13 Haziran 2008 Cuma

Yaprak Dökümü #5

Futbolu severiz milletçe. Güne gözlerimizi taraftarı olduğumuz takımla açarız, kahvaltı sırasında harıl harıl spor programı ararız. Gözümüze ilişen ilk transfer bombasını en yakın arkadaşıma telefon açarak yetiştiririz. Ayaklı gazeteyiz bir bakıma. Kahvehane köşelerinde bir kısım memleketi kurtarırken bir kısmın yaptığı da bundan farklı değildir. Sadece kurtarılanlar farklıdır, bunun dışında konseptte bir değişiklik yoktur. Zira tuttuğumuz takım memleketimiz gibidir. Bu açıdan baktığımızdaki dünyadaki birçok ülkeden ayrılırız. Namus meselesi yapmışızdır futbolu. Ülkemizde tuttuğumuz takım kafamızı bozar bazen. Bu buhrandan kurtulmanın yolunu madden ve manen son derece güçlü bir yabancı takımı tutmakta buluruz. Varlığımızdan haberi bile olmayan kulüplerin sapına kadar destekçisi oluveririz düşünmeksizin. Türkiye'de göremediğimiz yıldız futbolcuları o takımlarda görebilme imkanımız vardır. "Oğlum bizim takım Ronaldinho'yu satıyormuş" ya da "Veririz parasını alırız Ronaldo'yu" demenin hazzını yaşamak isteriz. Mental mastürbasyon da desek yanlış olmaz sanırım. Yine de her futbolseverin aklında geçer hep... "Ulan şu adamı bizim takım bir alıverse..."ler girdabında başımızın dönmesini de severiz biz. Birçok ismi taraftarı olduğumuz futbol takımının o anlı şanlı forması altında izlemek isteriz. Akla ilk gelebilecek isimler belli zaten. Tek tek saydırmaya gerek yok. Kendimi bildim bileli savunma oyuncularına karşı bir zaafım var. Çok severim kendilerini. Futbolu güzel yapanın onlar olduğunu düşünürüm hep. Büyük Kaptan Bülent Korkmaz'ı görsem önünde secdeye kapanacak olmamın, Popescu'yu görsem topu kalecinin altından sol köşeye çakan sağ ayağına kapanacak olmamın, Maldini gibi idolün takdir sınırlarımı delmiş olmasının bu tezime en önemli örnekler olacağını söyleyebilirim. Yine de hiçbir zaman gönlümü, ruhumu, tüm benliğimi vermiş olduğum sarı-kırmızı renkler içinde görmek istediğim savunma futbolcuları arasında hep bir kişiyi liste başı tuttum. 16 yaşında iken ilk Dünya Kupası deneyimini tatmış, ülkesi futbolunun bayrak adamı olmuş bu isim Kamerun Milli Takımı'nın kaptanı Rigobert Song'dan başkası değildi.

Fatih Terim'in takımın başına ikinci kez geldiği 2002/2003 sezonunda belki yeniden tutar diyerekten oluşturulan yeni Rumen hamuru hüsran ile neticelenmişti. Petre ve Tamas gibi iki bakkal lisanslı futbolcu ile girilen 100.Yıl arifesi, ligde elde edilen 6'ncılık ve Türkiye Kupası'nda Çaykur Rizespor'dan yenen 5 gol kaçırılan Avrupa Kupaları'na eklenince gerim gerim gerilen iplerin kopma vakti gelmişti. Bir Villareal hüsranının ardından önce hoca ile sezon sonunda ise birçok futbolcu ile yollar kesin olarak ayrılmıştı. Önündeki sezon 100.yılını kutlayacak olan bir kulüp için pek de hoş olmayan durumlardı bunlar. Ancak olması da gerekiyordu. Öncelikle takımın en büyük zaafı olan savunma hattının güçlendirilmesi gerekiyordu. Nasıl olacaktı bu iş? Kulübün içinde bulunduğu mali durum ortadaydı. Buna karşılık 2002'den beri beklenilen şampiyonluğun kulübün yüzüncü kuruluş yılında alınması bekleniyordu. Eh, hâl böyle olunca cepteki akrebi bir süreliğine görmezden gelmek lazımdı. Fenerbahçe formasını yere attığı için takımdan kovulan Hırvat stoper Stjepan Tomas, kaptan Bülent'in yanına getirilmişti. Sıra kariyeri biraz daha parlak bir ismi takıma kazandırmaktaydı.

Kendime söz geçiremediğim için taraftarı olduğum Türkiye dışı iki kulüp vardır. Bunlardan birincisi Barcelona, diğeri de Liverpool'dur. Doğal olarak bu iki takımın maçlarını zevkle, heyecanla ve ilgiyle takip ederim. Benim Kamerun aslanı Rigobert Song ile tanışmam da 1998 senesine tekabül eder. O yıl Liverpool savunmasını 22 yaşındaki bu genç adamla güçlendirir. Kulüpte bulunduğu 2 sene içerisinde 24 maç çıkarmış olmasına karşın bunun kötü bir istatistik olduğunu söylemek yanlış olur. Geldiği takım Liverpool, kendisi Afrikalı, yaşı henüz 22... Hem ben o yaşta bu adamı hayranlıkla izlediysem vardır bir bildiğim. 2000 yılı ile birlikte sırasıyla West Ham United, FC Cologne ve RC Lens kulüplerine düştü yolu. Liverpool'dan hayran olduğum bu adamı o kulüplerde de takip ettim. Her geçen maçla birlikte daha da pişiyordu. Hele Lens macerasını gördükten sonra demiştim "Bak işte, sarı-kırmızı da ne güzel durdu üzerinde" diye. Transfer dedikodularından gına geldiği anda bir akşam üstü geldi haberi. Galatasaray ile sözleşme imzalamıştı. Şaşkınlık diz boyu. Hani bir totem de bağlamamıştım kendisi için. Olmuştu ama. Hele o aslan yelesi saçlarıyla imza törenine çıktığında aptal bir gülümseme yayılmıştı suratıma. Sonrası malum. Geride bırakılan koca bir 4 sene. Aslında o kadar da "koca" değil. Göz açıp kapayana kadar geçti doğrusu. Song'un kariyerine zirve yaptırdığı yer oldu Galatasaray. Çok sevildi burada. Taraftarın taptığı, yıllar sonra dahi unutulmayacak olanlar anıtına adını büyük harflerle yazdırdı. Uğruna Ali Sami Yen kapalısında açılan "StrONGest" pankartı bunun en büyük kanıtıdır. Her futbolcuya yapmaz bunu kapalı. 4 yılda 108 maçta 6 gol bıraktı rakip kalelere. Şampiyonluk yolundaki en kritik maçta hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yaptı, topu düzeltti, vurdu 30 metreden. Gol oldu. Biz sevinçten kime sarılacağımızı bilmezken, akşam televizyonda gördük. Yere yatmış aslan yürüyüşü yapıyordu Song. O bizi, biz de onu kucakladık. 2 şampiyonluk gördü. Mondragon, Iliç, Tomas gibi bizden biriydi o. Gerektiğinde forması ve arması için gözünden düşen birkaç damlayı saklamadı bile. Hagi'nin ardından nasıl ki hâlâ onun yerini dolduracak birini arıyorsa sarı-kırmızıya gönül verenler, Türkiye'de top koşturmuş gelmiş geçmiş en iyi stoper olarak kabul edilen Popescu'nun da yeri bir türlü dolmuyordu. Hagi'nin yeri belki hâlâ boş, evet, ancak Popescu'dan sonra gelen en iyi stoper de yine bizden çıkmıştı. Song'du o. Sahaya çıkarken mantığını hep soyunma odasında bıraktı, yüreğini çıkarıp santra noktasına koydu. Mondragon gibi isminin hep Beşiktaş'la anıldığı anlarda ortaya çıkıp "Ayrılmamı gerektirecek bir durum yok. Beni başka oyuncularla karıştırmayın" diyebilmiş, Ribery'e de ayarı vermeyi bilmiştir. En nihayetinde korktuğum son başımıza gelmiştir. Rigobert Song bu sezon yaşadığı şampiyonluğun ardından takım kaptanlığını da yaşamış bir oyuncu olarak artık Galatasaray'dan kopmuştur. Yine de üzülmek istemiyorum. Hagi, Bülent, Popescu, Taffarel, Metin... Ve daha nicesi... Nasıl ki hâlâ bizimleyse, o da öyle olacak. Aklı daima Galatasaray'da olacak, biz de her zaman onun başarısı için duacı olacağız. Kendisine edecek güzel bir veda cümlesi kuramıyorum. İstesem de yapamam zaten. Bunun yerine Placebo'nun o meşhur parçası "Song to say goodbye" ile yapacağım vedamı...

"My oh my. A song to say goodbye.
A song to say goodbye,
a song to say goodbye,
a song to say,
before our innocence was lost,
you were always one of those,
blessed with lucky seven's,
and the voice that made me cry."

5 yorum:

bilog dedi ki...

Song'un gidişi için bu şarkıyı kullanmak ne zekice birşeydir. eğer sen bulduysan kutluyorum:) senenin ilk maçında pankart olarak isteriz.

sinem dedi ki...

şarkı cuk oturmuş ya hakkaten tebrik ederim :) ağlamaklı oldum.. napcaz biz şimdi songsuz ya? onun verdiği güveni veren bir defans oyuncumuz yok bence şimdi..

Anıl dedi ki...

Stjepan Tomas demişim ama bu adam zenci. Öeh...

Demem o ki Tomas 100.yıl kadromuzda yoktu sanırım. Yanlış yazmış olabilirim tabii.

Mario Jardel dedi ki...

Song'u göndermenin faturasını umarım ağır şekilde ödemeyiz. Onun ayarında bir adamı bulmak şimdi nerden baksan en aşağa 5 milyon euro gibi bir bedeli gözden çıkarmaya denk geliyor.. Onu gönderip daha vasatların peşinden koşuyoruz şimdide.. Ne diyim hayırlısı olsun.. Birde trabzonspor ile anlaşmış diye duydum..

Anıl dedi ki...

Song gibi bir kademe oyuncusu çok nadir bulunur. Tribünün kendisini çok sevmesini geçtim kaleciden santrfora kadar tüm takıma güven aşılayan bir isimdi. Özellikle yatarak müdahalelerini çok özleyeceğim.