Bazen kelimeler kifayetsiz kalır. Sözcükler boğazınızda yumru olur. Yutkunup mideye itmek pek bir işe yaramayacaktır. Belki de en iyisi kendinizi biraz zorlayıp o yumruyu tükürüp atmaktır. Bazen bir şeylere inanılmaz ölçüde içerlersiniz, sinirlenirsiniz ve boş bir odaya kapanıp duvarlara haykırırsınız. Rahatladığınızı hissedersiniz fakat aslında öyle olmamıştır. Benim için ve birçokları için geride bırakılan günün son saatlerinde hissedilenler bunlardan farklı değildi. Galatasaray tarihinde kara bir sayfa olarak yerini alacak bir gündü 22 Şubat 2009. Bir taraftar mecazen de olsa nasıl kanser olurun uygulamalı olarak anlatıldığı gündü bir başka deyişle.
Ligin ikinci yarısı 17.hafta oynanan Sivasspor-Galatasaray maçıyla açılmış. Galatasaray aldığı 2-0'lık mağlubiyetle başlamış. Ardından Sivasspor ile yapılan iki kupa maçından birini kaybetmiş bir diğerinde ise kendi evinde berabere kalarak kupa dışına itilmiş. Denizlispor deplasmanda mağlup edilmiş. Herkes işlerin yoluna gireceğine kendini inandırmış. Sonra sırasıyla Ali Sami Yen'de Kayserispor ile berabere kalınmış, ligin dibinde debelenen Antalyaspor'a 1-0 mağlup olunmuş, Bordeaux deplasmanından 0-0'lık eşitlik ile dönülmüş. İşin Süper Lig kısmına bakılında Galatasaray son dört lig maçından sadece 4 puan çıkarabilmiş. Yani alınabilecek maksimum puanın sadece üçte biri elde edilebilmiş. Sözde bu takım şampiyonluğa oynuyor...
Ve bugün tabii ki... Galatasaray, Hacettepe'nin kazanmasıyla birlikte 12 puan ile ligin son sırasına demirleyen Kocaelispor'u konuk etti. Son haftalarda bir türlü yüz güldürmeyi beceremeyen takımdan beklenilenler bir hayli yüksekti. Geride bırakılan tatsız haftaları ancak net skorlu bir galibiyet unutturabilirdi. Kocaelispor son sıradaydı ve bu durum şahlanmak isteyen Galatasaray için adeta bulunmaz bir fırsattı.
İstanbul'da ise son derece soğuk bir hava vardı. Öyle ki maç başladığında tribünleri dolduran birkaç bin kişi ne donan ayakları yüzünden zıplayabildi ne de tıkırdayan çeneleri yüzünden tezahürat yapabildi. Köprücük kemiğim kırıldığından bu yana ilk kez Ali Sami Yen'de yerimi alıyordum ben de. Soğukla uğraşırken kırılan bölgede ağrıların şiddetlenmesi yüzünden maç başlamadan stadyumdan ayrılmayı bile düşündüm. Fakat maç boyunca takımın atacağı olası gollerin ağrımı unutturacağına olan inancım sayesinde ne kendime ne de takımıma yamuk yapmamayı seçtim.
Stadyum hoparlörlerinden takım kadroları anons edilmeye başlandığında bir şeylerin ters gideceğini anlamış gibiydim. Arda yoktu, Mehmet Güven vardı... Takım sahaya yine üçlü defans anlayışıyla yayılacaktı. Dolayısıyla savunma hücum hattında durmaksızın hareket etmesi gereken kanatlar iki buçuk aylık sakatlıktan yeni kurtulmuş olan Kewell ve artık kapasitesini ezbere bildiğimiz Sabri'ye emanet edilecekti. Ve sonra maç başladı... Sessizce...
Aslında ilk beş dakikanın sonunda takımın ne kadar zorlanacağı belli gibiydi. Sabri ve Kewell'in hücuma çıktıklarında geri dönememeleri ve Kocaelispor'un üçlü Galatasaray savunmasının arkasına attığı uzun toplar tehlike çanlarını çalıyordu. İlk çeyrek saat geride bırakılırken ceza sahasına bile giremeyen Galatasaray, Mehmet Topal'ın uzak mesafeden gönderdiği bir şutla skor avantajını eline geçirdi. Bu dakikada içimdeki korku gider gibi oldu. Çünkü kendi evinde oynuyordun, rakibin maça ne kadar iyi başlamış olsa da lig sonuncusuydu ve şevkinin kırılması an meselesiydi, ve en nihayetinde sen Galatasaray'dın yahu. Fakat öyle olmadı. Maçın üçte birlik kısmı geride bırakılırken Kocaelispor skora eşitlik getiren golü buldu. Öyle bir goldü ki bu De Sanctis'ten en uçtaki Ümit Karan'a kadar herkesin payı bulunuyordu. Daha sonra Galatasaray'ın silkelenip oyunu rakip kaleye yıkmasını beklerken rakibin ikinci golü geldi. Taktik gereği mi yoksa oyuncunun kendini bilmezliği mi bilemiyorum ama Sabri sağ kanattan ayrılıp sol kanada geçmişti. Biz bile bunun hata olduğunu anlayıp, birbirimize veryansın ederken kenarda kollarını kavuşturmuş maçı izleyen Michael Skibbe müdahale etmeyince Galatasaray skor tabelasında geriye düştü. Artık bizim dilimizde bıyık çıktı ama Sabri göremiyor hatalarını, hâlâ ve ısrarla... Nasıl ki şut çekmemesi öğütlendikçe bulduğu yerden topa vurup o topları tribünlere gönderiyorsa, kaç defadır söyleniyor adamını kaçırmaması. Fakat Sabri her maçta aynı hatayı tekrarlıyor ve bu hata her defasında başımıza iş açıyor. 8 yıl mı oldu Sabri bu takımın bir ferdi olalı yoksa 9 yıl mı bilemiyorum. Fakat çok iyi bildiğim bir şey var ki bu adam bu kadar yılda kendini bir nebze olsun geliştiremedi. İyi niyetinden zerre şüphe etmiyorum ama iyi niyet maalesef bir işe yaramıyor.
İkinci yarı başladığında umutluyduk yine de. Çünkü Ali Sami Yen'de ilk yarısını yenik kapattığımız ilk maç değildi bu. Böyle anlarda takım ikinci 45 dakika için sahaya çıkar, tribünlerden gazı alır ve yüklenirdi rakip kaleye. Büyük bir aksilik çıkmazsa da o maç bir şekilde alınırdı. Ali Sami Yen kalemizdi çünkü, herkes kendi evinde kaybedebilirdi ancak biz pek kaybetmezdik kendi evimizde. Alışmamıştık çünkü.
İkinci yarının başındaki tabloda aynen bu şekildeydi. Pek bir değişiklik yoktu, sadece kar bastırmıştı. Başımızdaki zorluklar yetmiyormuş gibi çok çok yukarılardan verilen beyaz bir emir uğraşmamız gereken zorlukların sayısını artırıyordu. Maç başından beri sesi çıkmayan tribünler ikinci yarının başlama vuruşu ile biraz hareketlendi. İlk on dakikalık süre içerisinde rakip kendi yarı sahasına hapsedildi. Fakat bu baskı biraz da göstermelikti. Çünkü elle tutulur tek bir pozisyon dahi yoktu. Galatasaray o oyun şablonuyla kalan dakikaların tümünü rakip yarı alana yığsa da bu maçı kazanamazdı zaten. Bir kere öyle bir savunmamız vardı ki evlere şenlik. Yol geçen hanı gibiydi mübarek. Dünyada hiçbir takımın, hele hele hedefleri içerisinde UEFA Kupası şampiyonluğu olan herhangi bir takımın, böylesine saldım çayıra mevlam kayıra bir defans düzeni olamaz. Çokça zamandır futbol maçları izlerim daha önce bu kadar dağınık bir savunma görmedim. Ortada bir defans çizgisi olmayınca Kocaelispor'un defans arkasına sarkma düşüncesi çok iyi işledi ve sonuca da bu yolla gittiler.
Maçın kırılma anı ise 85'inci dakikaydi. O sırada skor 3-2 Kocaelispor lehine. Tam da o dakikada Galatasaray bir penaltı kazandı. Topu anında sahiplenen isim Baros oldu. Sokaktan tutup koyacağınız bir adamın atamayacağı kadar kötü bir penaltı kullandı Baros. O penaltı gol olsa skor eşitlenecek, geride kalan uzatmayla beraber on dakikalık zaman dilimi pek çok sürprize gebe olacaktı. Fakat şu an bakıyorum da iyi ki de olmamış. Birilerinin çok ciddi bir şekilde kulaklarının çekilmesi gerekiyordu ve söz konusu senaryo işleseydi bunun gerçekleşmesi başka bir bahara kalacaktı. Ne kadar erken, o kadar iyi!
Neticede Galatasaray Ali Sami Yen'de lig sonuncusu Kocaelispor'a 5-2 mağlup oldu. Kendi evinde oynadığı son üç resmi maçta galibiyet yüzü göremediği gibi ligde oynadığı son beş maçta sadece 4 puan toplayabildi. Şampiyonluk yarışında lider Sivasspor'un tam 8 puan gerisine düştü, ligdeki konumu ise beşincilik. Önümüzdeki sezon UEFA Kupası'nda koşturabilmek için elde edilmesi gereken iki biletten Türkiye Kupası'na bağlı olanı uçup gideli epey oluyor. Üçüncülük koltuğuna bağlı olanı ise ha uçtu ha uçacak. Bir de içinde bulunduğumuz sezondaki UEFA Kupası macerası var. Ona kafa yormaya ne gerek var, nasıl olsa önümüzdeki perşembe o da nihayetini bulacak.
Peki bu tabloya zemin hazırlayanlar kimler? Herkesin ucundan bucağından bir hatası var elbette. Skibbe diyoruz... Evet, sonuna kadar hatalı. Bu takımın başında olmaması gereken, Galatasaray adının altında ezilen bir isim kendisi. Maç sırasında kendisine yöneltilen "İstifa" sözlerini de sonuna kadar hak ettiği kanaatindeyim. Fakat burada suçlu gerçekten Skibbe mi yoksa onu o koltuğa oturtanlarda mı? İnanıyorum ki kulübü yönetenler kulüp dışı etkenlerle uğraşacaklarına kulüp içindeki sorunları çözmekle uğraşsalardı bugün şu tablo ile yüzleşmek zorunda kalmazdık.
Tamam, Skibbe taktik dehadan bir hayli uzak bir isimdir, peki yerine gelmesi için adı haykırılan Cevat Güler midir bu takımı düzlüğe çıkaracak isim? Cevat Güler'e saygım sonsuz ancak bu onun sadece bir kondisyoner olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hoş, taktisyen diye gözümüze sokulan isimlerin aslında kendilerine bile hayırları olmadığını görünce haksızlık etmemeliyim belki de.
Bir Mehmet Güven bir Sabri ısrarıdır gidiyor. Anlayamıyorum, bizim bakıp da göremediğimiz ne gibi bir cevher görüyor sayın teknik direktörümüz bu adamlarda? Savunmanın sağı ki iki senedir bas bas bağırıyoruz "Galatasaray'ın kanayan yarası, en çok takviye ihtiyacı duyduğu yer savunmanın sağı" diye, kimseye dinletemiyoruz. Hayır, takımın içindekiler bunu nasıl göremiyor? Galatasaray kendi içinden çıkan herkesi muhafaza etmek zorunda mıdır? Sabri mesela... Kendisine yöneltilen küfürleri kesinlikle tasvip etmiyorum. Galatasaray forması taşıyan biri kendi taraftarından küfür duymamalıdır. Fakat kendisine yöneltilen her eleştiriden sonra saha içinde kafa sallamamalıdır. Bu adamın maçtan önce gösterdiği hırsı saha içinde de görmek istiyor taraftar, hepsi bu. Yoksa Sabri'nin yeri saha değil, tribün olur. Hatta kendisinden çok da iyi bir amigo olur, iddia ediyorum. Ha, bu noktada suç Sabri'de mi? Kesinlikle değil... Suç ısrarla onu takımda tutan zihniyettedir.
Son olarak bir de taraftara değinmek istiyorum. Herkes kendi görevini yerine getirecek dedim ya taraftar da üzerine düşeni takımına desteğini vererek getirmeli. Birkaç senedir bu böyle... Maç başlıyor, tribünlerde de mırıldanmalar. Bazen yüksek sesle bir tezahürata başlanıyor fakat beste o denli ağır tempoda ilerliyor ki takımı kamçılaması mümkün olmuyor. Bir "Oğuz Sarvan İstifa"dır gidiyoruz bakalım, takıma yarayı olur mu olmaz mı zaman gösterecek. Başka bir husus daha var aslında. Bugünkü maçta gördüm mesela... Bazı taraftarlar kendi halinde tezahürat yapan başka bir kesimin üzerine yürüyor. Sırf kendi kafalarına göre tezahürat yaptıkları için... Bu insanlar bu hakkı kendilerinde nasıl buluyorlar? Herkes tribünde istediği gibi davranmakta hür olmalı. Sen çıkıp o insanları korkutursan sonra da o şahısların yeniden o tribünde bulunmak isteyeceklerinden nasıl emin olabilirsin ki? Maç bitiyor ve maçtan sonra takımı protesto etmek için rakip takımı tribüne çağırıyorsun. Kendi futbolcuna hakaretler yağdırıyorsun. Ne münasebet? Maç boyunca ne verdin ki ne istiyorsun?
Açık konuşayım, bu sezona kadar Fenerbahçe'nin yapmış olduğu Anelka, Roberto Carlos, Van Hooijdonk, Kezman gibi isim transferleri kıskanırdım. Aynı tip futbolcuları kendi takımımda da görmek isterdim. Neticede iki sezondur takıma katılan yabancı isimler sonucu yüzümün güldüğünü söyleyebilirdim. Fakat artık bundan da vazgeçtim. Beşiktaş ya da Fenerbahçe yıldız transfer yapabilirler, çünkü onların kulüp yapılarına bu gayet iyi uyuyor. Adamlara anlatmaları gereken bir şey yok. Geldikleri nerede nasıl oynadılarsa BJK ve FB formaları altında da aynı şekilde oynamaları yeter. Fakat Galatasaray'da bu yetmiyormuş, ben bugün bunu anladım. Galatasaray Ruhu diye bir şey var. Dost, düşman hepimiz çok iyi biliyoruz bunu. Galatasaray'a gelen yıldızlara anlatamıyoruz bunu demek ki. Alacağı paradan başka hiçbir şey umrunda olmuyor, hele ruh hiç! Galatasaray Ruhu'nun son parçasıydı Hakan Şükür... Takımda kalmak istediği halde sözleşmesi yenilenmedi ve yolları ayrıldı Galatasaray ile. Bu aynı zamanda ruhun bedenden ayrıldığının da resmiymiş demek ki. Bundan sonra istemiyorum artık yıldız transfer! Bugüne kadar yoktu ve dünlerimiz daha güzeldi. Bana Metin'imi, Bülent'imi, Hakan'ımı, Hasan'ımı geri verin. Şu an tek istediğim, tek ihtiyaç duyduğum şey bu!
Gomis'in transferi de, ayrılığı da büyük kırılmadır
-
Gomis'in Galatasaray'da geçirdiği 2.5 sezon var. 2.5 sezonda kazandığı 2
şampiyonluk. Yarım sezon diye nitelendirdiğimiz dönem ise "düşme hattının
sıcak...
11 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder