Az sonra okuyacaklarınız haftalık olarak çıkan "F" dergisinin 26.sayısında Ali Ece tarafından kaleme alınmış yazının kopyalanmış halidir. Yalnız belirtmek istediğim bir husus var ki o da yazıda yapılan bir yanlışla ilgili. Okuduğunuz zaman rastlayacaksınız ki yazının bir yerinde Levent Özçelik'in adı geçmekte. Ali Ece bu isim yerine Ercan Taner ismini kullanmıştır. Ben doğrusuyla düzelttim, bilginize... Sonra "Vay efendim nasıl değiştirirsin yazıyı" diye başımın etini yemeyin. Yanlış bilgi olur mu? Olmaz tabii...
---------------------------------------------------------
Uzun yıllardır, Galatasaraylılar bir araya geldiklerinde şu soruyu sorarlar: “Galatasaray’a gelmiş en büyük savunma oyuncusu kimdir?” Song çok büyük bir savunma oyuncusudur, Falco sarkık liberolu 3-5-2 çağının kralıdır, yabancı bir oyuncu olmasına rağmen Stumpf tekmeye kafa sokmasıyla her zaman kalplerin en unutulmaz köşesinde kendine yer bulur. Bu isimler saygıyla anıldıktan sonra asıl tartışma başlar: “Hayatında sadece Galatasaray forması giyen Bülent Korkmaz mı, yoksa dünya futbolunun en klas, en stil savunma sanatçılarından Popescu mu?”
Bülent ve Popescu, anketlerden hep kafa kafaya çıkar. Kıstas olarak yürek alındığında Bülent fotofinişle Popescu’yu geçer ama oyun zekası söz konusu olduğunda Popescu, savunmacı olarak Bülent’e bile fark atar. Ama işte tam da bu anda tartışmanın beyhudeliği bir kez daha kanıtlanır. G.Saray’a gelmiş en büyük savunma, dünya tarihinde bile eşine az rastlanır bir yürek-zekâ sentezine imza atan Bülent-Popescu tandemidir.
Futbol, her şeyden önce bir sanattır. İnsanoğlu, kalbine sığmayıp taşanları, zekâsıyla sanat eserlerine dönüştürür. En unutulmaz sanat eserlerinde, Picasso’nun Guernica’sı, Baudelaire’in Albatros’u, Beatles’ın “Tomorrow never knows”unda, zekâ ve kalp, olabilecek en zarif şekilde iç içe girer, sevişir ve dünyayı değiştirecek kalibrede güneşler doğurur. UEFA Kupası’nı kazanan Galatasaray’ın kimyası da tüm bu eserlerden farklı değildir. Hagi’nin tanrısal yeteneği ve top büyücülüğü ne kadar belirleyiciyse, takımın en ileri ucunda Hakan Şükür’ün hücum presinde başlayan takım savunması kurgusunda, Popescu’nun ayakları ve kafasındaki demir perdenin kestiği tüm toplar Galatasaray’a ve Türk futboluna UEFA Kupası olarak geri dönmüştür.
Nasıl “Hagi olmasa UEFA Kupası’nı kazanamazdık” diyorsak, Popescu olmasaydı da o efsanevi geceyi yaşayamayacağımızı kabul edelim artık. Bugün Türkiye Milli Takımı, dördüncü beşinci sınıf takımlardan Hababam Sınıfı maçlarında bile yenilmeyen golleri yiyorsa bu bunca yıldır savunma oyuncularına gereken saygıyı esirgemiş, hak ettikleri değeri vermemiş olmamızın doğal sonucudur. Bu saygı ve değeri esirgedikçe, biz o golleri yemeye devam edeceğiz. Savunma ve hücum bölümleri başka hiçbir oyunda olmayan bir devamlılık ve bütünlük arz eden futbolda, savunmayı hücumun devamı değil de tam tersi olarak görmeye devam ettikçe Kemal Sunal filmlerindeki gollerden çok daha trajikomiklerini yiyeceğiz.
İşte tam da bu yüzden bu topraklara gelmiş en büyük futbol filozofu Hagi, Popescu’nun alınmasını istedi. O zamanlar, Popescu geldiğinde “Hagi, bacanağını getirdi” diye yazıp geçtiler. Herkesi aptal kendilerini tek akıllı zannedecek kadar aptal olanlar için Popescu’nun tek özelliği Hagi’nin bacanağı olmasıydı. Ama o gün Atatürk Havalimanı’nda başlayıp, Kopenhag Havalimanı’nda UEFA Kupası ile biten o muhteşem filmin en iyi yardımcı erkek oyuncusu tam da bunları yaşamak için gelmişti.
