14 Haziran 2007 Perşembe

Yaprak Dökümü 1 - Erik Gerets

Biten sezonla birlikte Galatasarayımız'da dalına sıkıca bağlanmış olan birçok isimle yollar ayrılmaya başlandı. Dökülen yapraklarımızdan ilki de teknik direktörümüz Erik Gerets oldu. Hakkında söylenecek çok şey var Belçikalı aslan parçasının. Galatasaray'ın tarihinde görüp görebileceği en anlamlı şampiyonluğun baş mimarıydı kendisi. Gerets hakkında ben pek fazla bir şey söylemek istemiyorum. Şayet aşağıda verdiğim ve Sözlük'ten alıntı olan uzunca yazı onun Galatasaray macerasını özetliyor.

----------------------------------------------------------------------------------

Futbol ne enteresan oyun! Bir sene hayranı olduğun adamdan ertesi sene yaka silker hale gelebiliyorsun. Özhan Canaydın'ın Galatasaray'ı sağ olsun bu duyguya alıştırdı bizi.
Cimbomlular’ın hayalindeki başarıların neredeyse tamamını yaşatmış olan Fatih Terim mesela; ikinci Galatasaray dönemi bir buçuk sene içinde tükendi, kendisine "Bir daha Türkiye'de kulüp takımı çalıştırmam" dedirtecek kadar. Ya da onun yerine gelen Gheorghe Hagi'de tam tersinin olduğu gibi. İlk başlarda hocalığını tutmadığımız “maestro”nun gidişine nasıl da sızlanmıştık.
Tesadüf müydü, kader mi, şartlar mı öyle gerektirdi, yoksa birlikte çalıştıkları yönetimin mi etkisi bilinmez, Erik Gerets'in de sonu benzer oldu. Dalga geçmek için değil, ciddi ciddi "küme düşebilir" deniyordu 2005 Ağustosunda Galatasaray için... Ekonomik sıkıntılarla boğuşan, yıldız potansiyeli bulunan tek adamını (Franck Ribery) elinden kaçıran, transfer sezonu boyunca biri ismi pek duyulmamış bir yabancı (Sasa Iliç), diğeri alt sıra takımlarının müdavimi (Altan Aksoy) iki adam getiren, bir de elinde ya yılgın ya da kariyerinin sonuna yaklaşmış (bazılarında da her ikisi birden olan) Türk oyuncularla (Hakan Şükür, Hasan Şaş, Necati Ateş, Ergun Penbe, Ayhan Akman, Emre Aşık, Cihan Haspolatlı, Orhan Ak) dolu bir takımın başına geçti Erik Gerets...
Ligin ilk haftasında oynadığı Konyaspor maçı hâlâ aklımda. Turkcell Süper Lig'le aramın pek olmadığı bir dönemde tesadüfen bir arkadaşımla oturup izlemeye başladık maçı. Oyuna inanılmaz bir tempoyla başladı Galatasaray, burun kıvrılan Sasa Iliç'in (ki kendisinin de ne kadar kurnaz ve etkili bir futbolcu olduğunun anlaşılmasına birkaç hafta daha vardı) üçüncü dakikadaki golüyle de öne geçildi. Sadece üç dakikada bile tempolu, bol paslı, rakip yarı sahaya oyunu yığarak baskılı hücum eden bir takımı görüp heyecanlanmıştık. Sonra dakikalar ilerledi, yaklaşık 25-30 dakika bu tempoda ilerledi. "Hayalimin futbolu bu lan!" dedim yanımdaki arkadaşıma, kondisyonun yetersiz kalması sonucu bu oyunun değişmesine kadarki zamanda olmalıydı. Velhasıl maç 2-1 bitti (yine bir Iliç golüyle 2-0'ı bulmuştuk).
Zamanlar ilerledi, Galatasaray koca sezonu Fener'in bir önünde bir arkasında devam ettirdi. Ama aylar geçtikçe maddi sorunlar daha fazla ayyuka çıktı, antrenmana çıkmamalar, oyuncuların idmanlardaki neşeli "para para para" protestosu hatırlarda hâlâ... Devre arasında Antalya'da oynanan Efes Cup finalinde Beşiktaş karşısına çıkaracak oyuncu bulamayıp büyük ölçüde gençlerle oynanan maçı penaltılarda yitirişimiz de... Bu endüstriyel futbolun göz alıcı balonundaki bir patlak noktasıydı aslında. Büyüklerle mücadele etmeye çalışan, bir dönem bunu başaran bir Orta Doğu/Balkan takımı, hesabını bilememenin, ayağını yorganına göre uzatamamanın sonucunda dev bir krizin içerisindeydi ama her nasılsa bunlar atlatıldı, medyaya yansıdığı kadarıyla Hakan Şükür, hatta Faryd Ali Mondragon gibi takımın kıdemlilerinin genç oyunculara harçlık verdiği, yabancıları güç bela ikna ettiği bir ortamda futbol oynuyor, lig liderliğine oynuyordu takım.
Erik Gerets işte o takımın çimentosuydu. Sezonun ilk haftalarında muhtemelen "Allahım, nasıl düştüm ben böyle bir mahrumiyet bölgesine!" hissiyatının şaşkınlığıyla çıkıp birkaç defa "Sezon başında verilmiş olan sözler tutulmadı" gibisinden açıklamalar yaptıysa da vakit geçtikçe sızlanmanın bir işe yaramayacağını anladı. Oyuncuları futbola konsantre etmeye çalıştı. Ve başardı! Sorun yumağı, "Dilinden ancak diğer Adanalı anlar" dedikleri Fatih Terim'in bile hakkından gelemediği Hasan Şaş'ı 3 yıllık uykusundan uyandırdı Belçikalı. O kel kafalı deli adam gol attıktan sonra hırsla tribüne değil, sevgiyle kenardaki adama koşuyordu. Bir o değil, Galatasaray'da 2000 yılında bile az görülen bir takım ruhu, oyuncu-teknik direktör sevgisi oluşmuştu, bütün sevinçler yedek kulübesi önünde oluyordu 2005-06 Galatasaray’ında. Bütün dertler, sıkıntılar en azından 90 dakika boyunca sahada unutuluyordu, oynamaktan keyif alan bir takım yaratmıştı Belçikalı.
Eldeki yetersiz sayılabilecek kadro kötü şartların sağladığı olumlu motivasyonla % 100'e yakın performans getiriyordu. Hakan, Hasan, Ümit, Cihan gibi Türkler; Saidou, Song, Tomas gibi yabancılar zaten ellerinden geleni veriyordu ama Galatasaray taraftarı adını o gece öğrendiği bazı çocukları da alkışlamaya başlamıştı. Bir Beşiktaş maçında savunmadaki eksiklikler Yalçın Ayhan'ın formayı kapmasına sebep olmuştu mesela. İkinci yarının açılışındaki Konya deplasmanında 3 puanı Aydın Yılmaz'ın 90'daki golü getirmişti. Gençlere nasıl güvenilir, onu böyle göstermişti Gerets. 22 Nisan 2006 gecesi Şükrü Saraçoğlu Stadı'na savunmanın iki tarafında Ferhat Öztorun ve Uğur Uçar'la çıktı Galatasaray. O gün 4-0 kaybedildi evet, ama eminim Belçikalı’nın o gece bu iki çocuğa verdiği mesaj şampiyonluktan daha önemliydi.
Ve nasıl olduysa şampiyonluğu o gece Kadıköy'de yitirmiş görünen takım mucizevi bir Beşiktaş galibiyetiyle umut tazeledi. Son dakikada Hasan Kabze'nin ayağından gelen, futbol hayatında görmediği şey kalmamış olan Hakan Şükür'ü hüngür hüngür ağlatan maç hani! Ve bir sonraki hafta, 14 mayısta olmaz denen oldu. "Galip sayılır bu yolda mağlup" demeye hazırlandığımız takım, Denizli'nin Fenerbahçe'ye attığı golün haberini aldığında kendi oyununu bırakıp sevinecek kadar duygu yoğunluğuna girdiği bir dönemden şampiyonlukla çıkmıştı.
İşte bu, Gerets'in eseriydi. Yaşlılar, tecrübesizler, mutsuz yabancılar ordusundan en azından her maçta elinden geleni ortaya koyan bir kadro yaratmayı başarmıştı o. "Elinden geleni" vurgusu önemli, zira 31. haftadaki Fenerbahçe maçında olduğu gibi, o takımın elinden gelen her zaman yeterli değildi ama yürekten oynadıklarını biliyordu ya Galatasaraylılar, o da yeterdi. Cesaretle, azimle oynayan takımın cesur hocası olarak kabullendik Gerets'i. Mustafa Denizli, Karl Heinz Feldkamp, Fatih Terim gibi takımıyla bütünleşen, kendi kararlılığını takımına aşılayan savaşçı hocalar zincirinin yeni halkası olarak gördük. Son haftada mucizevi bir şekilde gelen ("yakalanan" değil de "gelen" dememde bir sakınca yoktur sanıyorum) şampiyonluğu da biz sezon boyunca verilen Don Kişotvari bir mücadelenin güzel sürprizi olarak algıladık. Gerets ve oyuncularının verdikleri savaşa karşı hak ettikleri bir ödül gibiydi.
Sizi bilmem ama ben Gerets'i çok sevdim, takımı şampiyon yaptığı için değil sadece, bu yukarıdakiler için. Bu yüzden ikinci sezonunda Rigobert Song ve Sasa Iliç'le inatlaşmasını da, gençlere az fırsat vermesini de, tuhaf ısrarları, tutmayan formülleri yinelemesini başka sebeplere bağladım. Bu adamın yaptığı hataları sineye çektim. Başta bahsettiğim gibi iki senesi arasında fark vardı ama futbol bu. Dahası, ligin son birkaç haftasına gelindiğinde Fenerbahçe ve Beşiktaş üst üste kayıplar yaparken bile isteksizce oynayan, Şampiyonlar Ligi bileti için bile kendini yormayan oyuncuları görünce affettim onu. Evet, Gerets uzun bir sezon boyunca çok hata yaptı ama itiraf etmeliyiz, kendisine sadece Junichi Inamoto'yu veren (ki o da takviye değil, Saidou’nun yerine alınmış ikame bir transferdi) yönetimle, büyük olasılıkla bütün enerji ve motivasyon potansiyellerini geçtiğimiz sene kullanmış olan oyuncularla (ki onlara da hak vermeden edemem, bir senelik insanüstü mücadelenin devam etmesini beklemek haksızlık olurdu) bu kadarını yapması, takımı üçüncülükte tutması, hem de son haftaya kadar ilk 2 umudunu koruyacak kadar götürmesi de az şey değildi.
Diğerlerini bilemem, kendi adıma konuşabilirim. Seni çok özleyeceğim Erik Gerets. Bu satırları yazarken bile kimbilir kaç defa tüylerimi diken diken eden, gözlerimi dolduran ve karnıma sanırım akşama kadar geçmeyecek olan bir stres ağrısı sokan adam. Vedasını açıkladığı basın toplantısında gözyaşlarını gizlemeyecek kadar Galatasaray'ı seven adam. Oyuncularınla iletişimini, hücum futboluna düşkünlüğünü, gençlere olan inancını, hatta kafandan akan kanın bile yakışacağı kadar savaşçılığını da seni sevdiğim kadar sevdim rekem aslanı. Galatasaray taraftarı sana borçlu. Hiçbir şey için değilse bile hayatları boyunca tecrübe etmiş olduğu en anlamlı şampiyonluk için. Yolun açık olsun rekem aslanı. Hatta benim gönlümde İstanbul'un aslanı.

Hiç yorum yok: