AYLAR SONRA GELEN OKUMADAN ÖNCE EDİTİ: Efendim bu yazı Galatasaray Dergisi'nin Ağustos 2007 sayısında yayınlanmıştır. Yalnız editörler yazının yarısını kesmiş. "Lan madem yayınlayacaktınız tam yayınlasaydınız" diye artistlik yaparak çekeyim, gideyim.
İnanmak zor. Altı sene olmuş. Dolu dolu, sarı kırmızıya adanmış altı sene. Bu altı sene dahi O’nun Galatasaray’da bir efsane olmasına yetti. İstatistikleri bir bir önümüze yığsak ve başlasak tarih sayfalarını gerisin geri çevirmeye, kalbimizdeki ilk on birin üç kaleci adayından biri olurdu herhalde.
Babalarımızın küçüklük kahramanı Turgay Şeren’di. Galatasaray tarihine adını altın harflerle işlemeyi başarmış bir kahramandı o. Berlin’deki ortaya koyduğu muhteşem performansı gazetelerden okuduk, televizyonlardan izledik. Sonra aldığı “Berlin Panteri” unvanını da.
Yıllar sonra ülkede esen Yugoslav sporcu furyasına binaen getirilen kaleci Simoviç devraldı sarı kırmızı fileleri. Onu da izleyemedi benim jenerasyonum. Kendimi şanssız mı saymalıydım? Onu da babamdan dinledim hep. 9 Kasım 1988’de, doğum günümde, Galatasaray Neuchatel Xamax’ı 5-0 ile uğurlarken kalede o vardı, dinledim. Türk futbolunun, aslında yalnızca Galatasaray’ın, Avrupa’da tavan yaptığı aynı yıl takımımız rakiplerini bir bir eleyip Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale çıktığında da kaledeki isim Zoran Simoviç’di, ben yine dinledim. Yıllar sonra, o tarihte, henüz 2 yaşımda oluşuma ve dolayısıyla sarı kırmızıyı sadece başıma takılan bandananın renklerinden ibaret sanışıma, bununla da kalmayıp Galatasaray’ın tarihindeki en başarılı Avrupa macerasına tanıklık edemeyişime isyan sebebimdi o yıllar. Süratle akıp giden zaman sarı ile kırmızının başımdaki bandanadan ayrılıp yüreğime işlemesine yardım etti. Her sevincin unutulmasına, her gelenin gidişine sebep olan zaman kavramı hakkında tek olumlu düşüncem budur.
Sonra kendime biraz haksızlık ettiğim kanaatine vardım. Hatta şimdi tekrar düşündüm de oldukça haksızlık etmişim kendime. İki büyük efsaneyi görememiştim ama bu daha fazla efsane göremeyeceğim anlamına da gelmiyordu. Derken bekleyişim fazla sürmedi. 1996’da 10 yaşımdayken kurdu Galatasaray tarihinin en iyi on birini. Hakan golleri atıyor, profesör Hagi frikikleri ve asistleri ile takımı sırtlıyor, büyük kaptanın sırtladığı defans rakip forvetlere korku salıyordu. Tüm bunların yanında da kale bir Brezilyalı’ya teslim edilmişti. Taffarel adındaki bu adamın adını açıkçası hiç duymamıştım. Sonradan öğrendim ki Brezilya gibi bir takımın kalecisiymiş. İyi olmalıydı. Öyleydi de. Galatasaray ardı ardına şampiyonluklara koşuyor ve alınacak kupaların hiçbirini rakiplerine bırakmıyordu. Tabii bir türlü sevemediğim zaman onu da aldı götürdü. Onu çok sevmiştik. Hem de öyle böyle değildi. Türk futbolunun zirve noktası olan 17 Mayıs 2000’de Kopenhag’da insanüstü bir kurtarış yaptı ve takıma kupayı kazandırdı. Ama bu değildi onu çok sevmemizin nedeni. Gittikten sonra anladık biraz da. Sevgimizin nedeni onun içten söylediği “Çok güzealll”larıydı, bizden biri olduğunu her fırsatta bize hissettirmesiydi. Gittiğinde üzüldük. Ve düşündük, sorduk kendimize “Acaba onun gibi bir tane daha gelir mi?” diye.
Ve geldi. Hem de bekletmeden geldi. Taffarel’i yolcu eder etmez geldi. Galatasaray’ın kaleciden yana çok şanslı olduğunu bir kez daha göstererek geldi. İlk başlarda oldukça soğuk göründü gözüme. Nedenini kendim de bilmiyordum. Belki de Taffarel’in yerine koyamıyordum kendisini. İlk haftalardan itibaren hatasız oynuyordu bu Kolombiyalı dev, ancak ben daima bir arayış içerisindeydim. Durmaksızın bir hatasını kolluyordum ki eleştirebileyim. Mondragon vermedi bu şansı bana. Fakat 2001/2002 sezonundaki ilk yenilgimizi Bursaspor’dan 5-0 ile alınca açtım ağzımı, yumdum gözümü. Evde soğuk rüzgarlar estirdim. Tabii bu rüzgarlar bana fırtına olarak geri dönmüştü. Cevabımı babamdan aldım. Sonra uslandım, haklıydı çünkü. 14 sene şampiyonluk görememişlerdi ve ben Galatasaray’ın en şanslı dönemine tanıklık etmiştim. O gün benim için bir dönüm noktası oldu. Bazen düşünürüm de iyi ki de yenilmişiz o gün – şampiyonluğu kaybetseydik diyemezdim, o ayrı. O maç sona erdiğinde daha sıkı sarıldım takımıma ve sahada başarı için sarı kırmızı armadayı temsil eden on bir oyuncaya daha içten bir güven besledim, başta da Mondragon’a. Kendisiyle bir barış antlaşması imzaladım o gece. Tek taraflıydı ama olsundu. Onun hiçbir zaman haberi olmayacaktı bundan. Galatasaray o sene şampiyon oldu. Kimse de değemedi keyfimize. Yüzbaşı olmuştuk ve Kocaeli’de üç yıldızlı formayı sırtına geçiren ilk isim de kalecimiz oldu. Onun bu halini görünce daha da bir mutlu oldum. Baksanıza, mesaj bile göndermeye başlamıştı. Ertesi hafta ASY’de şampiyonluk kutlamalarını izledim televizyondan, mabettekileri kıskandım. Mondragon’u gördüm, saçları iki renkti; sarı ile kırmızı.