Gheorghe Popescu, 9 Ekim 1967’de azgın Tuna Nehri’nin üstündeki en büyük liman olan Kalafat’ta dünyaya geldi. Adını, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı unutulmaz bir direniş mücadelesi veren pilot Gheorghe Popescu-Ciocinel’den aldı. Uzun boyu ve Transilvanya’daki mitolojik heykelleri andıran fiziğiyle küçük yaşlardan itibaren “Kalafat Prensi” lakabıyla doğup büyüdüğü mahallenin en ünlü simalarından biriydi.
Ailesi önce onu kızlarla olan düzensiz ilişkilerinden koparmak ve adını verdikleri İkinci Dünya Savaşı kahramanı gibi olması için askeri okula göndermeyi kararlaştırdı. Tam da bu esnada futbol Popescu’nun imdadına yetişti. Futbol sayesinde hem Çavuşesku ordusunun aşırı militarist ve hamaset dozu yüksek tedrisatından kurtulacak ama bir yandan da ailesinin gururu olarak askeri eğitime tabi kalmadan binbaşı rütbesine kadar yükselecekti.
1985 yılında Universitatea Craiova formasını giymek için Kalafat’tan ayrıldığında mahallelerinde oturan birçok genç kız adeta yas tuttu. 1985-1990 yılları arasında formasını giydiği Universitatea Craiova’dan sadece 1988 yılında Çavuşesku’nun emriyle Steaua Bükreş’e kiralandığı dönem ayrılmak zorunda kaldı. Çavuşeksu ve oğlunun imparatorlara yakışan bir sertlikle yönettiği Romanya futbolunun lokomotif takımı Avrupa Şampiyonu olmalı ve Romanya futbolunu Avrupa’nın zirvesine taşırken Çevuşesku rejiminin başarısını da tüm dünyaya göstermeliydi. Ama yine zorla güzellik olmadı, Popescu, hakemlerin de açık açık Steaua’nın on ikinci oyuncusu olarak oynadığı sezonda Romanya Ligi şampiyonu ve Romanya Kupası şampiyonu olarak, gerçek evi Universitatea Craiova’ya geri döndü.
Ailesinin istediği gibi tarihi kahraman Gheorghe Popescu’ya yakışır bir Popescu olmuştu. Ama 1988 yılında “Savunmanın yeni kralı Gheorghe Popescu II” adıyla Rumen futboluna damgasını vurmaya başladığında, 1918 yılında doğup efsanevi bir teknik direktör olmadan önce uzun yıllar Romanya futbol tarihinin en iyi savunma oyuncularından birisi olarak addedilen “Gheorghe Popescu I” ile karşılaştırılıyordu. O yıllarda Rumen futbolunu Avrupa’nın zirvelerine yaklaştıran Lucescu tarzı takım savunma anlayışında, aynı karşılaşma içinde önlibero ve libero mevkilerinde Avrupa’nın en çok gelecek vaat eden savunma oyuncularından birisi olmuştu.
Böylesine eşine az rastlanır bir savunma oyuncusu, Çavuşesku ve oğullarının mutlakiyet rejiminin duvarlarına sığmayacaktı. Adı sosyalist kendisi saltanat olan düzen çatırdamaya başladığında Demir Perde’yi aşarak Avrupa’ya transfer olan ilk Rumen oyunculardan birisi oldu. 1990 yılında Hollanda’nın PSV takımına transfer olduğunda, PSV’nin yeminli düşmanlarından Ajax’ın sembol ismi Cruyff ilk PSV-Ajax derbisinden sonra Popescu’yu yere göğe sığdıramadı: “Bugün iki takım arasındaki tek fark Popescu’ydu. Bizim Ajax’lılar, üzerlerine gelen her topu taca atmayı savunma yapmak zannediyorlar. Halbuki benim bildiğim savunma, hücumu başlatmak için yapılır. En iyi savunma, hücum; en iyi hücum da savunmadır. Popescu, bunu en iyi şekilde özümseyerek sahada adeta futbol dersi verdi.”
Aslında kendisi bile bu kadarını beklemiyordu en başta. Romanya’da, oynadığı her maçta lider anlamına gelen “Bacinul” lakabıyla büyük bir saygı görüyor, çok fazla efor sarf etmeden pozisyon alması, takım savunmasını organize etmesiyle çağının en önemli savunma silahlarından birisine dönüşüyordu. Ama asıl PSV’ye geldikten sonra, takımın sembol ismi Eric Gerets ile yolları kesiştiğinde mevkisinin en iyisi olmayı başardı. 36 yaşında olmasına karşın karşısındaki oğlu yaşındaki rüzgar gibi oyuncuları durdurmayı başaran Gerets, yine aynı odada kaldıkları bir gece ona savunma sanatının en büyük sırrını açıkladı: Oyunun okumak!
Popescu 1989’da Hagi’yi bile geçerek Romanya’da “Yılın Futbolcusu Ödülü”nü almıştı. PSV kamplarında Eric Gerets ile geçirilen uzun geceler, bambaşka bir Popescu yarattı.
1991 ve 1992 yıllarında yine Hagi’yi geride bırakarak yılın futbolcusu seçilirken artık oynadığı her maçta oyunu bir Rimbaud şiiri gibi sindire sindire okuyor, dizeleri birbirinden ayıran, kelimelerin anlamını en güzel şekilde büyüten, ölümsüzleştiren virgülleri, noktaları, ünlemleri hep aynı ustalıkla yerine koyuyordu.
G.Saray, yıllar sonra UEFA Kupası’na giden yolda o günlerin en güçlü takımlarından Mallorca’yı deplasmanda hezimete uğratırken işte o oyun okuma ustası yine en iyi yardımcı erkek oyuncu rolünde Oscar’lık bir performans sergileyecekti. O gece, oyunu sürekli o sezonun en formda sol açığı Jovan Stankoviç’in kanadından kuran İspanyollar, sol açıkları her seferinde G.Saray’ın sağ bekini geçtiğini zannettiğinde hep savunmanın ortasındaki yerini bırakıp kelime anlamı “özgür adam” olan liberoya sarkan Popescu’yla karşılaşacaklardı. Mallorca her seferinde, bu oyunu şiir gibi okuma tuğlalarından oluşan duvara çarpacak, Galatasaray kontratak ve gol olup yağacaktı.
PSV, Popescu’nun formasını giydiği 1990-1994 yılları arasında Popescu’nun oyun zekâsı tuğlalarının ördüğü duvarla birçok maç kazandı. Tam da o yıllarda hücumda iki santrforun arkasında forvetten devşirilmiş serbest oyuncular prim yaparken, Popescu PSV savunmasının serbest adamıydı. 1990’ların ilk yarısında total futbol bayrağını Ajax’tan devralırken, Popescu en iyi savunmanın hücum olduğunu bir kez daha kanıtlarcasına 109 maçta 24 gol atarak takımının en golcü isimlerinden birisi olacaktı.
Bu eşine çok az rastlanır “savunma silahı”, 1994 Dünya Kupası’nda 1990’daki hatalarını tekrarlamayarak Romanya’nın turnuvanın en güzel oynayan takımlarından birisi olmasında büyük rol oynadı. Yine Hagi en iyi oyuncuyken, Popescu da en iyi yardımcı oyuncu olarak tarihinin en pahalı transferlerinden birisi olarak Tottenham’ın yolunu tuttu. Ada’ya ilk geldiğinde Tottenham’ın efsane ismi Glenn Hoddle, Popescu için şunları söyleyecekti: “Günümüz futbolu gitgide daha da hızlanıyor. Bu yüzden artık Brezilye bile son Dünya Kupası’nda gördüğümüz gibi sürekli yan paslar ve estetik hareketler ile oyun kurmaktan vazgeçti. Artık oyunun oynandığı alan iyice daraldığı için savunma ve hücum arasındaki fark neredeyse yok oldu. On saniye içinde rakip kaleci ile karşı karşıyayken, birden kalenizde golü görebiliyorsunuz. Oyun artık topun kesildiği anda kurulmaya başlıyor. Tottenham, şu anda dünyada bunu en iyi yapan oyuncuyu aldı.”
Ardiles de bunun fazlasıyla farkındaydı. Takımı Popescu üzerine kurmaya karar vermişti. Klinsmann-Sheringham’dan oluşan rüya gibi ileri ikilinin hemen arkasına serbest oyuncu olarak Barmby’yi, kanatlara da o yılların en çok gelecek vadeden sağ açığı Anderton ve Popescu’nun Romanya’dan takım arkadaşı Dumitrescu’yu yerleştirmişti. Popescu ise savunmanın hemen önünde, bu beşli hücum hattının gerisinde serbest süpürücüydü. Tottenham, bu spektaküler kadroyla ligin ilk haftalarında harika bir başlangıç yaptı. Londra derbisinde attığı golle, daha sonra UEFA Kupası’ndan edeceği Arsenal’i birinci kez yıktı.
Ama Ardiles, bir şeyi hesaplamamıştı: Popescu’nun önündeki hücum yönü mükemmele yakın beşlinin hiçbiri oyunun savunma yönünde Hagi kadar bile etkili değildi. Tottenham, ilerleyen haftalarda büyük bir çöküş yaşarken uzun zaman sahada ayakta kalmayı başaran tek oyuncu Popescu oldu. Ama Ardiles, alınan şok sonuçlardan sonra görevinden alınınca Popescu, Tanrı sanki futbolu bulutların üstünde oynayalım diye yaratmışçasına topun sürekli havaya dikilip peşinden koşulduğu klasik Ada futbolunun kısırlığına mahkum olmuştu. Hava toplarının mutlak hakimiydi ama oynadığı oyundan ne kadar zevk aldığı fazlasıyla tartışılırdı. Zaman ilerledikçe, o yılların kendini bir türlü bulamayan Tottenham’ın harala gürele futbolunda Popescu, sudan çıkmış balığa döndü.
Neyse ki her şeye rağmen gösterdiği emekler karşılıksız kalmayacak ve Katalan devi Barcelona’ya transfer olacaktı. Hagi bile Barça’da kadroya girmekte zorlanırken, Popescu 1995-97 yılları arasında PSV’deki hocası Bobby Robson’ın çalıştırdığı takımın vazgeçilmez isimlerinden birisine dönüştü. İki sezonda 59 maçta 9 gol atarken, 1997 yılında Ronaldolu, Figolu Barcelona’nın kaptanı olarak Kupa Galipleri Kupası’nı kaldırdı. Bu aynı zamanda Barça formasıyla son maçı oldu. Çünkü kader bir kez daha yollarını can dostu, bacanağı Hagi ile kesiştirecekti.
Popescu, Türkiye’ye “Hagi’nin bacanağı” olarak geldiğinde, Hagi’den bile daha kariyerli bir futbolcuydu. Hagi, Barcelona’da bir türlü rüştünü ispatlayıp sürekli forma şansı bulamazken, Popescu efsanevi Katalan ekibin Figo ile beraber Katalan olmayan ilk kaptanlarından birisi olmuştu. Barcelona’dan ayrıldığında Galatasaray ile söz kesmeden önce başta PSV ve Feyenoord olmak üzere Hollanda ve diğer üst düzey Avrupa liglerinden birçok kulüpten teklif almıştı. Ama o eşi ve Hagi sayesinde İstanbul’u, Galatasaray’ı seçti.
1997-2001 yılları arasında Galatasaray, tarihinin en başarılı dönemini yaşarken, UEFA Kupası’nın kazanılmasıyla ölümsüzleşen filmin son anında yine Popescu olacaktı. Popescu, Türkiye’ye UEFA Kupası’nı getiren son penaltı gerilirken, spiker Levent Özçelik adeta yalvarıyordu: “Hadi oğlum, hadi oğlum…” O anda Levent Özçelik’in sesini duyan bir Arap atı, birden şahlanıp bir İngiliz atını bile geçebilirdi. Ama bizler televizyonlarımızın başında o penaltının gol olacağına adımız kadar emindik. Çünkü Popescu, bize öylesine bir güven vermişti ki tıpkı sonu hep mutlu biten filmlerde tam o filmin kopma sahnesinde devreye giren güvenilir yardımcı karakter gibiydi. O anda Ümit Aktan içinden şöyle geçirmiştir herhalde: “Değil Seaman, bütün He-Man’ler gelse yine o topu kurtaramaz.”
Tabii ki gol olacaktı. Popescu, tam da bunun için doğmuştu. Filmin başrol oyuncusu Hagi, gereksiz yere Tony Adams ile Tony Adams olup oyundan atıldığında, en iyi yardımcı erkek oyuncu tüm soğukkanlılığı ve zekâsıyla devreye girmişti. Galatasaray, en büyük yıldızını kaybedip 10 kişi kaldığında, Popescu başta kendi takımı olmak üzere hepimize Galatasaray’ın bir an bile bir kişi eksik olduğunu hissettirmedi. Sanki o kalan sürede Popescu, müthiş kariyerinin özetini izlettirdi. PSV’nin “serbest savunmacı”sı, Barcelona’nın muzaffer kaptanı, Romanya’nın gizli kahramanı, her Arsenal atağını başlamadan bitirip G.Saray akınına dönüştürdü. Sürekli takımını ileri itti. Sakat sakat oynayan kaptan Bülent’le oluşturduğu ikili, bizlere Çanakkale Savaşı’nı, İkinci Dünya Savaşı’nda küçük ama gururlu Balkan ülkelerinin işgale karşı verdikleri mücadeleyi hatırlatacak kadar destansıydı. Hepsinin üzerine bir de son penaltıyı sanki antrenmanda atıyormuş kadar soğukkanlılık ve Seaman’ın sinirlerini tahrip eden bir neşeyle filelere yolladığında hemen kendisini Türkiye’ye getiren saha kenarındaki kader arkadaşına, başrol oyuncusuna koştu.
Maçtan önce Romanya’dan falcı çağırıp maçın falına baktırmış, İngiliz gazeteler de bunu alay konusu etmişlerdi. Ama Tottenham’da olduğu gibi yine aynı falcının kehaneti gerçek oldu. Finalin ertesi günü, İngiliz gazetelerinde “Arsenal’in Nemesisi” manşetinin altında onun penaltı sonrası yüz ifadesi vardı. Barça kaptanı olarak Avrupa Şampiyon’u olduğunda bile bu kadar sevinmemişti. Galatasaray’ı, İstanbul’u, fazlasıyla Rumenlere benzettiği Türkleri bir ayrı sevmişti.
Sonraları, biz yine en iyi yardımcı erkek oyuncunun hakkını vermedik. Ona bir jübileyi bile çok görüp “Bu yaşta futbolcudan kâr ettik” diye böbürlenerek Lecce’ye sattığımızda biraz ayıp ettik. Halbuki “bizim” Popescu, bir dahaki sezon Türk oyuncular adamdan sayılmayıp sadece yabancıların parası ödendiğinde parayı almayı reddetmiş, yönetime karşı gelmişti. Son maçında, omuzlara bile alınmamış, sadece ailesinin getirdiği küçük pastayı takım arkadaşlarıyla birlikte kameraların çok uzaklarında yemişti. Galatasaray formasını giydiği 189 maçın her dakikasının her saniyesinin hakkını vermiş, Üçünci Lig takımıyla oynana kupa maçında bile UEFA Kupası Finali’nde oynuyormuş gibi savunma sanatının en eşsiz örneklerini sergilemişti.
Bence bir jübileyi değil, antrenman tesislerine Hagi ile birlikte dikilecek bir heykeli hak ediyordu. Ama faal futbolu bırakıp menejer olduktan sonra G.Saray’a getirdiği isimler İstanbul gece hayatına dalıp Popescu olamadıklarında, ağır hakaretlere maruz kaldı. Halbuki o, 2000 yazınad Bülent ve Suat’tan sonra üçüncü kaptanlığa getirilip Okan Buruk’un hışmına uğradığında bile sesini yükseltmemiş, “Ben zaten Barcelona’da kaptanlık yaptım, çok isterse hemen ona veririm” demekle yetinmişti. Yine sesini yükseltmedi, daha önce onun önerisiyle Galatasaray’a transfer edilen Adrian Ilie 1 Milyon dolara alınıp 7 Milyon dolara satılmış, onun getirdiği Filipescu’dan 2 Milyon, hiç beğenilmeyen Tamas’tan bile yarım milyon dolar kâr elde edilmişti.
Popescu için “Bizi dolandırdı” diyen yönetim, her transfer sezonunda çok büyük paralara yeni savunma oyuncusu alıp “Yeni Popescu” olarak lanse etmiş, kötünün iyisi Frank de Boer bile Ali Sami Yen’de yuhalanmıştı. G.Saray yönetimi, Çakar’ın tüm dayanılmaz ısrarlarına rağmen bir “because” bile diyemeyen, sözde dünyanın en büyük uluslar arası kredi şirketinin temsilcisi Sahip Som’a gözü kapalı güvenip, tarihin en büyük kazığını yerken, aynı günlerde Popescu’nun bayram kutlaması için bile tesislere girmesini yasaklamıştı. Halbuki o Popescu’ydu, iki yıl önce bayram günü Hagi ile beraber o tesislerde futbola yeni başlamış gibi antrenman yapan. O yüzden, biz daha Malta’dan, Moldova’dan çok gol yeriz! En iyisi YouTube’u açıp 2000 UEFA Kupası Finali’ni tekrar tekrar izleyelim. Popescu’nun tekrarı yok çünkü!
Mikautadze ile oyun düzenini çok daha güçlü kılarsın
-
Dybala'nın ismi geçti, kimini heyecanlandırdı, kimi ise yanlış tercih dedi.
Ben heyecanlanmadım ama yanlış hamle olduğunu da düşünmedim. Geldiğimiz
sevi...
19 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder