzdan ötürü atıp tutmayacağım. Zira şansımızın tutmadığını inkar etmek fazlasıyla abes olur. Yine de 2 puanlık bir farkın takım üzerinde yaratacağı stres, 5 puanlık farkın yaratacağından daha insancıl olacaktır.
Yazıyı kapatmadan... Gica'ya bakar mısınız? Bir zamanlar Ali Sami Yen çimlerinde yazılan nice destanda başrol oynayan adam bu kez aynı stadta taraftar olarak yerini alıyor. Gülümsemene kurban olacak yığınla adam var burada. Biliyorsun bunu. Hasta Siempre!

4 Ekim 2009 Pazar

Ankaragücü: 3 - Galatasaray: 0

Birkaç haftadır kapıyı çalan mağlubiyet bugün kapıdan içeri girdi. Galatasaray deplasmanda Ankaragücü'ne 3-0 mağlup oldu ve bu sezonki ilk mağlubiyetini ağır bir sonuçla aldı. Aslına bakılırsa, daha önceki yazılarımda da söyledim, Panathinaikos maçından Sturm Graz maçına dek oynanan dört karşılaşmada bu mağlubiyetin sinyallerini almıştık. Bir kere rakiplere çok fazla pozisyon veriyorduk. Yakın bir zamanda savunmamızda bir patlama beklemiyor değildim. Sadece büyünün bozulmaması için dile getirmiyordum. Gollerden sonraki konsantrasyon düşüklüğü inadına devam ediyor Galatasaray'da. Maçın son 8 dakikasında ardı ardına yenen 3 golün başka bir açıklaması vardır yine de...
Geçtiğimiz hafta oynanan Eskişehirspor maçından sonra Rıdvan Dilmen, Frank Rijkaard'ın bir B planının olmadığından söz etmiş, deyim yerindeyse yer yerinden oynamıştı. Hafta boyunca pek çok spor yazarı Rıdvan'ın bu sözlerini tiye alan açıklamalar yapmışlardı. Şüphe yok ki Dilmen bu açıklamalarını ezberbozmaz biçimde devam eden maç içi oyuncu değişikliklerine bağlıyordu. Ankaragücü maçı sonunda bu yoldan tümevaran Bülent Tulun da adeta Dilmen'i onaylıyordu. Peki var mı böyle bir şey? Gerçekten Rijkaard'ın bir B planı yok mu? Yoksa günümüzün efsane takımı Barcelona'nın bugün bile izinden gittiği sistemin yaratıcılarından biri olarak yeni bir ülkede, yeni bir takımda, yeni bir sistem kurmaya mı çalışıyor? İkincisi daha mantıklı geliyor kulağa ve akla... Ancak benim bu konuda bile farklı düşüncelerim var.
Rijkaard ülkeye ayak bastığında pek çoklarımızın da ağzı kulaklarındaydı. Nihayetinde kendisini kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir isimdi. Barcelona'da yaptıkları hâlâ akıllarda tazeydi. Yapılan transferler ile birlikte beklentiler de arttı. Rijkaard sistemi olmayan Türk futboluna yeni bir sistem getirecekti. Herkesin beklentisi belki de yeni Barcelona'ydı, kim bilir! Üst üste gelen başarısız sonuçlardan sonra Rijkaard'a yöneltilen birtakım eleştiriler sonrasında gördük ki Rijkaard için kimse ağzını açmamalı. Elbette ki hiçbirimiz futbolu ondan daha iyi bilmiyoruz, fakat bu teknik adamın eleştirilmemesi için bir sebep değil ne yazık ki. Çok eleştirilen Skibbe ve Gerets de futbolu bizlerin bildiğinden daha iyi biliyorlardı fakat onlar da eleştiriliyordu. Bir kere ülkemiz futbolunun doğasında var bu. Kimse özünü inkar edemez. Bu yüzdendir bünyemizde bir Alex Ferguson, bir Wenger yetişmiyor...
Rijkaard'ın sistemi konusunda da şüphelerim vardı. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için bu düşüncemi açayım. Şüphelerim Rijkaard üzerine değil, Türk futbolu üzerineydi. Futbol dünyasında belli bir yer edinmiş tüm teknik adamların bir sistemi vardır. Elbette ki Rijkaard'ın da var. Fakat - ve maalesef - Rijkaard'ın çalışdığı ülkenin adı Türkiye. Bu ülkede hiçbir sistemin işlediği görülmemiştir ki herhangi bir futbol sisteminin işlediği görülsün. Türk futbolunun geçmişine baktığımızda kimsenin bir sistem kurmaya çalıştığını göremeyiz. Deneyenler olmadı mı? Oldu. Şimdi neredeler peki? Bu ülkede futbol takımı çalıştırıyorsanız günü kurtarmak zorundasınız. Kimse geleceğinizle ilgilenmez, kimsenin umrunda olmaz. Türk futbolcusunun hiç olmaz. Bir kere alışmamışlar buna... Yani burada sürekli 4-2-3-1 oynayıp, zora düştüğünde bile bundan ödün vermeyen bir adam ayıplanır. Adının Rijkaard olmasının bile bir önemi yoktur. Ben Rijkaard'ın Türkiye'de ve Galatasaray'da belli bir sistem oturtabileceğine inanmıyorum. Başından beri... Başka bir ülkede, başka bir takım olsaydı inanmamam için bir sebep olmazdı. Ancak Rijkaard bu ülkeyi tanımıyor. Bu ülke insanını tanımıyor. Bu ülkenin futbol konusundaki cahilliğini bilmiyor. Hiçbir zaman da bilemeyecek...
Sezon başından beri kamuoyuda yaratılan "bu takım yenilmez" düşüncesi sekteye uğruyor ki, bu iyi bir şey. Dünya üzerinde yenilmez bir takım olmadığını en çok futbolcular öğrenmeli. Taraftar öğrendi zaten. Yıldızlarla maç kazanıldığı günler geçmişte kaldı hiç kuşkusuz. Günümüzde savaşan yıldızlara sahip olmalısınız. Arda bunu çok güzel yerine getiriyordu mesela. Son birkaç haftadır Arda'yı gören beri gelsin. Ne zaman bir röportajını görsem yurt dışına gitmekten bahsediyor. Arda canımız ciğerimiz, kredisi sonsuz ama onu böyle görmeye alışamamışız bir kere. Bu sezonki Galatasaray eleştirilmeyecek gibi bir şey elbette yok.

2 Ekim 2009 Cuma

Galatasaray: 1 - Sturm Graz: 1

Bu sezon mağlubiyete ilk kez bu kadar çok yaklaştık. Panathinaikos deplasmanından 3 puanla dönünce grubu çok rahat tamamlayacağımızı düşünenler yanıldı. Evet, gereğinden fazla bir rahatlık var takımın üzerinde. Belli ki grubun son maçına kadar rahat nefes alamayacağız.
En son 2000 yılında karşı karşıya gelmiştik Sturm Graz ile. Şampiyonlar Ligi grup maçlarında oynanan iki karşılaşmadan da galip ayrılamamıştık. Skor anlamında değişen hiçbir şey olmadı. Koskoca ilk yarı boyunca girilen tek bir net gol pozisyonuna karşı Avusturya ekibi üç tane buldu. Devrenin uzatma anlarında buldukları gol ise kendilerine olan güvenlerini kamçıladı.
İkinci yarıda Galatasaray'ın takım halinde oyun disiplininden koptuğunu gördük. Bilhassa savunmanın başına buyruk tavrı maçı rahatlıkla Sturm Graz'a verebilirdi. Mehmet Topal'daki inanılmaz form düşüklüğü devam ediyor. Böyle devam ederse Fenerbahçeli Selçuk ile yarışır. Yıldız adayı Türk futbolcuların neden bir devamlılığı yoktur, merak ederim.
Milan Baros ise kaydettiği gole rağmen saç baş yoldurttu. Bunu ben bile söylüyorsam, anlayın ki Baros gerçekten kötüydü. Kaleye bir metre mesafeden üst direğe nişanladığı top Galatasaray'a sallamak için hazır bekleyen birtakım kalem oynatıcısını memnun edecek cinsten.
Arda Turan'a da değinmeden edemeyeceğim. Tamam canımız, ciğerimiz ama belli ki kafasına takılan şeyler var. Bir kere haftalardır yüzü gülmüyor. Bu da oyununa yansıyor.
Geride bırakılan haftaları göz önünde bulundurunca bu sezon aradan sıyrılan tek isim Keita gibi görünüyor. Adamın kötü oynadığı tek bir maç yok bu güne kadar. Maça etki etmek için elinden gelenin fazlası uğruna mücadele ediyor. Keita varsa, Galatasaray da oluyor. Nitekim bir geçiş dönemindeyiz. Her sene olur bu Galatasaray'da... Ne kadar çabuk atlatırsak o kadar iyi.