30 Kasım 2007 Cuma

Panionios: 0 - Galatasaray: 3

UEFA Kupası'ndaki ilk puanlarımızı dün akşam Yunanistan'da Panionios karşısında aldık. Malumunuz gruptaki ilk iki maçımızda Bordeaux ve Helsingborg karşısında sahadan mağlup ayrılarak işimizi zora sokmuştuk. Haliyle kalan iki maçtan da 3 puan alıp 6 puana ulaşmamız gerekiyordu. İşin garibi toplayacağımız 6 puan bile yetmeyebilirdi. Garip olan bu değil tabii. Garip olan Fenerbahçe'nin geçen sezon 4 puanla gruptan çıkmış olması ve bizim olası 6 puan ile gruptan çıkamayacak olmamız. Kötü senaryoyu aklımıza getirmemekte fayda var. Maça geçelim biz...
Dedik ya kazanmak şarttı dün. Deplasmanda da olsa, o deplasman Yunanistan deplasmanı da olsa mazeretimiz yoktu. Ya kazanacaktık ya da kazanacaktık. Yönetim tam kadro Atina'daydı dün. Takımda geçen haftaya nazaran eksiklerin daha az olmasına rağmen Feldkamp çok ilginç bir kadro sürdü ilk yarıda sahaya. Bu kadroyu gören herkes şaşkınlık içindeydi. Çünkü öyle bir yedek kulübesi vardı ki aslardan daha kaliteliydi. Sadece oyuncu seçimi dolayısıyla asılmadı Kalli, kazanmak zorunda olan bir takım gibi değil de 1 puan için sahaya çıkan bir takım gibi oynattı dün Galatasaray'ı. Öyle ki dörtlü savunmanın önünde ön libero görevini üstlenen bir Mehmet Topal, mevkisinin dışında sağ kanatta oynatılan bir Linderoth, ileride tek başına bırakılan 1,67'lik Serkan. Bir de bunlara maçın başından itibaren oynanan temposuz ve doldur boşalt futbolu da eklerseniz Galatasaraylıların nasıl bir ilk yarı izlediğini az çok tahmin edebilirsiniz. Kaldı ki neticede koca bir yarı boyunca rakip kaleye tek şut atamadık. Bir şeylerin değiştirilmesi gerekiyordu. Çünkü bu sezon Avrupa'daki kaderimizi kalan 45 dakika belirleyecekti.
Kalli ikinci 45 dakikada ilk yarıdaki hatasından az da olsa dönmek için çaresizce hamle yaptı. Linderoth oyundan alındı ve forvet Hakan Şükür ile ikilendi. 51.dakikada savunmadan uzun yine uzun oynanan bir topta sol kanatta Arda topla buluştu. Aslında topa dokundu sadece ve deyim yerindeyse "kabak gibi" ofsaytta olan Serkan Çalık'ı gördü. Oyuncularımız dahil herkes ofsayt diye arkasını dönerken Serkan "Belli mi olur" diye düşünmüş olacak ki kaleciyi de geçip meşin yuvarlağı rakip filelere gönderdi. Yan hakem bayrağını kaldırmayınca orta hakem de golü verdi. Maç yüzünden sinirli bir hale bürünen biz bile gole sevinemedik. Golden 10 dakika sonra yine savunmadan uzun bir topla sağ taç çizgisinin üzerinde topu aldı Hakan Şükür ve tek top oynayarak Serkan'a tam da istediği toplardan birini attı. Serkan'ın önünde uzun bir mesafe ve arkasında da 4 tane rakip vardı. Ancak Serkan'a bu yüzden rüzgârın oğlu diyoruz. Kaptırdı gitti. Ceza sahasına girdiğinde ise kendini yere bıraktı. Yan hakem işaret etti, hakem penaltıyı verdi. Gülsek mi ağlasak mı, sevinsek mi üzülsek mi bilemedik. Bu sırada penaltıya sebebiyet verdiği iddia edilen Panionios takım kaptanı itirazları sonucunda sarı kart gördü. Sonra Song golü atınca yeniden itiraz etmeye başladı ve bu kez kızararak takımını 10 kişi bıraktı. Kalan dakikalarda şans eseri bulunan gollerin ve rakibin 10 kişi kalmasının etkisiyle daha rahat bir oyun ortaya koyan Galatasarayımız 83'de Mehmet Güven'in ortasında Hakan Şükür'ün kafa vuruşunda skoru belirledi: 0-3.
Öyle ya da böyle maçtan 3 puanla ayrıldık. Ancak bu net skora rağmen hiçbir Galatasaraylı'nın yüzü gülmüyordu maç sonunda. Peki bu saatten sonra gruptan çıkmamız neye bağlı? Öncelikle önümüzde 19 Aralıkta oynanacak olan Austria Wien maçını kesinlikle kazanmalıyız. Sonra da Panionios'un kalan iki maçını takip edeceğiz. Eğer ki Yunan ekibi Austria Wien ve Bordeaux ile oynayacağı maçlardan 6 puan çıkarırsa bu sezonki Avrupa maceramız sona erecek. Çeyrek finalden aşağısı da başarısızlık olacak...

29 Kasım 2007 Perşembe

CSU Asesoft Plolieşti: 81 - Galatasaray 83

Galatasarayımız ULEB Cup'ta grubundaki 4.maçında deplasmanda karşılaştığı Rumen rakibi Asesoft Plolieşti'yi 83-81 mağlup ederek 2.sıradaki yerini korudu. Maça iyi başlayan sarı kırmızılı takımımız ilk periyodu 24-19, ilk yarıyı da 40-39 önde tamamlamayı bildi. Her iki takım da ikinci yarıya hızlı başladı ve son periyoda Galatasarayımız 62-58 önde girmeyi başardı. Son periyodda da etkili bir oyun ortaya koyunca sahada 2 sayı farkla galip ayrılarak 4.maçımızdaki 3.galibiyetimizi aldık. Ekibimizde sahanın en skorer oyuncusu kaydettiği 21 sayı ile Charles Gaines oldu.

28 Kasım 2007 Çarşamba

Biri Hakkında

Nankör adamı hiç sevmem. Satılmış adamı da öyle. Hele bu iki özelliği birlikte taşıyorsa bir insan dünyadaki en nefret edilesi kişi oluverir benim nazarımda. Şimdi bu iki özelliği birlikte taşıyan bir adamdan, sözde bir spor yazarından bahsedeceğim. Her ne kadar isim vermeyecek olsam da "şıp" diye bulacağınızdan da adım gibi eminim.
Söz konusu şahıs yıllar önce Fenerbahçe'de futbolcuydu. Başarısız bir performans ortaya koyunca Fenerbahçe tarafından tek söz dahi söylenmeden kapı dışarı edildi. Deyimi yerinde kullanmak gerekirse kıçına tekme basıldı afedersiniz. Sonra ne oldu peki? Galatasaray sahip çıktı bu adama ve sarı kırmızılı formayı giymesi istendi. Bundan iyisi şamda kayısı mantığıyla hemen atladı bizim Fenerbahçe'den kovulan futbolcu. Galatasaray'daki performansı da Fenerbahçe'dekinden farklı olmasa da en azından adam yerine koyuluyordu Florya'da.
Yıllar geçti ve bu adam futbolu bıraktı. Her ne kadar kendine 'Kral' dese de futbolculuğunu pek hatırlayan yoktur herhalde. Kendisine yeni bir ekmek kapısı bulması gerekiyor olmalıydı ki spor yazarlığını seçti. Türkiye'de bundan kolay meslek yoktur zaten. Spor medyasının çok büyük bir bölümünün Fenerbahçeli olduğunu ele alırsak sadece Galatasaray'ı karalamaya yönelik yazılar yazmanız yeterli olacaktır bunun için. Yoksa o yazıların yayınlandığı sütunlar kesilip harika bir şekilde tuvalet kağıdı olarak kullanılabilir vesselam. Neyse, sapmayalım konudan. Ne demiştik, hah, dediğim gibi kolaydır bu meslek.
Anlattığım gazeteci yukarıda da belirttiğim üzere kolay yolu seçti. Fenerbahçe egemenliği altındaki bir gazetede yazmaya başladı. Yazısını kaleme aldığı günler kendi takımını anlatmaktan çok Galatasaray'a bel altından vurmayı kendine ilk edindi. Tek amacı bir zamanlar kendisini kapı dışarı eden kulübün taraftarları tarafından poh pohlanmak ve kendisine kucak açan takımın taraftarlarını kızdırmaktı, ötesi yoktu yani. Kendisi hâlâ bu politikayı sürdürmekte, köşesinde aslan kesilmekte ancak kendisine mail yoluyla ulaşan Galatasaray taraftarlarına cevap verebilecek cesareti kendisinde bulamamaktadır. İnsanın "Ne ödlekmişsin sen" diyesigeliyor.
Dün Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'nde Inter'e konuk oldu. Gruptan çıkmayı garantileyebilme ihtimali vardı maç öncesinde. Aynı günün sabahı çıkan gazetede bu gazeteci kaleme aldığı yazısında Fenerbahçe'nin gruptan çıkmayı bu maçta garantilemesi halinde son maçlara kalmadan gruptan çıkmayı garantileyen ilk Türk takımı olacağını yazmış. Bu yazıyı yazma sebebimdir bu sözleri. Uzun uzun anlatmayacağım Galatasaray'ın yaptığını. Sadece 2001 yılına bir göz atmasını isterdim muhattap olsam. Hayır hafızanız zayıf, bunu biliyorum da en azından araştırmacı yönünüzü kullansaydınız. Hani gazetecisiniz ya...

26 Kasım 2007 Pazartesi

Trabzonspor: 0 - Galatasaray: 1

Turkcell Süper Lig'in 13.haftasında Trabzonspor deplasmanındaydık. Beşiktaş zor da olsa Oftaşspor'u tek golle geçmiş, Fenerbahçe de kendi evinde Ankaraspor'u 4-2 mağlup etmişti. Nefesini ensemizde hissettiğimiz rakibimiz Sivasspor ise kendi evinde oynadığı maçta güçlü rakibi Kayserispor'u 1-0 ile geçip liderlik koltuğunu maç fazlası ile elimizden almıştı. Dolayısıyla zirve koltuğunu geri alabilmemiz için Avni Aker'den mutlak 3 puanla dönmemiz gerekiyordu, öyle de oldu.
Karşılaşma öncesinde bu sezon her maçta yaşadığımız sakatlık sorunlarıyla uğraştı Galatasaray. Zorlu Trabzon deplasmanına Hakan Şükür, Ayhan Akman, Tobias Linderoth ve Shabani Nonda gibi önemli oyunculardan yoksun gitti takımımız. Aslında açıklama yapmaya gerek yok. Kayseri, Gençlerbirliği, Gaziantep, Trabzon... Bunlar zor deplasmanlardır her zaman. Görünen köy kılavuz istemez derler ya hani aynen o hesap işte. Hatta hangi takım bu deplasmanlardan en çok puanı koparmayı başarırsa lig sonunda en tepede o takım yer alır. Böyle deplasmanlardan galibiyetle dönemiyorsanız bile beraberlik sizin için yine de hayırlıdır. Dediğim gibi Trabzon da bunlardan biri. Aslına bakarsanız maç öncesinde birçok Galatasaraylı beraberliğe razıydı. Buna ben de dahildim. Çünkü Galatasaray öyle bir takım ki büyük maçlar öncesi gereksiz stres yapar ve özellik bu maçlar deplasmandaysa büyük ihtimalle puan da bırakır. Yalnız dün maç başladığında fikrim tamamen değişmişti. Yazık olurdu dünkü maçı kazanamasak.
Yukarıda da belirttiği üzere neredeyse maça tam kadro hazırlanmış olan bir Trabzonspor önünde Trabzon'da oynayacaktık. Kalli'nin sürdüğü kadro her ne kadar beklenilen bir tercih olsa da Ümit Karan'ı yedek kulübesinde görmek birçoğumuzu "Nedir aklından geçen bu Kalli efendinin?" sorusunu sormaya yöneltti. Zaten eksikler yeteri kadar canımızı sıkıyordu. Bununla beraber ilk 11'e bakınca kaleyi bu kez Orkun'un aldığını gördük. Bir türlü istikrar sağlanamadı bu bölgede. O yüzden 'bu kez' dedim ya anlamışsınızdır zaten. Sonra geri dörtlüde beklenmedik bir değişiklik yoktu; Hakan Balta, Song, Servet ve Uğur. Orta alanı beş oyuncuyla kurmayı düşünmüştü hocamız. "Beraberliğe gelmedik" açıklamasıyla çelişiyordu yani. Daha açığı ileride tek başına görev alacak olan Serkan'ı Mehmet Topal, Barış, Arda, Lincoln ve Hasan destekleyecekti.
İki paragraf önce de belirttim ya, dünkü maçı kazanamasak harbiden yazık olurdu. Evet, belki çok harika bir futbol oynamadık ama oyunu baştan sona domine ettik ve rakibimize ciddi bir pozisyon vermediğimiz gibi çok net goller kaçırdık. Özellikle Serkan, Serkan ve yine Serkan'ın kaçırdığı goller "Ah Ümit olacaktı" dedirtmedi değil. İlk yarıyı golsüz kapadı her iki takım da. Aslında maçın tamamını golsüz tamamlamaya, "İkinci mi oluyoruz şimdi?" hesabı yapmaya hazırdık. Bitmek üzereydi maç. Ancak maç izlerken yerinde duramayan ben sanki birşeyler biliyormuşum gibi daha sakin izlemiştim maçı. Hiçbir zaman maç öncesinde içime herhangi bir his dolmaz. Ancak bu maçın başlama düdüğüyle birlikte maçı kazanacağımıza adım gibi emindim. Öyle ki son 5 dakikaya girdiğimizde bile inancım tamdı. Artık son 2 dakikaya girilmişti ve Trabzonspor ya tutarsa hesabı yapıp yüklenmeye başlamıştı ki sol kanattan Volkan ile topu kazandık. Az adamla yakalanmıştı rakip. Sonra Volkan rakip yarı alana geçtiği gibi pasını ortadan ceza sahasına doğru kateden Serkan'ı gördü. Topla buluşan genç futbolcumuz 10 metre kadar topu sürdü ve maçın başından beri kaçırdıklarını çok fena bir vuruşla affettirdi: 0-1. Kalan 3 dakikalık uzatma bölümünden başka gol sesi çıkmayınca zorlu deplasmandan 3 puan ile dönüp birkaç saatliğine emanet verdiğimiz liderliği geri aldık. Biliyoruz, çok güzel oluyoruz...

25 Kasım 2007 Pazar

Beşiktaş: 75 - Galatasaray: 80

Bu sezon BEKO Basketbol Ligi'nde deplasmanda oynadığı maçlardan galibiyetle dönmeyi başaramayan Galatasarayımız dün zorlu maçlar serisinin ilki olan Beşiktaş deplasmanındaydı. ULEB Cup'da kendi evimizde aldığımız yenilgiyle bozulan moraller ve dolayısıyla takımın üzerinde oluşan baskı en büyük handikapımızdı maç öncesinde. Akatlar Spor Komleksi'ni tıka basa doldurmuş Beşiktaş taraftarı ve ULEB Cup'ta 3'te 3 yapıp, ligin son haftasında da Efes Pilsen'i mağlup etmeyi başarmış Beşiktaş takımı karşısına taraftar desteğinden yoksun çıkan Aslanlarımız'ın tek dayanağı galibiyete olan inançlarıydı. Sezon başından beri ne yapsa kimseye yaranamayan Galatasaray'ın "zor maçlardaki" performansı bazıları tarafından merakla bekleniyordu. Çünkü onlara göre Galatasaray henüz zorlu bir maç yapmamıştı. Ligde geldiği nokta olsa olsa tesadüftü.
Neticede dünkü derbi maçta Galatasarayımız muhteşem bir mücadele ortaya koydu ve baştan sona önde götürdüğü müsabakadan 5 sayılık bir farkla, 80-75, galip ayrılmayı bildi. Bu neticeyle ligdeki 6. galibiyetimizi almayı başardık. Galibiyetimizde maçın başından sonuna dek harika bir performans ortaya koyan Dee Brown büyük rol oynadı. Karşılaşmanın en skorer ismi ise attığı 14 sayı ile Charles Gaines oldu.
Bir de şu NTV kanalına dokundurmadan geçersem yazık olur. Bu kanal futbol, basketbol, Formula 1 demeden hangi spor dalı olursa olsun taraf tutmayı çok sever. İspanya ligi maçı verecekse Barcelona'lı olduklarını açıkça beyan ederler. Reklamlarında çalan jenerik müziğini hatırlatırım size; Manu Chao. Bundesliga maçı verirler, Bayern Münih'i desteklerler. Formula 1'in yayın hakkı ellerindeyken "Michael Schumacher" derler başka da bir şey demezlerdi. Bunu bir yere kadar anlayabiliriz belki ama iş iki Türk takımının karşılaşması olunca taraf tutmak niye? Beşiktaş takımı için "Bizim çocuklar farkı iyice kapattılar" demenin manası nedir? Aynısını bugün oynanan Bandırma Banvitspor - Efes Pilsen maçında yaptılar. Efes'in yediği her sayıda bir ağlamadıkları kaldı. Ulan tamam tutun tutacaksanız da bunu bari eşit yapın. Her maçta Galatasaray'ın karşısında olmanız sinir ediyor beni. İşin kötüsü önümüzdeki perşembe akşamı Yunanistan deplasmanında Panionios ile oynayacağız ve maçı bu kanal verecek. Korkuyorum Panionios'un tarafını tutmalarından.

24 Kasım 2007 Cumartesi

Perşembe Günü Ekran Başına

Galatasarayımız'ın UEFA Kupası grubundaki kritik Panionios karşılaşması 29 Kasım 2007 Perşembe günü saat 21:00'da NTV ekranlarında. Yunanistan deplasmanına gidemeyecek taraftarlar için kaçırılmaması gereken bir fırsat.

23 Kasım 2007 Cuma

Galatasaray: 75 - Spirou Charleroi: 83

Galatasarayımız ULEB Cup'taki üçüncü maçında salı gecesi Belçika temsilcisi Spirou Charleroi'yi konuk etti ve sahadan 8 sayı farkla, 75-83, mağlup ayrıldı. Takımımız maça iyi başlamasına karşın ilk periyodun sonunda oyunda üstünlüğü rakibine verdi ve maç sonuna kadar da bir daha öne geçmeyi başaramadı. Bunun yanında zaman zaman farkı kapatmayı başaran takımımız istikrarını sürdüremedi. Bu sonuçla her iki takımda gruptaki üçüncü maçları sonunda ikişer galibiyete sahip oldu. Galatasarayımız Akasyavu Girona'nın ardında ikincilik koltuğuna gerilerken Belçika temsilcisi de üçüncü sıraya kadar yükselmeyi başardı. Bu arada karşılaşmanın en skorer oyuncuları kaydettikleri 19'ar sayı ile oyuncularımız Brown ve Hite oldu.

20 Kasım 2007 Salı

Galatasaray: 88 - Darüşşafaka: 50

Galatasarayımız Beko Basketbol Ligi'nin 7.haftasında konuk ettiği rakibi Darüşşafaka'yı 88-50'lik skorla deyim yerindeyse darmadağın etti. Bu skorka ligde 4. sıraya yükselen sarı kırmızılı ekibimiz ULEB Cup'da bu akşam oynayacağı Spirou Charleroi karşılaşması öncesi moral depoladı. Karşılaşmanın en skorer ismi ise rakip potaya 19 sayı bırakan Gaines oldu. Galatasarayımız bu haftadan itibaren Beşiktaş karşılaşmasıyla başlayıp Antalya Kepez Belediyesi ve Fenerbahçe Ülker ile devam edeceği zorlu bir fikstüre başlayacak.

19 Kasım 2007 Pazartesi

Super League Formula'ya Davet Edildik

Galatasarayımız yeni başlayacak bir motor sporları yarışı olan Formula Süper Ligi'ne davet edildi. Yarış kapsamında 750 beygir gücüne sahip 20 araç olacak ve bu 20 aracı dünyanın tanınmış futbol takımlarının logoları ve renkleri kaplayacak. Milan, Porto, Olympiakos, PSV Eindhoven, Borussia Dortmund, Anderlecht, Flamengo ve FC Basel gibi kulüplerin katılmasının resmiyet kazandığı organizasyon için Türkiye'yi temsilen sadece Galatasaray davet edildi. Formula Süper Ligi'nin başkanı Alex Andreu yaptığı basın açıklamasında "Dünyanın en önemli futbol kulüplerini start düzlüğünde görmeyi hedefleyen Super Lig Formula organizasyonu olarak, Galatasaray Spor Kulübü'nün aramıza katıldığını açıklamaktan büyük mutluluk duyuyoruz" dedi. "Avrupa Fatihi"nin değiştirilmeye çalışıldığı şu günlerde bazılarına kapak niteliğinde bir haber oldu bu.

Galatasaraylılık Adamlıktır

Geçtiğimiz günlerde Fotogol gazetesindeki köşesinde Fenerbahçeliliğin tanımını yapmış kendince Meriç Tunca bey. Aslında doğru da yazmış. Tam da ne olduklarını inkar etmeden, olduğu gibi yazmış. Aşağıda önce Meriç Tunca'nın söz konusu yazısını bulacaksınız. Akabinde Alpaslan Dikmen'in kendisine 17 Kasım 2007 tarihli Fotogol gazetesinde verdiği tokat misali cevabı okuyacaksınız. Daha da açık olmak gerekirse bir Galatasaraylı ile bir Fenerbahçeli arasındaki farkı göreceksiniz. Meriç beyin yazısıyla başlayalım...
-------------------------------------------------------------------------------------
6 yaşındaydım.. Yanılmıyorsam bir pazar günü akşam üstüne doğru babam eve üzgün geldi..
Annem hemen sordu;
’’Hayrola niye suratın asık?..’’
Babam kısaca cevap verdi;
’’Bizimkiler Galatasaray’a yenildi..’’
Annem ’’Amaannn takma kafana. Hep biz yenecek değiliz ya. Bir sefer de onlar yensin’’ dedi..
Babam hasta Fenerbahçeli’ydi. Ve bu Fenerbahçeliliği aile içinde, anneme, iki ağabeyime ve bana da iyice aşılamıştı..
Evde her şey Fenerbahçe ve sarı-lacivert renkler üzerine kuruluydu.. Yani Fenerbahçe bir yaşam biçimimizdi.. Babam konu ne zaman Fenerbahçe’den açılsa, kulübün yönetici ve futbolcularının Kurtuluş Savaşı sırasındaki rollerinden söz eder, ’’Böyle bir olay dünyanın hiç bir yerinde yok. Olamaz da.. Fenerbahçelilik bana babamdan geçti, ben de sizlere aşıladım. Biz Büyük Atatürk’ün kulübüyüz ’’ derdi. Ve hemen ardından Galatasaray’ı neden sevmediğini de anlatırdı..
Ona göre Galatasaray kulübü, Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç bir şey yapmamış, özellikle Galatasaray Lisesi işgal kuvvetlerine yardımlarda bulunmuştu.. Allah rahmet eylesin babam 1972 yılında vefat edene kadar ne zaman Galatasaray’dan söz etse ya da o hafta bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı olsa gözlerini hırs bürürdü.. Yendik mi acayip sevinir, berabere kaldık mı ya da yenildik mi acayip üzülürdü. Tabii onunla birlikte biz de sevinir, ya da üzülürdük.. Ama Galatasaray Fenerbahçe’yi fazla yenemediğinden dolayı sevincimiz, üzüntümüzden çok daha fazla olurdu.. Eğer kaybetmişsek ailece bir matem havasına girerdik..
Babamın yazının ilk girişinde bir Galatasaray yenilgisi sonrası eve gelişini anlattığım günlerde ben o sene ilk okula daha yeni başlamıştım ve evimizin hemen yakınındaki Kültür Koleji’nde okuyordum..
Pazartesi sabahı okula gittiğimde bir kaç Galatasaraylı kızdırmak amacıyla beni daha sınıfa girmeden yakaladı.. Aslında Galatasaraylı sayısı okulda fazla değildi. Kolejin neredeyse tamamına yakını Fenerbahçeli’ydi ve bir kaç tane de Galatasaraylı vardı. Nedendir bilinmez ya da şu an aklıma gelmiyor okulda hiç Beşiktaşlı yoktu..
Galatasaraylılar’dan birinin ismi Şener’di. Ve ukalanın tekiydi.. Ailesi sonradan görmeydi. Herşeyi para ile satın alabileceklerini sanıyorlardı..
Açık söyleyeyim ben Şener’e hem ailece böyle oldukları, hem de Galatasaraylı olduğu için acayip gıcıktım..
Beni bahçede karşılar karşılamaz, ’’Oooo dün size nasıl geçirdik’’ deyiverdi..
Bir an duraksadım, ’’Ya Meriç şeytana uyma git sınıfa otur’’ dedim kendi kendime..
Ama baktım Şener denilen çocuğun peşimi bırakmaya niyeti yok.. Hakaretleri salladıkça sallıyor, ardı ardına ’’Nasıl geçirdik.. Nasıl geçirdik’’ diyordu..
Dayanamadım. Durdum. Ona doğru döndüm.. Ve ’’Bak öyle geçirilmez, böyle geçirilir’’ diye kafayı çaktım.. O an bir kan banyosu yaptığımı hatırlıyorum.. Şener’in kaşı açılmış ve fışkıran kan benim de suratımı kaplamıştı..
Etraftaki çocuklar bir an sendeledikten sonra ’’Ne yaptın sen?’’ diye araya girmeye çalıştılar..
Ben de ’’Bir daha Fenerbahçe’ye laf atanın suratını böyle yaparım’’ dedim..
Şener’i oradan koştura koştura okulun revirine götürürken ben de soluğu müdür Osman Bey’in odasında aldım..
Olayı anlattım. Ama vurduğum için suçluydum.. Osman Bey bana ’’Oğlum ben de Fenerbahçeli’yim. Bunların alayı böyle. Bizim hanım Galatasaraylı. Dün akşam bana neler yaptı bir bilsen. Keşke vurmasaydın. Sen de ona küfür etseydin’’ dedi.. Osman Bey babamı da okula çağırdı ve olayı anlattı.. Rahmetli, müdüre ’’Merak etmeyin bir daha böyle bir şey olamayacak’’ diye beni oradan alıp uzaklaşırken, ’’Aferin oğlum. Keşke iki de dişini kırsaydın. Kimse Türkiye’nin takımına geçirdik diyemez. Hele bu bir de ülkeyi düşmana satmışların takımının taraftarıysa. Biz cepheye silah taşırken, bunlar Galatasaray Lisesi’nde işgal kuvvetleri komutanlarına viski taşıyorlardı.. İyi yapmışsın’’ ifadesini kullandı...
Bu olaydan sonra disipline sevkedildim ama namım da okula yayıldı. ’’Galatasaraylı Şener’in kaşını patlatan çocuk’’ olarak bayağı bir süksem oldu..
Bir daha da ne Şener, ne de bir başkası Fenerbahçe-Galatasaray maçları öncesi ve sonrası bana dokunacak bir sözü söylememeye gayret ettiler..
Ben o günden bu yana hep bir şeyi öğrendim.. Ne, Kadar, Galatasaraylı, Varsa, Hepsi Ailece, Sinirli.. Ve bunu Fenerbahçeli arkadaşlarla aramızda N.K.G.V.H.A.S diye kısaltmasını yaparak okulun duvarlarına ve sınıfın kara tahtasına yazdık.. Bu meşhur lafta o günlerden bu günlere kadar geldive tüm Fenerbahçeliler’e yol gösteren bir ışık oldu..


Yarın:
İyi Fenerli G.Saray’ın rakibini destekler

-------------------------------------------------------------------------------------
Alpaslan Dikmen'in yazısıyla devam edelim...
-------------------------------------------------------------------------------------
Meriç Tunca’nın Fenerbahçelilik anlayışını karşı sütunda okudunuz sanırım! Maalesef Fenerbahçelilerin çoğunluğunun da aynı duygularda olduğunu bilmek en azından bir sporsever
olarak bana ıstırap veriyor… Bir yandan da Galatasaraylı olduğum için Allah’a şükrediyor ve farklı bir gurur duyuyorum.
Geçmişten uyduruk hikayeler anlatmış Tunca; Ben de size çok yakın zamanda yaşanan gerçek bir olayı anlatayım. Sanırım F.Bahçelilik ile G.Saraylılık arasındaki farkı da böylece daha iyi anlatmış olurum.
Ankara’daki ultrAslanların başındaki arkadaşlarımızdan birisi geçen gün ultrAslan forumuna hepimizi ağlatan bir yazı yazdı. Yazıyı yazan şahıs öyle bedavadan bir adam da değil; Ankaralı Aslanların kurucularından ve yeri geldiği zaman G.Saray için canını ortaya koymuş olan Aslanlardan biridir hem de... Ama yine de takım sevgisinin İNSANLIĞIN önüne geçmesine izin vermemiş adam gibi bir adamdır.
Yazdıklarının satırına dokunmadan aktarıyorum;

”Çocuğuna Fenerbahçe forması almak”
Hayatım G.Saray’la geçti dersem yalan olmaz. Tanıyanlar iyi bilirler. Hatta okul yaşantım boyunca arkadaşlar bana hep “Cim Bom Ersin” derlerdi. Bundan 3 yıl önce evlendim. Allah nasip etti bir de oğlum oldu.
Eşimin babası muhteşem bir insan, adı da Erdal… Ama tek kötü bir huyu var, o da fanatik F.Bahçeli olması. Aziz Yıldırım ile okul zamanı aynı evi paylaşmışlar, devamlı görüşürler.
Oğlum şimdi 2 yaşına geldi, torununu çok seven kayınpederimle aramızda son zamanlarda tatlı bir rekabet başlamıştı.
O oğlumu F.Bahçeli yapmak istiyordu ama bana olan saygısından dolayı sadece F.Bahçe marşı dinletebiliyordu. Beni de sık sık sık yoklardı “İsmail’e F.Bahçe forması alacağım” diye… Ama benin nasıl bir G.Saraylı olduğumu bildiği için buna cesaret edemezdi.
Geçen hafta kayınpederim öksürmeye başladı, öksürük bir hafta geçmeyince doktora götürdük ve adeta yıkıldık.
Lanet olası “Kanser” dediler. Bir ay ömür biçtiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Kayınpederim olmasına rağmen ama en az kendi babam kadar çok sevdiğim bir insan çok kısa bir süre sonra artık hayata veda edecekti.
Ellerim ayaklarım titreyerek kendimi Fenerium’a attım. Bu, şoktaki bir insanın mı, yoksa babasına son vazifesini yapmak isteyen insanın ruh hali miydi ben de anlamadım.
Mağazanın içi olduğu gibi Sarı-Lacivertti. Zaten ortam kötü idi, ben de kötüydüm… Daha kötü oldum. Paranoyak gibiydim, tüm insanlar hep bana bakıyor gibi hissettim.Tezgahtara kısık bir sesle ve utanarak “2 yaşa göre bir F.Bahçe forması” dedim.
(Allah’ım ben ne yapıyordum… Kendime inanamıyordum ama artık ok yaydan çıkmıştı.)
“Beyefendi arkasına Alex mi, Carlos mu yazalım?” diye sordu tezgahtar… Bir an duraksadım
ve gözlerimden yaşlar süzülürken ağzımdan şu cümle çıktı: “Hayır; ERDAL DEDE!”
Bu yazıyı bizler gözyaşları içerisinde okuduk. Yazıya yorum yapan genç-yaşlı tüm ultrAslanlar ise Allah’tan şifa dileklerini iletirken hep olumlu mesajlar verdiler. Çünkü mevzu bahis olan bir insan hayatıydı. Bir insanın son nefesinde de olsa mutlu olmasıydı.
Bakalım ne yazmış ultrAslanlar: “Futbol sadece futboldur” , “ …ve hayat sadece futbol değildir” , “Bir G.Saraylıdan beklenecek hareketi yapmışsın” , “Böyle bir durumda renk ayrımı yapmak çok saçma olurdu zaten”, “İşte bu yüzden G.Saraylıyız” , “ Sen o formayı almakla bizi yücelttin bence”, “Kelimelerle tarif edilemez bir erdem göstermişsin” , “Mevzubahis bir can ise renkler teferruattır” , “Eğer kayınpederinin ömrüne bir gün katacaktıysa keşke sen de bir F.Bahçe atkısı taksaydın” , “Sizin gibi G.Saraylıları tanıdığım için çok mutluyum”, “Oğlun İsmail büyüdüğünde, yaptığın bu hareketin ne manaya geldiğini idrak edecek hem sana olan saygısı, hem de G.Saray’a olan sevgisi katlanacaktır.”
Sözün bittiği yer budur herhalde diyorum ve Kurtuluş Savaş’ı yıllarında tüm şehit düşenlerin yüzü suyu hürmetine, aslında dolu bir insan olduğunu bildiğim Tunca’ya, basında daha eğitici bir rol üstlenmesi gerektiğini söylüyorum.
O zaman, vatan işgal altındayken Harrington Kupası oynayanların değil de Çanakkale, Sina, Gazze, Filistin, Galiçya, Kafkasya gibi cephelere GÖNÜLLÜ OLARAK gidip, Ay Yıldızlı bayrağımız için ŞEHİT olan Galatasaraylıların karşısına daha rahat çıkabilir ahrette... Kim bilir?


Yarın:
Kahraman ve Şehit Galatasaraylılar

"Çocuğuna F.Bahçe Forması Almak"

Geçtiğimiz günlerde ultrAslan forumunda ultrAslan Ankara'nın kurucularından bir abimiz son derece duygusal bir yazı yazdı ve deyim yerindeyse adeta tüm forumun gözleri nemlendi. Bir sonraki yazıyı buna bağlayacağım için öncelikle abimizin yazdığı yazıyı bloga taşımam gerekiyor.
--------------------------------------
"Hayatım Galatasarayla geçti" dersem yalan olmaz. Bunu beni tanıyanlar iyi bilirler. Hatta okul yaşantım boyu arkadaşlar bana 'Cim Bom Ersin' derlerdi. Bundan 3 yıl önce evlendim. Allah nasip etti bir oğlum oldu. Eşimin babası çok muhteşem bir insan, adı Erdal. Ama tek kötü bir huyu var o da fanatik Fenerli olması. Aziz Yıldırım ile üniversitede aynı evi paylaşmışlar, devamlı görüşürler. Oğlum 2 yaşına geldi ve kayınpederle aramızda tatlı bir rekabet başladı. O oğluma bana olan saygısından dolayı sadece Fener marşı dinletebiliyordu. Beni sık sık yoklar "İsmail'e Fener forması alacağım" diye. Ama benden dolayı buna cesaret edemez. Geçen hafta kayınpederim öksürmeye başladı, 1 haftadır geçmedi. Doktora götürdük ve adeta yıkıldık. Lanet olası kanser dediler. En fazla 1 ay ömür biçtiler. Ne yapacağımı şaşırdım. Çok sevdiğim bir insan ve yakında artık aramızda olmayacaktı. Ellerim ayaklarım titreyerek kendimi Fenerium'da aldım. Bu bir şoktaki insanın mı yoksa babasına son bir vazifeyi yerine getiren insanın ruh hali miydi ben de anlamadım. İçerisi olduğu gibi sarı lacivertti. Zaten kötü idi daha kötü oldum. İnsanlar hep bana bakıyor gibi hissettim. Tezgahtara kısık bir sesle utanarak 2 yaşa göre bir Fener forması dedim. Allahım ben ne yapıyordum. "Beyfendi arkasına Alex mi Carlos mu yazalım?" dedi. Ben bir an duraksadım ve ağzımdan ağlayarak şu kelimeler çıktı: Hayır ERDAL DEDE!

17 Kasım 2007 Cumartesi

Tobi'ye Ödül

İsveçli futbolcumuz Tobias Linderoth ülkesinde 2007 yılının en iyi orta saha oyuncusu seçildi. Inter'de forma giyen Zlatan Ibrahimovic ise yılın en iyi oyuncusu ödülünün sahibi oldu. Tebrikler Tobi!

15 Kasım 2007 Perşembe

Hanzevast Capitals: 60 - Galatasaray: 93

Galatasarayımız ULEB Cup'da grubundaki ikinci maçında Hollanda temsilcisi Hanzevast Capitals'i deplasmanda 33 sayı farkla, 93-60, mağlup ederek liderliğe yükseldi.




12 Kasım 2007 Pazartesi

Yorumsuz!



NOT: YouTube'dan kaldırılmış bu video. Öyle işte...

Galatasaray: 3 - Gençlerbirliği: 2

Uzun bir aradan sonra ilk defa Ali Sami Yen Stadyumu'nda seyircili bir lig maçı. Helsingborg faciasının beraberinde getirdiği acılar taze. Biletler pahalı. Tribünlerin yarısından çoğu boş. Takımda bir ton sakat ve kesik yiyen oyuncu. Rakip güçlü Gençlerbirliği. Hocası tanıdık; "Büyük Kaptan" Bülent Korkmaz. Fenerbahçe ve Beşiktaş yenilmiş. Yakalanacak bir fırsat, bozulan moralleri ve kötü gidişatı durdurup yeniden aslanın kükremesine vesile olacak bir fırsat. Kaçmamalıydı. Kaçmadı!
Düne gidelim. Ancak öncelikle uğrayacağımız yer Ali Sami Yen değil. Mekanımız Kayseri... Kayserispor "Avrupa Fatihi" Fenerbahçe'yi ağırlıyor. Şu dünyayı ben yarattım havasında olan takımı. Maçın başında gol buluyor Fenerbahçe. Sonra Brezilya karmasının Brezilyalılarından biri atılıyor oyundan. Kayserispor 2 tane çakıp şişen balonu patlatıyor. Geçtiğimiz hafta yakalanan haksızlığın acısı bir yerlerden çıkıyor.
Kayseri'de patlayan balonun sesi Ali Sami Yen'in boş tribünlerinden rahatlıkla işitiliyor. Rakip Gençlerbirliği. Hocası Bülent. "Kusura kalma Kaptan üzeceğiz seni bu gece"... Takımlar çıkıyor. Takımda bir dünya değişiklik. Geç yapılmış ama yerinde değişiklikler. Mehmet Topal var mesela maç sonunda herkesin ağzını bir karış açık bırakacak. Sonra Serkan Çalık var Hakan Şükür ile Ümit Karan'ı kulübeye postalayan. Kaleyi yine Orkun almış. Böyle idare edeceğiz bir süre, bir maç Aykut, bir maç Orkun. Kafasında Galatasaray'ı bitiren Sabri kulübede bile değil örneğin. Olmasın! Sonra Song var. Yenilik Song'un ilk kez bir karşılaşmaya takım kaptanı olarak başlaması. Yakıştı da Afrika Aslanı'na... Sonra 3.dakikada ayağına çarptı top. Yön değiştirdi, gol oldu. Endişe etmedi az sayıdaki taraftar. Çünkü istikrarsız takımın iyi oynadığı gündü o gün. Dakika 13 oldu sonra. Maç sonunda müsabakanın tartışmasız en iyisi olacak olan Mehmet Topal aldı topu. Düzeltti. Çaktı. 1-1 oldu! Baskılı oyununa golden sonra da devam etti sarı-kırmızılı takım. 30.dakikada bir başka genç yetenek Serkan Çalık buldu çerçeveyi: 2-1. İlk yarı da böyle bitti.
İkinci yarı başladı. Sağ kanattan tek paslarla yüklendi takım. Barış ceza sahasında kendini unutturan Lincoln'ü gördü. O da gol attı, 3-1 oldu. Dakika 49'du. Bu dakikadan sonra maçta futbol adına pek bir şey görülmedi. Sadece az sayıdaki taraftarın tribün şovu vardı izlenmeye değer. Galatasaray'ın galibiyeti kesin gibiydi. Gençlerbirliği yüklenemedi, Galatasaray zorlamadı. 90+3'de Tuna vurdu kafayı, Orkun izledi ve fark 1'e indi. Maç bitti. Galatasaray aynı puana sahip olduğu Sivasspor'un averaj ile önünde liderliğini sürdürdü.

Mersin Büyükşehir Belediyesi: 63 - Galatasaray: 53

Beko Basketbol Ligi'nin 6.haftasın ligin zayıf ekiplerinden Mersin Büyükşehir Belediyesi'ne konuk olan Galatasarayımız karşılaşmadan, 10 sayı farkla, 63-53 yenik ayrıldı ve bu sezonki ikinci yenilgisini alarak ligde 6.sıraya geriledi. Galatasaray karşılaşmaya etkili başlayıp ilk periyodu 19-14 önde kapatmayı başarmış olsa da ikinci periyod boyunca topu topu 2 sayı atmış olması ve dolayısıyla devre arasına 37-21 geride girmesi mağlubiyetin habercisiydi adeta. İkinci yarıya ilk yarıya oranla daha derli toplu başladık ve bulduğumuz 24 sayı ile son periyoda farkı 2 sayıya indirerek girdik. Hatta son 8 dakikaya girilirken takımımız Gaines ile bulduğu 3 sayılık basket sayesinde 50-43 öne geçmeyi de başardı. Kalan bölümde ise rakibin 16-3'lük serisine engel olamayınca sahadan 63-53 mağlup ayrıldık. Maçın en skorer ismi ise attığı 16 sayı ile Galatasaray'dan Brown oldu.

Anket Sonucu

Yaklaşık bir ay önce başlattığım anket birkaç önce sona ermiş ve ben bunun farkına henüz varıyorum. Olsun, sorun değil. Yalnız sorun olan şu ki anket yanlış bir zamanlamaya sahne oldu. Şöyle açıklayayım... Anketin başlangıç tarihi doğru olsa da gereğinden fazla uzun tutuldu. Bunun nedenini de çıkan sonuçlar ile takımın bulunduğu durumu karşılaştırınca anlamak mümkün. Hâlâ anlamadıysanız sonuçları vermekle başlayalım. Daha anlaşılır olacaktır.
Öncelikle ankete katılan 50 kişiye teşekkür ederek başlayayım. Bordeaux maçına kadar olan sürede ankete katılanların oldukça büyük bir bölümü takımın UEFA Kupası'nda grubunu lider bitireceğine sonuna kadar inanıyordu. Takım Bordeaux deplasmanından yenilgiyle dönünce ankete oy verenlerin meyli ikinciliğe düştü. Helsingborg faciasından sonra ise takımına hâlâ güvenenler "üçüncü oluruz, çıkarız" yönünde oy kullanırken, diğer kesim Galatasaray'ın 3.turu göremeyeceği doğrultusunda oy kullanmış. Peki oy dağılımı nasıl oldu? Resimde görüldüğü gibi...

10 Kasım 2007 Cumartesi

Sevgi, saygı ve minnetle... YERİN KALBİMİZDİR!

9 Kasım 2007 Cuma

Hayal Kırıklığı "Galatasaray: 2 - Helsingborg: 3"

Dün gece Ali Sami Yen'de yüksek tutulan bilet fiyatları ve yağan doluya rağmen tribünlerin büyük bölümü doluydu. Taraftar hazırdı. Avrupa'da yeni zaferlerin yazılmaya başlanacaktı... Hepsi palavra oldu tabii. Sahada aldıkları dünya kadar paraya rağmen sırtlarına geçirdikleri formanın değerinden bihaber topçular ordusu olunca Galatasaray UEFA Kupası gruplarındaki ikinci maçından da puansız ayrıldı. İsveç ligini orta sıralarda tamamlayan Helsingborg İstanbul'a gelirken sarı kırmızılı takıma ikinci bir "Tromso Faciası" yaşatacağını tahmin bile etmiyordu sanırım. Maçtan önce Liverpool'dan 8 tane yiyen Beşiktaş'la dalga geçildi, "Avrupa Fatihi" oluşumuza gönderme yapan tezahüratlar yapıldı... Hâlâ geçmişte yaşadığımızın ve başkalarından önce kendimize bakmamız gerektiğinin göstergesiydi bu. FC Sion'a 5 tane attıktan sonra takım hakkında methiyeler düzülmüş, UEFA Kupası'nın favorisi olduğumuz bile söylenmişti. Grup kuraları çekildiğinde grubu lider tamamlayacağımız, Bordeaux mağlubiyetinden sonra da gruptan ikinci olarak çıkacağımız söylenmişti. Şimdi de grubu üçüncü olarak tamamlayabileceğimizi söylüyor bunları söyleyenler. "Çeyrek finalden aşağısı başarısızlık olur"du, oldu da. Dünkü takımı gördükten sonra "Yazıklar olsun" demekten başka bir şey demek gelmiyor içimden. Birkaç spor yazarının Galatasaray'ın vahim durumunu anlatan yazılarıyla baş başa bırakıyorum sizi...

Levent TÜZEMEN: Güçlü olan zayıf yanını herkesten iyi bilendir. Daha güçlü olan ise zayıf yanına hükmedebilendir. Kalli'nin 43'te Sabri'yi çıkarıp Arda'yı sokması ve Galatasaray'ın Arda'nın ortasında Nonda ile golü bulması doğru bir hamle olarak görülebilir. Ama bu hamle yenilen ilk golden sonra yapılabilirdi. Çünkü Galatasaray; karşısında diri, mücadeleci, birbirini iyi tanıyan, akıllı paslaşan, agresif ve hücuma çok çabuk çıkan bir Helsingborg buldu... ... Maçı okuyamayan, Galatasaray'ın zayıf yanına müdahale edemeyen Kalli, seyirci ıslıklamaya başlayınca Sabri'yi oyundan aldı. Tamam, gollerde Sabri hatalı ama onun hazır olup olmadığını, fizik gücünün yeterli olup olmadığını tespit edemeyen Kalli suçlu değil mi? ... Galatasaray çok gol kaçırdı ama rakibin fizik gücüne karşılık veremediği için kaybetti. Kalli, ısrarla "Fizik gücümüz iyi" diyor ama son 20 dakikada oyuncularının dili dışarıdaydı. Bu da Galatasaray'ın iyi idman yapmadığının göstergesidir. Ayrıca Galatasaray'a iki gole imza atan Nonda gibi bir golcü daha lazım. Herkes Galatasaray için, "UEFA'da final oynar" diyordu. Dilerim Kalli ile kalan maçlarda sıfır çekmezler.
Aziz ÜSTEL: Bir varmış bir yokmuş, bir Avrupa fatihi Galatasaray vamış... Avrupa'daki bütün takımların korkulu rüyası, önüne gelene 3-4 tane atan ve sonunda da UEFA Kupası ve Süper Kupa'yı kaldıran bir Galatasaray. Sonra 2002 yılında Allah şifasını versin, Özhan Canaydın gelmiş ve koca Galatasaray günden güne erimeye başlamış. Sonunda da tribünlerin hâlâ "Avrupa fatihi" diye çağırdığı Galatasaray, Avrupa'nın klasman dışı takımlarından biri olan Helsingborg'a Ali Sami Yen'de yenilip, tuş olmuş. ... Eğer Kalli daha fazla bu takımın başında kalırsa Turkcell Süper Lig'de de Helsingborg faciaları birbiri ardına gelecektir. Eğer Galatasaray yönetiminde bir parçacık basiret kalmışsa hemen Kalli'ye bir Almanya bileti alır, Takımı kim çalıştırırsa çalıştırsın, bundan daha kötüsü olamaz. Galatasaray camiasının bir an önce toparlanıp, ciddi, güvenilir, genç, dinamik, uluslararası yöneticilik deneyimi olan bir başkan adayının çevresinde kenetlenmesi gerekir. Yoksa Galatasaray dün geceki gibi faciaları daha çok yaşar.
Ahmet ÇAKIR: Futbolun bir yanı da bu: Mutlak, hatta aşırı derecede favori çıktığınız maçta bile golleri kalenizde görüp neye uğradığınızı şaşırabiliyorsunuz... Hatta hiç de kötü oynamadığınız halde rakip kaleciyi geçemeyip yeni bir Trömsö faciası yaşayabiliyorsunuz... Haftalardır yanlış kadrolarla sahaya çıkmakla eleştirilen teknik adam bu kez doğruya en yakın 11'i bulmuş... Hakan Şükür'le Linderoth'un sakatlıktan kurtuluşu, Lincoln'ün de biraz güç kazanmasıyla herhangi bir sorun kalmamış gibi... Gerçi İstanbul'un aylardır beklediği yağışın bu maça denk gelişi biraz talihsizlik... Çünkü tam rakibin istediği gibi bir ortam doğmuş oldu. Ayrıca tribünlerin boş kalması da belli ki oyuncularda bir burukluk ve tutukluk oluşturdu... Buna bir de rakibin istediği gibi sürekli yüksek toplarla oynama yanlışı eklenince "Bu takım gol yemeden oynamaya başlamayacak" durumu doğdu. Öyle de oldu. Fakat 1 değil de 2 gol yiyince iş alabildiğine tatsızlaştı... ... Bu sahada Milan karşısında 2-1 yenik durumdan 3-2'yi, Real Madrid önünde 0-2'den 3-2'yi bulabilmiş Galatasaray'ın böyle bir rakip karşısında düştüğü durum Beşiktaş'tan sonra ikinci Avrupa felaketi oldu... Gruplar belli olduğunda "Banko, hatta birinci olarak çıkar" dediğimiz Cim Bom'un durumu da Milli Takım'a döndü. Böyle bir gruptan çıkabilmek için artık mucizelere ihtiyaç var...
Şansal BÜYÜKA: Kardeşim, benim anlamakta zorluk çektiğim bir şey var... Top bizim kalecilerden dönüyor, rakip o dönen topla buluşup golü atıyor... Top rakip kalecilerden dönüyor, bizim oyuncular o dönen topla buluşup golü yapamıyor... Sorum şu: Rakip, bizim kalecilerden dönen topla buluşup golü yapıyor... Biz rakip kalecilerden dönen toplarla buluşup niye gol yapamıyoruz! Neyimiz eksik!... ... Linderoth sahada... Barış sahada... Ama Galatasaray sahada yok... Şimdi sormak lazım... Linderoth'u tribünde oturtan Feldkamp mı haklı, oynatılması için ısrarcı olan yönetim mi? Ancak haklıyı, suçluyu aramanın bir faydası yok... Burası Avrupa arenası... Hakemdi, fauldü, değildi gibi bahaneler hikaye... Takke düşüyor, kel görünüyor... Dün gece olduğu gibi...

8 Kasım 2007 Perşembe

Karakter Oyuncusu "Popescu"

Az sonra okuyacaklarınız haftalık olarak çıkan "F" dergisinin 26.sayısında Ali Ece tarafından kaleme alınmış yazının kopyalanmış halidir. Yalnız belirtmek istediğim bir husus var ki o da yazıda yapılan bir yanlışla ilgili. Okuduğunuz zaman rastlayacaksınız ki yazının bir yerinde Levent Özçelik'in adı geçmekte. Ali Ece bu isim yerine Ercan Taner ismini kullanmıştır. Ben doğrusuyla düzelttim, bilginize... Sonra "Vay efendim nasıl değiştirirsin yazıyı" diye başımın etini yemeyin. Yanlış bilgi olur mu? Olmaz tabii...
---------------------------------------------------------
Uzun yıllardır, Galatasaraylılar bir araya geldiklerinde şu soruyu sorarlar: “Galatasaray’a gelmiş en büyük savunma oyuncusu kimdir?” Song çok büyük bir savunma oyuncusudur, Falco sarkık liberolu 3-5-2 çağının kralıdır, yabancı bir oyuncu olmasına rağmen Stumpf tekmeye kafa sokmasıyla her zaman kalplerin en unutulmaz köşesinde kendine yer bulur. Bu isimler saygıyla anıldıktan sonra asıl tartışma başlar: “Hayatında sadece Galatasaray forması giyen Bülent Korkmaz mı, yoksa dünya futbolunun en klas, en stil savunma sanatçılarından Popescu mu?”
Bülent ve Popescu, anketlerden hep kafa kafaya çıkar. Kıstas olarak yürek alındığında Bülent fotofinişle Popescu’yu geçer ama oyun zekası söz konusu olduğunda Popescu, savunmacı olarak Bülent’e bile fark atar. Ama işte tam da bu anda tartışmanın beyhudeliği bir kez daha kanıtlanır. G.Saray’a gelmiş en büyük savunma, dünya tarihinde bile eşine az rastlanır bir yürek-zekâ sentezine imza atan Bülent-Popescu tandemidir.
Futbol, her şeyden önce bir sanattır. İnsanoğlu, kalbine sığmayıp taşanları, zekâsıyla sanat eserlerine dönüştürür. En unutulmaz sanat eserlerinde, Picasso’nun Guernica’sı, Baudelaire’in Albatros’u, Beatles’ın “Tomorrow never knows”unda, zekâ ve kalp, olabilecek en zarif şekilde iç içe girer, sevişir ve dünyayı değiştirecek kalibrede güneşler doğurur. UEFA Kupası’nı kazanan Galatasaray’ın kimyası da tüm bu eserlerden farklı değildir. Hagi’nin tanrısal yeteneği ve top büyücülüğü ne kadar belirleyiciyse, takımın en ileri ucunda Hakan Şükür’ün hücum presinde başlayan takım savunması kurgusunda, Popescu’nun ayakları ve kafasındaki demir perdenin kestiği tüm toplar Galatasaray’a ve Türk futboluna UEFA Kupası olarak geri dönmüştür.
Nasıl “Hagi olmasa UEFA Kupası’nı kazanamazdık” diyorsak, Popescu olmasaydı da o efsanevi geceyi yaşayamayacağımızı kabul edelim artık. Bugün Türkiye Milli Takımı, dördüncü beşinci sınıf takımlardan Hababam Sınıfı maçlarında bile yenilmeyen golleri yiyorsa bu bunca yıldır savunma oyuncularına gereken saygıyı esirgemiş, hak ettikleri değeri vermemiş olmamızın doğal sonucudur. Bu saygı ve değeri esirgedikçe, biz o golleri yemeye devam edeceğiz. Savunma ve hücum bölümleri başka hiçbir oyunda olmayan bir devamlılık ve bütünlük arz eden futbolda, savunmayı hücumun devamı değil de tam tersi olarak görmeye devam ettikçe Kemal Sunal filmlerindeki gollerden çok daha trajikomiklerini yiyeceğiz.
İşte tam da bu yüzden bu topraklara gelmiş en büyük futbol filozofu Hagi, Popescu’nun alınmasını istedi. O zamanlar, Popescu geldiğinde “Hagi, bacanağını getirdi” diye yazıp geçtiler. Herkesi aptal kendilerini tek akıllı zannedecek kadar aptal olanlar için Popescu’nun tek özelliği Hagi’nin bacanağı olmasıydı. Ama o gün Atatürk Havalimanı’nda başlayıp, Kopenhag Havalimanı’nda UEFA Kupası ile biten o muhteşem filmin en iyi yardımcı erkek oyuncusu tam da bunları yaşamak için gelmişti.
Gheorghe Popescu, 9 Ekim 1967’de azgın Tuna Nehri’nin üstündeki en büyük liman olan Kalafat’ta dünyaya geldi. Adını, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı unutulmaz bir direniş mücadelesi veren pilot Gheorghe Popescu-Ciocinel’den aldı. Uzun boyu ve Transilvanya’daki mitolojik heykelleri andıran fiziğiyle küçük yaşlardan itibaren “Kalafat Prensi” lakabıyla doğup büyüdüğü mahallenin en ünlü simalarından biriydi.
Ailesi önce onu kızlarla olan düzensiz ilişkilerinden koparmak ve adını verdikleri İkinci Dünya Savaşı kahramanı gibi olması için askeri okula göndermeyi kararlaştırdı. Tam da bu esnada futbol Popescu’nun imdadına yetişti. Futbol sayesinde hem Çavuşesku ordusunun aşırı militarist ve hamaset dozu yüksek tedrisatından kurtulacak ama bir yandan da ailesinin gururu olarak askeri eğitime tabi kalmadan binbaşı rütbesine kadar yükselecekti.
1985 yılında Universitatea Craiova formasını giymek için Kalafat’tan ayrıldığında mahallelerinde oturan birçok genç kız adeta yas tuttu. 1985-1990 yılları arasında formasını giydiği Universitatea Craiova’dan sadece 1988 yılında Çavuşesku’nun emriyle Steaua Bükreş’e kiralandığı dönem ayrılmak zorunda kaldı. Çavuşeksu ve oğlunun imparatorlara yakışan bir sertlikle yönettiği Romanya futbolunun lokomotif takımı Avrupa Şampiyonu olmalı ve Romanya futbolunu Avrupa’nın zirvesine taşırken Çevuşesku rejiminin başarısını da tüm dünyaya göstermeliydi. Ama yine zorla güzellik olmadı, Popescu, hakemlerin de açık açık Steaua’nın on ikinci oyuncusu olarak oynadığı sezonda Romanya Ligi şampiyonu ve Romanya Kupası şampiyonu olarak, gerçek evi Universitatea Craiova’ya geri döndü.
Ailesinin istediği gibi tarihi kahraman Gheorghe Popescu’ya yakışır bir Popescu olmuştu. Ama 1988 yılında “Savunmanın yeni kralı Gheorghe Popescu II” adıyla Rumen futboluna damgasını vurmaya başladığında, 1918 yılında doğup efsanevi bir teknik direktör olmadan önce uzun yıllar Romanya futbol tarihinin en iyi savunma oyuncularından birisi olarak addedilen “Gheorghe Popescu I” ile karşılaştırılıyordu. O yıllarda Rumen futbolunu Avrupa’nın zirvelerine yaklaştıran Lucescu tarzı takım savunma anlayışında, aynı karşılaşma içinde önlibero ve libero mevkilerinde Avrupa’nın en çok gelecek vaat eden savunma oyuncularından birisi olmuştu.
Böylesine eşine az rastlanır bir savunma oyuncusu, Çavuşesku ve oğullarının mutlakiyet rejiminin duvarlarına sığmayacaktı. Adı sosyalist kendisi saltanat olan düzen çatırdamaya başladığında Demir Perde’yi aşarak Avrupa’ya transfer olan ilk Rumen oyunculardan birisi oldu. 1990 yılında Hollanda’nın PSV takımına transfer olduğunda, PSV’nin yeminli düşmanlarından Ajax’ın sembol ismi Cruyff ilk PSV-Ajax derbisinden sonra Popescu’yu yere göğe sığdıramadı: “Bugün iki takım arasındaki tek fark Popescu’ydu. Bizim Ajax’lılar, üzerlerine gelen her topu taca atmayı savunma yapmak zannediyorlar. Halbuki benim bildiğim savunma, hücumu başlatmak için yapılır. En iyi savunma, hücum; en iyi hücum da savunmadır. Popescu, bunu en iyi şekilde özümseyerek sahada adeta futbol dersi verdi.”
Aslında kendisi bile bu kadarını beklemiyordu en başta. Romanya’da, oynadığı her maçta lider anlamına gelen “Bacinul” lakabıyla büyük bir saygı görüyor, çok fazla efor sarf etmeden pozisyon alması, takım savunmasını organize etmesiyle çağının en önemli savunma silahlarından birisine dönüşüyordu. Ama asıl PSV’ye geldikten sonra, takımın sembol ismi Eric Gerets ile yolları kesiştiğinde mevkisinin en iyisi olmayı başardı. 36 yaşında olmasına karşın karşısındaki oğlu yaşındaki rüzgar gibi oyuncuları durdurmayı başaran Gerets, yine aynı odada kaldıkları bir gece ona savunma sanatının en büyük sırrını açıkladı: Oyunun okumak!
Popescu 1989’da Hagi’yi bile geçerek Romanya’da “Yılın Futbolcusu Ödülü”nü almıştı. PSV kamplarında Eric Gerets ile geçirilen uzun geceler, bambaşka bir Popescu yarattı.
1991 ve 1992 yıllarında yine Hagi’yi geride bırakarak yılın futbolcusu seçilirken artık oynadığı her maçta oyunu bir Rimbaud şiiri gibi sindire sindire okuyor, dizeleri birbirinden ayıran, kelimelerin anlamını en güzel şekilde büyüten, ölümsüzleştiren virgülleri, noktaları, ünlemleri hep aynı ustalıkla yerine koyuyordu.
G.Saray, yıllar sonra UEFA Kupası’na giden yolda o günlerin en güçlü takımlarından Mallorca’yı deplasmanda hezimete uğratırken işte o oyun okuma ustası yine en iyi yardımcı erkek oyuncu rolünde Oscar’lık bir performans sergileyecekti. O gece, oyunu sürekli o sezonun en formda sol açığı Jovan Stankoviç’in kanadından kuran İspanyollar, sol açıkları her seferinde G.Saray’ın sağ bekini geçtiğini zannettiğinde hep savunmanın ortasındaki yerini bırakıp kelime anlamı “özgür adam” olan liberoya sarkan Popescu’yla karşılaşacaklardı. Mallorca her seferinde, bu oyunu şiir gibi okuma tuğlalarından oluşan duvara çarpacak, Galatasaray kontratak ve gol olup yağacaktı.
PSV, Popescu’nun formasını giydiği 1990-1994 yılları arasında Popescu’nun oyun zekâsı tuğlalarının ördüğü duvarla birçok maç kazandı. Tam da o yıllarda hücumda iki santrforun arkasında forvetten devşirilmiş serbest oyuncular prim yaparken, Popescu PSV savunmasının serbest adamıydı. 1990’ların ilk yarısında total futbol bayrağını Ajax’tan devralırken, Popescu en iyi savunmanın hücum olduğunu bir kez daha kanıtlarcasına 109 maçta 24 gol atarak takımının en golcü isimlerinden birisi olacaktı.
Bu eşine çok az rastlanır “savunma silahı”, 1994 Dünya Kupası’nda 1990’daki hatalarını tekrarlamayarak Romanya’nın turnuvanın en güzel oynayan takımlarından birisi olmasında büyük rol oynadı. Yine Hagi en iyi oyuncuyken, Popescu da en iyi yardımcı oyuncu olarak tarihinin en pahalı transferlerinden birisi olarak Tottenham’ın yolunu tuttu. Ada’ya ilk geldiğinde Tottenham’ın efsane ismi Glenn Hoddle, Popescu için şunları söyleyecekti: “Günümüz futbolu gitgide daha da hızlanıyor. Bu yüzden artık Brezilye bile son Dünya Kupası’nda gördüğümüz gibi sürekli yan paslar ve estetik hareketler ile oyun kurmaktan vazgeçti. Artık oyunun oynandığı alan iyice daraldığı için savunma ve hücum arasındaki fark neredeyse yok oldu. On saniye içinde rakip kaleci ile karşı karşıyayken, birden kalenizde golü görebiliyorsunuz. Oyun artık topun kesildiği anda kurulmaya başlıyor. Tottenham, şu anda dünyada bunu en iyi yapan oyuncuyu aldı.”
Ardiles de bunun fazlasıyla farkındaydı. Takımı Popescu üzerine kurmaya karar vermişti. Klinsmann-Sheringham’dan oluşan rüya gibi ileri ikilinin hemen arkasına serbest oyuncu olarak Barmby’yi, kanatlara da o yılların en çok gelecek vadeden sağ açığı Anderton ve Popescu’nun Romanya’dan takım arkadaşı Dumitrescu’yu yerleştirmişti. Popescu ise savunmanın hemen önünde, bu beşli hücum hattının gerisinde serbest süpürücüydü. Tottenham, bu spektaküler kadroyla ligin ilk haftalarında harika bir başlangıç yaptı. Londra derbisinde attığı golle, daha sonra UEFA Kupası’ndan edeceği Arsenal’i birinci kez yıktı.
Ama Ardiles, bir şeyi hesaplamamıştı: Popescu’nun önündeki hücum yönü mükemmele yakın beşlinin hiçbiri oyunun savunma yönünde Hagi kadar bile etkili değildi. Tottenham, ilerleyen haftalarda büyük bir çöküş yaşarken uzun zaman sahada ayakta kalmayı başaran tek oyuncu Popescu oldu. Ama Ardiles, alınan şok sonuçlardan sonra görevinden alınınca Popescu, Tanrı sanki futbolu bulutların üstünde oynayalım diye yaratmışçasına topun sürekli havaya dikilip peşinden koşulduğu klasik Ada futbolunun kısırlığına mahkum olmuştu. Hava toplarının mutlak hakimiydi ama oynadığı oyundan ne kadar zevk aldığı fazlasıyla tartışılırdı. Zaman ilerledikçe, o yılların kendini bir türlü bulamayan Tottenham’ın harala gürele futbolunda Popescu, sudan çıkmış balığa döndü.
Neyse ki her şeye rağmen gösterdiği emekler karşılıksız kalmayacak ve Katalan devi Barcelona’ya transfer olacaktı. Hagi bile Barça’da kadroya girmekte zorlanırken, Popescu 1995-97 yılları arasında PSV’deki hocası Bobby Robson’ın çalıştırdığı takımın vazgeçilmez isimlerinden birisine dönüştü. İki sezonda 59 maçta 9 gol atarken, 1997 yılında Ronaldolu, Figolu Barcelona’nın kaptanı olarak Kupa Galipleri Kupası’nı kaldırdı. Bu aynı zamanda Barça formasıyla son maçı oldu. Çünkü kader bir kez daha yollarını can dostu, bacanağı Hagi ile kesiştirecekti.
Popescu, Türkiye’ye “Hagi’nin bacanağı” olarak geldiğinde, Hagi’den bile daha kariyerli bir futbolcuydu. Hagi, Barcelona’da bir türlü rüştünü ispatlayıp sürekli forma şansı bulamazken, Popescu efsanevi Katalan ekibin Figo ile beraber Katalan olmayan ilk kaptanlarından birisi olmuştu. Barcelona’dan ayrıldığında Galatasaray ile söz kesmeden önce başta PSV ve Feyenoord olmak üzere Hollanda ve diğer üst düzey Avrupa liglerinden birçok kulüpten teklif almıştı. Ama o eşi ve Hagi sayesinde İstanbul’u, Galatasaray’ı seçti.
1997-2001 yılları arasında Galatasaray, tarihinin en başarılı dönemini yaşarken, UEFA Kupası’nın kazanılmasıyla ölümsüzleşen filmin son anında yine Popescu olacaktı. Popescu, Türkiye’ye UEFA Kupası’nı getiren son penaltı gerilirken, spiker Levent Özçelik adeta yalvarıyordu: “Hadi oğlum, hadi oğlum…” O anda Levent Özçelik’in sesini duyan bir Arap atı, birden şahlanıp bir İngiliz atını bile geçebilirdi. Ama bizler televizyonlarımızın başında o penaltının gol olacağına adımız kadar emindik. Çünkü Popescu, bize öylesine bir güven vermişti ki tıpkı sonu hep mutlu biten filmlerde tam o filmin kopma sahnesinde devreye giren güvenilir yardımcı karakter gibiydi. O anda Ümit Aktan içinden şöyle geçirmiştir herhalde: “Değil Seaman, bütün He-Man’ler gelse yine o topu kurtaramaz.”
Tabii ki gol olacaktı. Popescu, tam da bunun için doğmuştu. Filmin başrol oyuncusu Hagi, gereksiz yere Tony Adams ile Tony Adams olup oyundan atıldığında, en iyi yardımcı erkek oyuncu tüm soğukkanlılığı ve zekâsıyla devreye girmişti. Galatasaray, en büyük yıldızını kaybedip 10 kişi kaldığında, Popescu başta kendi takımı olmak üzere hepimize Galatasaray’ın bir an bile bir kişi eksik olduğunu hissettirmedi. Sanki o kalan sürede Popescu, müthiş kariyerinin özetini izlettirdi. PSV’nin “serbest savunmacı”sı, Barcelona’nın muzaffer kaptanı, Romanya’nın gizli kahramanı, her Arsenal atağını başlamadan bitirip G.Saray akınına dönüştürdü. Sürekli takımını ileri itti. Sakat sakat oynayan kaptan Bülent’le oluşturduğu ikili, bizlere Çanakkale Savaşı’nı, İkinci Dünya Savaşı’nda küçük ama gururlu Balkan ülkelerinin işgale karşı verdikleri mücadeleyi hatırlatacak kadar destansıydı. Hepsinin üzerine bir de son penaltıyı sanki antrenmanda atıyormuş kadar soğukkanlılık ve Seaman’ın sinirlerini tahrip eden bir neşeyle filelere yolladığında hemen kendisini Türkiye’ye getiren saha kenarındaki kader arkadaşına, başrol oyuncusuna koştu.
Maçtan önce Romanya’dan falcı çağırıp maçın falına baktırmış, İngiliz gazeteler de bunu alay konusu etmişlerdi. Ama Tottenham’da olduğu gibi yine aynı falcının kehaneti gerçek oldu. Finalin ertesi günü, İngiliz gazetelerinde “Arsenal’in Nemesisi” manşetinin altında onun penaltı sonrası yüz ifadesi vardı. Barça kaptanı olarak Avrupa Şampiyon’u olduğunda bile bu kadar sevinmemişti. Galatasaray’ı, İstanbul’u, fazlasıyla Rumenlere benzettiği Türkleri bir ayrı sevmişti.
Sonraları, biz yine en iyi yardımcı erkek oyuncunun hakkını vermedik. Ona bir jübileyi bile çok görüp “Bu yaşta futbolcudan kâr ettik” diye böbürlenerek Lecce’ye sattığımızda biraz ayıp ettik. Halbuki “bizim” Popescu, bir dahaki sezon Türk oyuncular adamdan sayılmayıp sadece yabancıların parası ödendiğinde parayı almayı reddetmiş, yönetime karşı gelmişti. Son maçında, omuzlara bile alınmamış, sadece ailesinin getirdiği küçük pastayı takım arkadaşlarıyla birlikte kameraların çok uzaklarında yemişti. Galatasaray formasını giydiği 189 maçın her dakikasının her saniyesinin hakkını vermiş, Üçünci Lig takımıyla oynana kupa maçında bile UEFA Kupası Finali’nde oynuyormuş gibi savunma sanatının en eşsiz örneklerini sergilemişti.
Bence bir jübileyi değil, antrenman tesislerine Hagi ile birlikte dikilecek bir heykeli hak ediyordu. Ama faal futbolu bırakıp menejer olduktan sonra G.Saray’a getirdiği isimler İstanbul gece hayatına dalıp Popescu olamadıklarında, ağır hakaretlere maruz kaldı. Halbuki o, 2000 yazınad Bülent ve Suat’tan sonra üçüncü kaptanlığa getirilip Okan Buruk’un hışmına uğradığında bile sesini yükseltmemiş, “Ben zaten Barcelona’da kaptanlık yaptım, çok isterse hemen ona veririm” demekle yetinmişti. Yine sesini yükseltmedi, daha önce onun önerisiyle Galatasaray’a transfer edilen Adrian Ilie 1 Milyon dolara alınıp 7 Milyon dolara satılmış, onun getirdiği Filipescu’dan 2 Milyon, hiç beğenilmeyen Tamas’tan bile yarım milyon dolar kâr elde edilmişti.
Popescu için “Bizi dolandırdı” diyen yönetim, her transfer sezonunda çok büyük paralara yeni savunma oyuncusu alıp “Yeni Popescu” olarak lanse etmiş, kötünün iyisi Frank de Boer bile Ali Sami Yen’de yuhalanmıştı. G.Saray yönetimi, Çakar’ın tüm dayanılmaz ısrarlarına rağmen bir “because” bile diyemeyen, sözde dünyanın en büyük uluslar arası kredi şirketinin temsilcisi Sahip Som’a gözü kapalı güvenip, tarihin en büyük kazığını yerken, aynı günlerde Popescu’nun bayram kutlaması için bile tesislere girmesini yasaklamıştı. Halbuki o Popescu’ydu, iki yıl önce bayram günü Hagi ile beraber o tesislerde futbola yeni başlamış gibi antrenman yapan. O yüzden, biz daha Malta’dan, Moldova’dan çok gol yeriz! En iyisi YouTube’u açıp 2000 UEFA Kupası Finali’ni tekrar tekrar izleyelim. Popescu’nun tekrarı yok çünkü!

7 Kasım 2007 Çarşamba

Galatasaray: 71 - Akasyavu Girona: 69

Galatasarayımız ULEB Cup'taki ilk maçında dün İspanyol temsilcisi Akasyavu Girona'yı Ahmet Cömert'te konuk etti. Geçen yılı FIBA Eurocup şampiyonu rakibi karşısında başa baş bir mücadele ortaya koyan sarı-kırmızılılarımız sahadan 71-69 galip ayrılarak Avrupa arenasına harika bir giriş yaptı.
Karşılaşmaya kontrollü bir oyunla başlayan Galatasarayımız 5.dakikada rakibi karşısında 15-9 geriye düştü. Bu dakikadan sonra dizgini eline alan takımımız 11-1'lik bir seri yakalayarak skoru 20-16 lehine çevirmeyi bildi. İlk periyodun kalan bölümünde yaptığımız hücumlardan elimiz boş dönünce rakibimiz farkı kapattı ve takımlar ikinci çeyreğe 22-22 eşitlikle girdiler.
Her iki takımda ikinci yarıya biraz tutuk başlasa da konuk ekip 16.dakikaya 32-30 önde girdi. 19.dakikaya geldiğimizde Tufan Ersöz ile bulduğumuz pozisyonları değerlendirince skora tekrar denge geldi: 35-35. Kalan saniyelerde Hite ve Tufan sayılarıyla sayesinde karşılaşmanın ilk devresini 39-37 üstün kapattık.
Müsabakanın ikinci yarısına ise adeta kabus gibi başladık. İspanyol ekibi MacDonald ile arka arkaya bulduğu 3'lükler sayesinde skoru bir anda 43-39 lehine çevirdi. 25.dakikaya geldiğimizde 47-47 olan skora Brown ve Hite'ın katkısı büyüktü. Galatasarayımız bu dakikadan sonra çok daha iyi bir oyun ortaya koydu ve Cüneyt, Tufan ve Hite ile bulduğu sayılarla son çeyreğe 61-52 önde girdi.
Son çeyrekte iyice risk almaya başlayan konuk ekibin bulduğu sayılara Brown ve Owens ile karşılık verdik ve farkın kapanmasını önledik. Karşılaşmanın son 3 dakikasına girilirken takımımızın 67-59'luk üstünlüğü göze çarpıyordu. Ancak bu dakikadan sonra Aslanlar biraz bocalayınca son dakikaya 69-69 eşitlikle girildi. Geriye kalan sürede iki takım da yaptığı hücumlarda başarılı olamadı. Yalnız son 30 saniyeye girilirken sahneye Brown çıktı ve skoru tekrar lehimize çevirdi: 71-69. İspanyol temsilcisi son hücumunda üç sayılık bir atıştan sonuç alamayınca karşılaşma Galatasaray'ımızın üstünlüğü ile sona erdi.

6 Kasım 2007 Salı

Gaziantepspor: 1 - Galatasaray: 1

Nereden başlasam nasıl anlatsam bilemiyorum. Görüldüğü üzere maçın üstünden 2 gün geçtikten sonra maçı yazıyorum. İçimden gelmiyordu bir türlü bilgisayarın başına oturup yazmak. Zaten öyle uzun uzadıya maçı aktarmayacağım.
Sezona çok iyi başlayan, aldığı galibiyetleri gerçekten hak ederek kazanan Galatasaray son haftalarda son derece istikrarsız bir grafik çiziyor ve penaltı olmayınca kazanmakta zorluk çekiyor. Bunun nedeni Kalli'nin bir türlü ideal onbirini bulamamış olması ya da futbolcularımızın en ufak darbede kafadan 2 hafta sakatlanıyor olması olabilir. Sonuçta bu benim çözmem gereken bir sorun değil. Çok şükür takımın başına bu işle uğraşması için getirilen biri var. Yalnız şu sıralar çok fazla konuşmaktan icraat yapamaz durumda kendisi. Aforizma üstüne aforizma...
Aslında sinyali biz Ankaraspor maçında almıştık. Geçtiğimiz hafta Denizli'de ortaya konan futbol iyi de olsa bunun adına bu yüzden istikrarsızlık diyoruz biz. Sonra hafta içi Türkiye Kupası'nda yaptığımız Denizli maçı var. Her ne kadar takımın yarısı yedeklerden oluşmuş olsa da kendi evimizde zorlandık ve biraz da şansımızın yardımıyla aldık maçı. Ancak Gaziantepspor maçı en kötüsüydü. Bu sezon şu ana dek gördüğümüz en berbat Galatasaray'dı. 90 dakika boyunca bir tek olumlu iş yapamadık ve bu süreyi boşuna kullanmış olduk. Futbolcular sahaya çıkmasaydı daha iyiydi. Bir de Gaziantepspor cephesi var tabii. Haklarını vermek lâzım. Her sene Galatasaray maçlarında, afedersiniz, köpek gibi koşturur bu adamlar. Fenerbahçe ile yaptıkları maçları da uzun süredir kazanmıyorlar zaten...
Demem o ki sezona iyi başlayan ve rakipleri tarafından bile bu sezon ligin favori takımı olarak gösterilen Galatasaray'da işler pek iyi gitmemeye başladı. Son dört lig maçında sadece tek bir galibiyet alabildi. Onu da penaltının ittirmesiyle... Şu an için liderliğimiz averajla da olsa devam ediyor ama her geçen hafta geriye düşme ihtimalimiz artıyor. Ligin başında rakiplerimize attığımız ciddi puan farkları erken kapanmaya başladı. Sivasspor ile aynı puanlara sahibiz, Fenerbahçe ile aramızdaki 7 puanlık fark da 3'e düşmüş durumda. Yaptığımız puan farkı dolayısıyla elde ettiğimiz avantajı erken kaybetmeye başladığımıza mı üzülsek yoksa zorlu deplasmanlardan yenilmeden döndüğümüze mi sevinsek, ben karar veremedim!
Bir parantez Lincoln'e açmak istiyorum. Bu adam geldiğinde herkes gibi ben de sevindim. Ancak şüphelerim de yok değildi. Şu ana kadar sürede şüphelerimde haklı çıktım. Bu adam umutsuz vaka! Geldiği günden beri kale önünde top ayağına gelirse iyi vuruyor, onu anladık ve kabul ettik. Ancak bunun dışında, şu ana kadar oynadığı futbolla, koca bir "sıfır" bu adam. İyi güzel kale önünde buldun mu vuruyorsun da, be arkadaş oraya o topu kim taşıyacak? Sezon başında bir arkadaşla gittiğim Galatasaray Store'da yeni sezon formamı alırken iş arkasına isim yazdırmaya gelmişti. Arkadaşım "Artık bir Lincoln yazdırırsın" dediğinde ben baskı yapacak adama "Bülent Korkmaz" olsun, "3 numarayı da unutma" diye seslendim. Biliyordum çünkü başımıza gelecekleri...

5 Kasım 2007 Pazartesi

Galatasaray: 84 - Pınar Karşıyaka: 80

Cumartesi günü Ayhan Şahenk'de ligin namağlup takımlarından biri olan İzmir ekibi Pınar Karşıyaka'yı ağırladık. Karşılaşmadan önce ligde üst üste aldıkları dört galibiyet yüzünden gaza gelen ve "İstanbul'a sizi asmaya, kesmeye geliyoruz" edebiyatı yapan Kaf Kaf bu sezonki ilk yenilgisini alıp evine döndü. Ligdeki ilk ve tek yenilgisini geçtiğimiz hafta deplasmanda Casa Ankara Ted Kolejliler'den alan Galatasarayımız elde ettiği bu galibiyetle ligde Türk Telekom'un ardından ikincilik koltuğuna oturdu.
Maça etkili başlayan takım seyircisinin desteğini de arkasına alan Galatasaray oldu. Aslanlarımız ilk dakikayı 5-0 önde kapatmayı bildi. 4.dakika geride kaldığında Pınar Karşıyaka skora dengeyi getirmeyi başardı: 7-7. İlerleyen dakikalarda pota altındaki etkisiz hücumumuz yüzünden 8.dakikayı rakibimiz 17-15, ilk periyodu da 23-19 önde tamamladı.
İkinci çeyreğe baktığımızda ise her iki takımın son derece tutuk olduğunu gördük. Çeyreğin ilk 4 dakikası geçildiğinde her iki takım da toplam 1'er basket atabildi ve maç 25-21 Pınar Karşıyaka'nın üstünlüğü ile devam etti. Bu dakikadan sonra konuk ekip bulduğu sayılarla farkı bir anda 7 sayıya dek çıkardı: 28-21. Öabuk toparlanan sarı-kırmızılı takımımız Cüneyt Erden ile arka arkaya bulduğu sayılarla skora dengeyi getirdi: 28-28. 16.dakikaya gelindiğinde ise harika bir performans ortaya koyan Hüseyin Beşok'un sayısıyla uzun süre sonra yeniden öne geçtik: 31-28. Bu sırada Pınar Karşıyaka'nın koçu Ahmet Kandemir'in aldığı teknik faulü başarıyla değerlendiren Cüneyt 18.dakikada farkı 9 sayıya çıkardı ve skoru 37-28 yaptı. Maçın devre arasına gidildiğinde skor tabelası Galatasaray'ın 39-35 önde olduğunu işaret ediyordu.
Galatasarayımız karşılaşmanın ikinci yarısına adeta fırtına gibi başladı ve yakaladığı 14-2'lik seriyle birlikte 24.dakikada skoru 53-37 yapmayı başardı. Bu dakikadan sonra biraz olsun toparlanan İzmir ekibi 3.çeyreğin son dakikasına farkı 6 sayıya indirerek girdi: 58-52. Galatasaray karşılaşmanın son periyoduna 60-54 önde girdi.
Son çeyreğe hızlı başlayan Pınar Karşıyaka üst üste bulduğu sayılarla farkı 2 sayıya kadar indirdi. Galatasarayımız ise dış atışlarda Cüneyt ve pota altında Brown ile sayı bulup farkı korumaya çabaladı. Konuk ekip bulduğu 3 sayılık atışlarla ümitlense de onların bu direncini buldukları 3 sayılık atışlarla Cüneyt ve Brown kırdı. Son dakikaya 81-74 önde giren Galatasarayımız karşılaşmadan 84-80 galip ayrılmasını bildi.
Bu arada karşılaşmanın Galatasaray için en verimli ismi attığı 20 sayı ve 11 ribauntla double-double yapan Hüseyin Beşok oldu. Bunun dışında 17'şer sayıyla oynayan Cüneyt Erden ve Dee Brown da galibiyette büyük pay sahibiydiler. Maçın en skorer ismi ise attığı 23 sayı ile Pınar Karşıyaka'dan Hosley oldu.
Beko Basketbol Ligi'nde 5.hafta sonunda oluşan puan durumu şöyle;

2 Kasım 2007 Cuma

Galatasaray: 2 - Denizlispor: 1

Pazar günü deplasmanda 2-1'lik galibiyetle geçtiğimiz Denizlispor'a dün gece Ali Sami Yen'de aynı tarifeyi uyguladık. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bu maçta elde edilecek tüm gelir Terörle Mücadele Kahramanlarına Destek Kampanyası'na gidecekti. O yüzden sıradan bir maçtan çok daha öte bir anlam taşıyordu. Ancak büyük bir ayıp yaşandı desem yanlış olmaz herhalde. Neyse, buna daha sonra döneceğim zaten.
Dün İstanbul'da sıcak bir hava vardı. Gündüz okula sıkıca giyinip gittikten ve sıcak hava dolayısıyla bunaldıktan sonra dersin 16:00'da bitmesiyle birlikte alelacele toplanıp tuttum Mabet'in yolunu... Stadyuma geldiğimizde alışılageldik maç öncesi Ali Sami Yen atmosferinden eser olmadığını görüp üzüldük. Maçın başlamasına 1 saat 15 dakika kala stadyuma girdiğimizde ise bizimle birlikte 5-10 kişinin daha olduğunu görüp böyle devam etmemesi için adeta yalvardık. Zaman geçtikçe Kapalı Üst Tribün dolsa da Eski Açık, Numaralı ve özellikle Yeni Açık'ta oluşan son derece büyük boşluklarla birlikte maç da başladı. Teknik direktör Kalli bu maça yedek ağırlıklı bir kadro ile çıkmayı tercih etmiş. Aslında Orkun'un dün gece kaleyi koruyan Aykut'un nasıl ası olur, bunu anlamlandırabilmiş değilim. Savunmaya baktığımızda ise sakatlıktan kurtulmuş Sabri, Song, Hakan Balta ve Bouzid'i gördük. Orta alanda Arda, Carrusca, Mehmet Topal ve Barış'ı izledik. İleri ikilide ise bizi kanser etmeye devam eden Ümit Karan'a eşlik eden isim Serkan Çalık oldu.
Aslına bakılırsa maçın öyle büyütülecek bir yanı yoktu. Takım kötü oynuyor, tribünlerin dörtte üçlük bölümünü dolduran taraftar ise elinden geldiğince sesini sahaya duyurmaya çalışıyordu. Neyse ki dakikalar 40'ı gösterdiğinde Marcelo Carrusca ceza yayında topla buluştu ve çok şık aşırtma bir vuruşla topu ağlara gönderdi. Bu golle skor 1-0 lehimize oldu ve ilk yarı da böyle sona erdi.
İkinci 45 dakikada da pek bir elle tutulur pozisyon yoktu. Galatasaray Ümit Karan ve Sabri ile çok net iki pozisyondan yararlanamadı. Buna karşılık rakip Denizlispor 74. dakikada bulduğu tek net pozisyonu Hasan Yiğit ile gole çevirdi ve skora denge geldi. Ancak Galatasaray henüz son sözünü söylememişti. Golden bir dakika sonra Carrusca ceza sahası içinde düşürülünce maçın hakemi Vedat Yüksel penaltıya hükmetti ve topun başına Kamerun Aslanı Song geçti. Song güzel bir vuruşla topu ağlara gönderdi: 2-1. Kalan dakikalarda başka gol olmadı ve Galatasarayımız Fortis Türkiye Kupası'na galibiyetle başladı.