Geçen yıllar, maçlar ve sezonlarla Mondragon her Galatasaraylı’nın kalbinde ayrı bir yer edindi. Bunu sezmemek mümkün değildi. Biz Türkler çok sevdiğimiz insanlara sevgimizi göstermek için lakaplar takarız ya da isimlerini kısaltırız. Mondragon’a da aynısını yaptık işte. “Mondi” dedik ona. Ali Sami Yen’i inleten “I Love You Mondi” seslerine alkışlarla karşılık verdi, sonra da elini armasına götürdü. Gollerden sonra en çok o sevindi. Bir kaleci olmasına karşın sahanın öteki ucuna koşup takım arkadaşlarıyla birlikte zıpladı, sevindi. Tribünlere oynamıyordu, içtendi. Bunu bize hissettiriyordu. Öyle ki Galatasaray taraftarı kazanılan bir penaltı sonrası yine başlamıştı aynı tezahürata “I Love You Mondi”. Kadıköy’deki talihsiz maçta kalesinde altı tane gol gördü ancak kimse onu suçlamadı. Mondragon hatalı olamazdı. Onun asaleti bize yeterdi. Zaten o maçı da yine kendisi unutturdu 11 Mayıs 2005’de Olimpiyat Stadı’nda. Galatasaray Fenerbahçe’ye yarım deste gol atıyor maç sonunda inanılmaz kurtarışlar yapan Mondragon’u geçemeyen rakip futbolcular çimleri yoluyordu.
Aynı yakayı paylaştığımız bir başka rakibimiz Kolombiya ulusal takımının as kalecisini transfer edip, Mondragon’a gönderme yaptı. Bizim için önemli değildi aslında. Mondragon cevap vermedi, laf üretmek yerine icraat yapmayı tercih etti. Kadıköy’deki bir maçta ısınmak için sahaya çıktığında üzerine atılmadık yabancı madde kalmadı. Kalesinde ısınırken sırtında defalarca su şişesi patladı, maç sırasında bu şişeler yerini ses bombasına bıraktı. Fakat o tüm bunlar olmamış gibi davrandı, aslanlar gibi mücadelesine devam etti ve dimdik durdukça da rakip taraftarı daha da çıldırttı. Gurur duyduk bir kez daha kendisiyle. Maç sonrasında ise tüm zorluklara rağmen taraftarının çağrısına cevap verdi. O an hiç önemli değildi skorun ne olduğu, taraftarının alnı açık, başı dik durmasını sağlayan bir oyuncu vardı sahada. O da yetti bize.
“Mondragon hak ettiği başarıyı yakalamadı” diye serzenişte bulunurken “Mayıslarımız” geri geldi. 14 Mayıs’ta Ali Sami Yen’de tarihimizin en değerli şampiyonluğunu elde ederken sahanın ortasında ağlıyordu Mondi. Biz tribünde sevinçten hıçkırırken o da sahanın ortasında hüngür hüngür ağlıyordu. Bizden biriydi çünkü. Öyle de kalacak hiç kuşkusuz.
İşte tam bu noktada bir kez daha isyan ediyorum akıp giden zamana. Başta da dediğim gibi Mondi sarı kırmızı forma altında dolu dolu bir altı yıl geçirdikten sonra geçtiğimiz günlerde Galatasaray’dan ayrıldı. Ona kanımın ısındığı günden beri kabuslarım olan gün gelivermişti işte. Her şeyi gazetelerden, televizyondan takip ettim. Yazılan çizilene göre Mondragon takımdan ayrılacaktı. İnanmak istemedim. Ayrılmazdı o. Çıkıp televizyona “Gitmiyorum bir yere” diyecekti. Beklediğim açıklama geldi. Mondi basın toplantısı düzenleyecekti. Emindim, gitmeyecekti. Sonra dondum kaldım. O dev adam kameralar karşısında gözleri dolu bir şekilde duruyordu işte. Kötü olasılığı aklıma dahi getirmek istemedim. Ancak açıklama beklediğim gibi olmadı. Ayrılıyordu işte. Kameralar önünde rüya gibi günleri için teşekkür ediyordu, en çok da bize, taraftara teşekkür ediyordu. Her şeyin en iyisine layıkmışız. “Sen de öylesin” dedim içimden. Kimse duymadı. Sonra da gitti zaten. Tıpkı gelişi gibi sessizce oldu gidişi de. Her şeye rağmen bir gün yeniden yollarımızın kesişeceğine dair olan inancımı koruyorum ben.
Yaşattığın her şey için teşekkürler. Yolun açık olsun dev adam...
Vinicius'un bu sezon aldığı süre 0 dakika, Aurier ise hala boşta
-
Geçtiğimiz sezonun Ocak ayı transferleri, Vinicius ve Aurier. Boey'in 30
milyon avro'ya satıldığı ortamda, ara transferde çok para harcamayalım adı
altı...
21 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder