27 Şubat 2009 Cuma

Aranıyor!

Bana fizik kurallarından bahsedebilecek bir babayiğit aranıyor!

Galatasaray: 4 - Bordeaux: 3

Çok fazla şey söylemek mümkün değil bu gece için. Tarihe yerinde tanıklık etmek bu olsa gerek. Her zaman söylüyoruz Galatasaray'ın en derin krizlerin üstesinden ustalıkla geldiğini. Bugün de öyle oldu... Ali Sami Yen'in havası eski günlerdeki gibiydi. Tribünler tıklık tıklım... Eski tezahüratlar bile dillerde: "Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akaaaar", "4 sene üst üste şampiyon olduuuk, Avrupa'nın kralı olduuuuk", "Avrupa Avrupa duy sesimiziii, işte bu CimBom'un ayak sesleriiii"... Binlerce inanmışlar ordusu vardı setlerin üstünde, merdiven boşluklarında, her yerde... Ekran başına kitlenen milyonlarcası da yüreklerini gönderiyorlardı ve inanın işe yarayacağını adları gibi biliyorlardı. Bu cehennemden çıkması kolay olmayacaktı Bordeaux'un. Henüz ilk saniyelerde buldukları gol bile nihai sonlarını değiştiremeyecekti, sadece erteleyecekti... "Ey ruh, geldiysen..." diye söze başlamıştık ki kupanın kapısı üç defa değil tam dört defa çalındı.
Evet, Galatasaray savaşmadan kaybetmeyecek demiştim. Tıpkı 2001 yılında Real Madrid'in 2-0'lık skor avantajına rağmen inanmışlar ordusu karşısında direnemediği gibi... Tüm olumsuzluklar Galatasaray'ın üzerineydi sanki... Galatasaraylı Sabri'nin füzesi tüm karabulutları dağıttı. Bundan sonra karada ölüm yok Galatasaray'a!
Helal olsun size be! Helal olsun!

25 Şubat 2009 Çarşamba

Nostalji #9

Tekrar hoşgeldin Büyük Kaptan!

Hazır Tutmuşken...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Yuvana Hoşgeldin Kaptan

Yakınlarım bilir benim Bülent Korkmaz'a olan hayranlığımı. Galatasaray deyince benim aklıma ilk gelen isimdir kendisi. Metin Oktay'ı izleme fırsatı bulamadım, ne kadar büyük bir Galatasaraylı olduğunu kendisini izleme şansına erişenlerden duydum, öğrendim. Fakat Bülent Korkmaz'ın Galatasaraylılığına kendi gözlerimle şahit oldum. Bu açıdan bakarsak, bunun benim gözümdeki değeri çok önemlidir.
Profesyonel olarak 18 seneyi, toplamda 26 seneyi tek bir forma altında geçirmek herkesin kolaylıkla erişebileceği bir mertebe değildir. Bülent "Cesur" Korkmaz çocuk yaşta girdiği Florya'dan ancak futbolu bıraktıktan sonra ayrıldı. Yıllarca formasını derisi yaptı, Galatasaray neredeyse o da oradaydı. Galatasaray tribünlerinde bir pankart vardı vakti zamanında. Metin Oktay ve Bülent Korkmaz'ın yan yana resmedildiği bu pankartın altında yazardı dev puntolarla: "Bu Hayat Burada Biter"... Nasıl ki AC Milan taraftarı Paolo Maldini'yi "Bay Milan", Inter taraftarları Javier Zanetti'yi rakibin solunu çökertmesi dolayısıyla "Traktör" olarak çağırıyorlarsa, Bülent Korkmaz da yıllar yılı Ali Sami Yen tribünlerinin Büyük Kaptanı'ydı! Kolay ulaşmadı bu payeye. "Taraftar sahaya inse nasıl olur"un cevabıydı Büyük Kaptan. Kopenhag'daki finalde, Vikingler'in ülkesinde gemisini terk etmedi. Çünkü kaptanlar en son terk ederdi. Fatih Terim tarafından kadro dışı bırakıldığında bile Florya kapıcısı olarak kalmayı Galatasaray'dan kopmaya yeğ tuttu.
Hiçbir zaman içime sindiremedim bu büyük adamın, Galatasaray efsanesinin çok sevdiği kulübüyle yollarının ayrılış biçimini. Bu forma altında çeyrek asırı devirmiş, yıllarını Galatasaray'a vermiş adama kulübü bir yılı daha çok gördü. Hak etmiş olduğu jübileyi elde edememiş olmasını bırakın yıllar önce girdiği kapıdan aynı şekilde çıktı. Sessiz sedasız... Dedim ya ben bunu hiç sindiremedim. O gün bugündür Kaptan ile Galatasaray'ın yollarının tekrar kesişeceği o büyük günü bekledim. Biliyordum çünkü Galatasaray onsuz, o da Galatasaraysız yapamazdı. Eşyanın tabiatına aykırıydı bu bir kere.
Büyük Kaptan ile Galatasaray arasında yarım kalmış bir şeyler vardı. Gün itibarıyla Bülent Korkmaz Galatasaray'ın Skibbe'den boşalan teknik direktörlük koltuğunu 1,5 yıllığına devraldı. Ne yalan söyleyeyim bu günün geleceğini bekliyordum ama dün akşamdan beri Bülent Korkmaz ismi gelmiyordu aklıma. Ağır yenilginin getirmiş olduğu düş kırıklığı yüzünden mantıklı düşünemez hale gelmiş olmalıyım. Haberi aldığım andan bu yana şapşal şapşal sırıtmaktayım. Yine de kafamda bazı çelişkiler yaşamıyor değilim. Fatih Terim'in ikinci Galatasaray dönemini ya da Hagi'nin Galatasaray'daki teknik adamlık günlerini düşününce aynı durumu Kaptan'ın yaşamasından endişe etmeye başladım. Yine de bir şeyin sonunu düşünmek, felaket tellallığı yapmak ne kadar doğru ki? Biz daha yolun başında Galatasaray'ın içini bilen adama, Galatasaray Ruhu'nun gün yüzüne çıkmasında pay sahibi olan adam güvenmezsek, kime güveneceğiz? Tüm handikaplara, tüm olumsuzluklara rağmen ben Kaptan ile güzel günler göreceğimize inanıyorum. Evet, belki biraz fazla iyimserim, belki biraz fazla duygusalım ama bunun böyle olmasını istiyorum, her Galatasaraylı gibi... En azından biliyorum ki artık Galatasaray kaybetse bile savaşmadan kaybetmeyecek.
Kaptan yıllar önce sözleşmesini uzatmak için kalemi eline aldığında "Bu transfer değil, evlilik" demişti. Evine, yuvana yeniden hoşgeldin Büyük Kaptan!

Çok da Skibbe!

Kocaelispor karşısında maruz kalınan hezimet sonrasında ilk fatura Skibbe'ye kesildi ve Alman hocanın görevine son verildi. Futbol garip oyun... Geçtiğimiz sezon 5 gol attığın ve neticesinde dümenini devraldığın takımın başından yine yediğin 5 gol ile ayrılıyorsun. Galatasaray'ın bu noktaya geleceği, bir yerde patlak vereceği sezon başından beri belliydi. Takım bas bas bağırıyordu ancak duyan kim! İş işten geçtikten, Devler Ligi'ne, lige ve kupaya havlu atıldıktan sonra akılları başlarına geldi birilerinin. Yine de felaketin faturası sadece Skibbe'ye kesilmemeli... İlmik birilerinin boynuna geçirilecekse eğer Skibbe'den önce ayakları altındaki tabureye tekme vurulması gereken isimler var.

Galatasaray: 2 - Kocaelispor: 5

Bazen kelimeler kifayetsiz kalır. Sözcükler boğazınızda yumru olur. Yutkunup mideye itmek pek bir işe yaramayacaktır. Belki de en iyisi kendinizi biraz zorlayıp o yumruyu tükürüp atmaktır. Bazen bir şeylere inanılmaz ölçüde içerlersiniz, sinirlenirsiniz ve boş bir odaya kapanıp duvarlara haykırırsınız. Rahatladığınızı hissedersiniz fakat aslında öyle olmamıştır. Benim için ve birçokları için geride bırakılan günün son saatlerinde hissedilenler bunlardan farklı değildi. Galatasaray tarihinde kara bir sayfa olarak yerini alacak bir gündü 22 Şubat 2009. Bir taraftar mecazen de olsa nasıl kanser olurun uygulamalı olarak anlatıldığı gündü bir başka deyişle.
Ligin ikinci yarısı 17.hafta oynanan Sivasspor-Galatasaray maçıyla açılmış. Galatasaray aldığı 2-0'lık mağlubiyetle başlamış. Ardından Sivasspor ile yapılan iki kupa maçından birini kaybetmiş bir diğerinde ise kendi evinde berabere kalarak kupa dışına itilmiş. Denizlispor deplasmanda mağlup edilmiş. Herkes işlerin yoluna gireceğine kendini inandırmış. Sonra sırasıyla Ali Sami Yen'de Kayserispor ile berabere kalınmış, ligin dibinde debelenen Antalyaspor'a 1-0 mağlup olunmuş, Bordeaux deplasmanından 0-0'lık eşitlik ile dönülmüş. İşin Süper Lig kısmına bakılında Galatasaray son dört lig maçından sadece 4 puan çıkarabilmiş. Yani alınabilecek maksimum puanın sadece üçte biri elde edilebilmiş. Sözde bu takım şampiyonluğa oynuyor...
Ve bugün tabii ki... Galatasaray, Hacettepe'nin kazanmasıyla birlikte 12 puan ile ligin son sırasına demirleyen Kocaelispor'u konuk etti. Son haftalarda bir türlü yüz güldürmeyi beceremeyen takımdan beklenilenler bir hayli yüksekti. Geride bırakılan tatsız haftaları ancak net skorlu bir galibiyet unutturabilirdi. Kocaelispor son sıradaydı ve bu durum şahlanmak isteyen Galatasaray için adeta bulunmaz bir fırsattı.
İstanbul'da ise son derece soğuk bir hava vardı. Öyle ki maç başladığında tribünleri dolduran birkaç bin kişi ne donan ayakları yüzünden zıplayabildi ne de tıkırdayan çeneleri yüzünden tezahürat yapabildi. Köprücük kemiğim kırıldığından bu yana ilk kez Ali Sami Yen'de yerimi alıyordum ben de. Soğukla uğraşırken kırılan bölgede ağrıların şiddetlenmesi yüzünden maç başlamadan stadyumdan ayrılmayı bile düşündüm. Fakat maç boyunca takımın atacağı olası gollerin ağrımı unutturacağına olan inancım sayesinde ne kendime ne de takımıma yamuk yapmamayı seçtim.
Stadyum hoparlörlerinden takım kadroları anons edilmeye başlandığında bir şeylerin ters gideceğini anlamış gibiydim. Arda yoktu, Mehmet Güven vardı... Takım sahaya yine üçlü defans anlayışıyla yayılacaktı. Dolayısıyla savunma hücum hattında durmaksızın hareket etmesi gereken kanatlar iki buçuk aylık sakatlıktan yeni kurtulmuş olan Kewell ve artık kapasitesini ezbere bildiğimiz Sabri'ye emanet edilecekti. Ve sonra maç başladı... Sessizce...
Aslında ilk beş dakikanın sonunda takımın ne kadar zorlanacağı belli gibiydi. Sabri ve Kewell'in hücuma çıktıklarında geri dönememeleri ve Kocaelispor'un üçlü Galatasaray savunmasının arkasına attığı uzun toplar tehlike çanlarını çalıyordu. İlk çeyrek saat geride bırakılırken ceza sahasına bile giremeyen Galatasaray, Mehmet Topal'ın uzak mesafeden gönderdiği bir şutla skor avantajını eline geçirdi. Bu dakikada içimdeki korku gider gibi oldu. Çünkü kendi evinde oynuyordun, rakibin maça ne kadar iyi başlamış olsa da lig sonuncusuydu ve şevkinin kırılması an meselesiydi, ve en nihayetinde sen Galatasaray'dın yahu. Fakat öyle olmadı. Maçın üçte birlik kısmı geride bırakılırken Kocaelispor skora eşitlik getiren golü buldu. Öyle bir goldü ki bu De Sanctis'ten en uçtaki Ümit Karan'a kadar herkesin payı bulunuyordu. Daha sonra Galatasaray'ın silkelenip oyunu rakip kaleye yıkmasını beklerken rakibin ikinci golü geldi. Taktik gereği mi yoksa oyuncunun kendini bilmezliği mi bilemiyorum ama Sabri sağ kanattan ayrılıp sol kanada geçmişti. Biz bile bunun hata olduğunu anlayıp, birbirimize veryansın ederken kenarda kollarını kavuşturmuş maçı izleyen Michael Skibbe müdahale etmeyince Galatasaray skor tabelasında geriye düştü. Artık bizim dilimizde bıyık çıktı ama Sabri göremiyor hatalarını, hâlâ ve ısrarla... Nasıl ki şut çekmemesi öğütlendikçe bulduğu yerden topa vurup o topları tribünlere gönderiyorsa, kaç defadır söyleniyor adamını kaçırmaması. Fakat Sabri her maçta aynı hatayı tekrarlıyor ve bu hata her defasında başımıza iş açıyor. 8 yıl mı oldu Sabri bu takımın bir ferdi olalı yoksa 9 yıl mı bilemiyorum. Fakat çok iyi bildiğim bir şey var ki bu adam bu kadar yılda kendini bir nebze olsun geliştiremedi. İyi niyetinden zerre şüphe etmiyorum ama iyi niyet maalesef bir işe yaramıyor.
İkinci yarı başladığında umutluyduk yine de. Çünkü Ali Sami Yen'de ilk yarısını yenik kapattığımız ilk maç değildi bu. Böyle anlarda takım ikinci 45 dakika için sahaya çıkar, tribünlerden gazı alır ve yüklenirdi rakip kaleye. Büyük bir aksilik çıkmazsa da o maç bir şekilde alınırdı. Ali Sami Yen kalemizdi çünkü, herkes kendi evinde kaybedebilirdi ancak biz pek kaybetmezdik kendi evimizde. Alışmamıştık çünkü.
İkinci yarının başındaki tabloda aynen bu şekildeydi. Pek bir değişiklik yoktu, sadece kar bastırmıştı. Başımızdaki zorluklar yetmiyormuş gibi çok çok yukarılardan verilen beyaz bir emir uğraşmamız gereken zorlukların sayısını artırıyordu. Maç başından beri sesi çıkmayan tribünler ikinci yarının başlama vuruşu ile biraz hareketlendi. İlk on dakikalık süre içerisinde rakip kendi yarı sahasına hapsedildi. Fakat bu baskı biraz da göstermelikti. Çünkü elle tutulur tek bir pozisyon dahi yoktu. Galatasaray o oyun şablonuyla kalan dakikaların tümünü rakip yarı alana yığsa da bu maçı kazanamazdı zaten. Bir kere öyle bir savunmamız vardı ki evlere şenlik. Yol geçen hanı gibiydi mübarek. Dünyada hiçbir takımın, hele hele hedefleri içerisinde UEFA Kupası şampiyonluğu olan herhangi bir takımın, böylesine saldım çayıra mevlam kayıra bir defans düzeni olamaz. Çokça zamandır futbol maçları izlerim daha önce bu kadar dağınık bir savunma görmedim. Ortada bir defans çizgisi olmayınca Kocaelispor'un defans arkasına sarkma düşüncesi çok iyi işledi ve sonuca da bu yolla gittiler.
Maçın kırılma anı ise 85'inci dakikaydi. O sırada skor 3-2 Kocaelispor lehine. Tam da o dakikada Galatasaray bir penaltı kazandı. Topu anında sahiplenen isim Baros oldu. Sokaktan tutup koyacağınız bir adamın atamayacağı kadar kötü bir penaltı kullandı Baros. O penaltı gol olsa skor eşitlenecek, geride kalan uzatmayla beraber on dakikalık zaman dilimi pek çok sürprize gebe olacaktı. Fakat şu an bakıyorum da iyi ki de olmamış. Birilerinin çok ciddi bir şekilde kulaklarının çekilmesi gerekiyordu ve söz konusu senaryo işleseydi bunun gerçekleşmesi başka bir bahara kalacaktı. Ne kadar erken, o kadar iyi!
Neticede Galatasaray Ali Sami Yen'de lig sonuncusu Kocaelispor'a 5-2 mağlup oldu. Kendi evinde oynadığı son üç resmi maçta galibiyet yüzü göremediği gibi ligde oynadığı son beş maçta sadece 4 puan toplayabildi. Şampiyonluk yarışında lider Sivasspor'un tam 8 puan gerisine düştü, ligdeki konumu ise beşincilik. Önümüzdeki sezon UEFA Kupası'nda koşturabilmek için elde edilmesi gereken iki biletten Türkiye Kupası'na bağlı olanı uçup gideli epey oluyor. Üçüncülük koltuğuna bağlı olanı ise ha uçtu ha uçacak. Bir de içinde bulunduğumuz sezondaki UEFA Kupası macerası var. Ona kafa yormaya ne gerek var, nasıl olsa önümüzdeki perşembe o da nihayetini bulacak.
Peki bu tabloya zemin hazırlayanlar kimler? Herkesin ucundan bucağından bir hatası var elbette. Skibbe diyoruz... Evet, sonuna kadar hatalı. Bu takımın başında olmaması gereken, Galatasaray adının altında ezilen bir isim kendisi. Maç sırasında kendisine yöneltilen "İstifa" sözlerini de sonuna kadar hak ettiği kanaatindeyim. Fakat burada suçlu gerçekten Skibbe mi yoksa onu o koltuğa oturtanlarda mı? İnanıyorum ki kulübü yönetenler kulüp dışı etkenlerle uğraşacaklarına kulüp içindeki sorunları çözmekle uğraşsalardı bugün şu tablo ile yüzleşmek zorunda kalmazdık.
Tamam, Skibbe taktik dehadan bir hayli uzak bir isimdir, peki yerine gelmesi için adı haykırılan Cevat Güler midir bu takımı düzlüğe çıkaracak isim? Cevat Güler'e saygım sonsuz ancak bu onun sadece bir kondisyoner olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hoş, taktisyen diye gözümüze sokulan isimlerin aslında kendilerine bile hayırları olmadığını görünce haksızlık etmemeliyim belki de.
Bir Mehmet Güven bir Sabri ısrarıdır gidiyor. Anlayamıyorum, bizim bakıp da göremediğimiz ne gibi bir cevher görüyor sayın teknik direktörümüz bu adamlarda? Savunmanın sağı ki iki senedir bas bas bağırıyoruz "Galatasaray'ın kanayan yarası, en çok takviye ihtiyacı duyduğu yer savunmanın sağı" diye, kimseye dinletemiyoruz. Hayır, takımın içindekiler bunu nasıl göremiyor? Galatasaray kendi içinden çıkan herkesi muhafaza etmek zorunda mıdır? Sabri mesela... Kendisine yöneltilen küfürleri kesinlikle tasvip etmiyorum. Galatasaray forması taşıyan biri kendi taraftarından küfür duymamalıdır. Fakat kendisine yöneltilen her eleştiriden sonra saha içinde kafa sallamamalıdır. Bu adamın maçtan önce gösterdiği hırsı saha içinde de görmek istiyor taraftar, hepsi bu. Yoksa Sabri'nin yeri saha değil, tribün olur. Hatta kendisinden çok da iyi bir amigo olur, iddia ediyorum. Ha, bu noktada suç Sabri'de mi? Kesinlikle değil... Suç ısrarla onu takımda tutan zihniyettedir.
Son olarak bir de taraftara değinmek istiyorum. Herkes kendi görevini yerine getirecek dedim ya taraftar da üzerine düşeni takımına desteğini vererek getirmeli. Birkaç senedir bu böyle... Maç başlıyor, tribünlerde de mırıldanmalar. Bazen yüksek sesle bir tezahürata başlanıyor fakat beste o denli ağır tempoda ilerliyor ki takımı kamçılaması mümkün olmuyor. Bir "Oğuz Sarvan İstifa"dır gidiyoruz bakalım, takıma yarayı olur mu olmaz mı zaman gösterecek. Başka bir husus daha var aslında. Bugünkü maçta gördüm mesela... Bazı taraftarlar kendi halinde tezahürat yapan başka bir kesimin üzerine yürüyor. Sırf kendi kafalarına göre tezahürat yaptıkları için... Bu insanlar bu hakkı kendilerinde nasıl buluyorlar? Herkes tribünde istediği gibi davranmakta hür olmalı. Sen çıkıp o insanları korkutursan sonra da o şahısların yeniden o tribünde bulunmak isteyeceklerinden nasıl emin olabilirsin ki? Maç bitiyor ve maçtan sonra takımı protesto etmek için rakip takımı tribüne çağırıyorsun. Kendi futbolcuna hakaretler yağdırıyorsun. Ne münasebet? Maç boyunca ne verdin ki ne istiyorsun?
Açık konuşayım, bu sezona kadar Fenerbahçe'nin yapmış olduğu Anelka, Roberto Carlos, Van Hooijdonk, Kezman gibi isim transferleri kıskanırdım. Aynı tip futbolcuları kendi takımımda da görmek isterdim. Neticede iki sezondur takıma katılan yabancı isimler sonucu yüzümün güldüğünü söyleyebilirdim. Fakat artık bundan da vazgeçtim. Beşiktaş ya da Fenerbahçe yıldız transfer yapabilirler, çünkü onların kulüp yapılarına bu gayet iyi uyuyor. Adamlara anlatmaları gereken bir şey yok. Geldikleri nerede nasıl oynadılarsa BJK ve FB formaları altında da aynı şekilde oynamaları yeter. Fakat Galatasaray'da bu yetmiyormuş, ben bugün bunu anladım. Galatasaray Ruhu diye bir şey var. Dost, düşman hepimiz çok iyi biliyoruz bunu. Galatasaray'a gelen yıldızlara anlatamıyoruz bunu demek ki. Alacağı paradan başka hiçbir şey umrunda olmuyor, hele ruh hiç! Galatasaray Ruhu'nun son parçasıydı Hakan Şükür... Takımda kalmak istediği halde sözleşmesi yenilenmedi ve yolları ayrıldı Galatasaray ile. Bu aynı zamanda ruhun bedenden ayrıldığının da resmiymiş demek ki. Bundan sonra istemiyorum artık yıldız transfer! Bugüne kadar yoktu ve dünlerimiz daha güzeldi. Bana Metin'imi, Bülent'imi, Hakan'ımı, Hasan'ımı geri verin. Şu an tek istediğim, tek ihtiyaç duyduğum şey bu!

19 Şubat 2009 Perşembe

Bordeaux: 0 - Galatasaray: 0

Fransa'daki mücadelede beklenen oldu aslında. Olympique Lyonnais'in şampiyonluğa koymuş olduğu 7 yıllık ambargoyu ortadan kaldırmak istiyordu Bordeaux. Akıllarının hafta sonunda oynayacakları Saint-Étienne maçında olduğu belliydi. Yine de saha çıkıp "Buyurun, tur bizden size armağan" demelerini bekleyen yoktu sanırım. Fiziksel olarak son derece sağlam bir takım vardı karşımızda. Nitekim maça korktuğumuzu başımıza getirecek bir tempoda başladılar. İlk on dakikalık periyot sonunda hangi Galatasaraylı kara kara düşünmemiştir ki? Neyse ki Bordeaux'un baskısı bununla sınırlı kalacak, söz konusu dakikalarda Chamakh'ın direkten dönen topundan başka maç boyunca net bir pozisyona dahi giremeyeceklerdi. Hiç kuşkusuz bunda Ayhan ve özellikle Mehmet Topal'ın harikulade futbolunun payı büyük. Baros'un kuvvetli savunma oyuncuları arasında yitip gitmesi, Lincoln'ün takımın en kötüsü olması ve hücumu destekleyememesi, Kewell'in tüm iyi niyetine karşın üçlü savunma anlayışında etkisiz kalması Galatasaray'ın en büyük handikapıydı dün gece. Kanımca Galatasaray çok daha iyi bir skor elde edebilirdi ancak son iki maçta alınan başarısız sonuçlar sonrası takım biraz daha temkinli oynamak zorunda kaldı haliyle. Öyle ya da böyle bir maçı daha tamamladı Galatasaray. Pek de iyi oynamadığı maçtan golsüz beraberlikle ayrılarak tur şansını İstanbul'a bıraktı. Kanımca şimdi işimiz çok daha zor. Bordeaux oyun disiplininden kopmayacaktır. Galatasaray'ın son zamanlarda Ali Sami Yen Stadı'nda gereksiz telaş yaptığını ve bu maçta mutlaka galibiyetle ayrılması gerektiğini de düşünürsek tur ortada görünüyor. Hülasa Ali Sami Yen'de önümüzdeki hafta kıran kırana bir mücadele verilecek ve umuyoruz ki bir şekilde tur atlayan taraf Galatasaray olacak.

17 Şubat 2009 Salı

Batan Geminin Malı!

Alper Tezcan'ın futbolu nasıl algıladığını ya da yeşil zemin üzerinde topun peşinden nasıl koşturduğunu hiç hatırlamıyorum. Ancak Alper'in üst üste gelen sakatlıklarını, bunları takip eden sayısız ameliyatını ve en büyük varlığı değerleri olan bir kulübün futbolcusuna nasıl sırt çevirdiğini dün gibi hatırlıyorum. UEFA Kupası'nı kazanan kadroyu ezbere bilmek bizim görevimizdi sanki. İstiklâl Marşı'nı bile ara sıra karıştırırdık ama 17 Mayıs 2000'de destan yazan kadroyu ezbere sayardık, takılmadan! Alper Tezcan da onlardan biriydi. Kupanın alınma sürecinde fiilen görev almadı belki ama en az Hakan Şükür kadar, Bülent Korkmaz kadar, Popescu kadar, Hagi kadar payı vardı onun da. Tıpkı Kerem'in, Emrah'ın ve hatta birtakım şahsiyetsizlerin de pay sahibi oldukları gibi. Hiçbir şey de olmasa bile adına 2000 Ruhu dediğimiz ve bugün bile küllerini aradığımız olgunun oluşmasında katkıda bulunanlardan biri olduğu için önemlidir Alper Tezcan. Belki 14 yaşındaydık ama önümüzdeki maçın bizim için ne kadar önem arz ettiğini biliyorduk. UEFA Kupası finaliydi yahu önümüzdeki... İngilizler'den 8 yiyen, beraberliklerde arabasına atlayıp tura çıkan ülkenin Avrupa'daki mutlak kısır döngüsü yıkılıyordu artık be! Türk futbolunun zirve yaptığının resmi değil de neydi bu? Galatasaray'ın koyduğu bir çıtaydı 17 Mayıs... Rakiplerin bile hedef büyütmesine vesile olan olay bu değil miydi? Kimsenin ulaşamadığı ve Galatasaray dışında bir başkasının ulaşmasının imkan dahilinde olmayacağı aşikar değil miydi? Bunun önemi daha nasıl anlaşılırdı ki?
Bir süredir spor basınında takip ediyoruz Alper Tezcan'ın yaşadıklarını. Ödenmeyen hastane masrafları, ailenin içine düştüğü bunalım... Galatasaray Spor Kulübü'nün sırtını çevirdiği efsane kadronun efsane oyuncularından Alper Tezcan içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için hayatının şu dönemine kadar elde ettiği en şerefli payeden, UEFA Kupası şampiyonu olan kadroda yer aldığını belgeleyen şeyden, madalyasından feragat etmek zorunda kalıyor. Dün itibarıyla bir internet sitesinde 2000 UEFA Kupası madalyasını açık artırma ile satışa çıkardı. An itibarıyla madalyaya verilen en yüksek değer 57.100 TL. Müzayede 23 Şubat tarihinde saat 11:00'da son bulacak ve en yüksek bedeli veren şahsiyet madalyanın yeni sahibi olacak. Alper Tezcan, "Ben hâlâ iyi bir Galatasaraylı'yım" cümlesini kuran Alper Tezcan, belki elde edeceği para ile hayatını kurtaracak ama eminim ki mutlu olmayacak. Çünkü ne zaman vitrinine göz atsa oradaki boşluk canını çok acıtacak.
Beni en çok üzen ise Galatasaray Spor Kulübü'nden herhangi bir ismin çıkıp da Alper'e sahip çıkmaması oldu. Ben elimden gelse madalyayı alıp Alper'e armağan edeceğim ama gelmiyor işte, gelmiyor! Yok mu koskoca Galatasaray Kulübü'nde bu düşünce ile hareket edebilecek bir babayiğit?

14 Şubat 2009 Cumartesi

Antalyaspor: 1 - Galatasaray: 0

İstanbul'da 14 Şubat'ın üstünde toplanan kara bulutlar bir şeylerin habercisiydi sanki. Sadece biz gereğinden fazla iyimserdik. Kötü düşünmek hiçbir şey kazandırmamıştı ne de olsa bugüne kadar. Sevgililer vardı kentin dört bir yanında. Dolmuşların koltukları pek aceleci değildi bugün. Bizim yanımız boştu, gideceğimiz yeri de bir tek şoför bey biliyordu. "Son durak" haykırışını duyar duymaz bırakacaktık kendimizi kalabalığın arasına. Yağan yağmur jöleli saçlarımıza pek de iyi gelmeyecekti. Kirpiklerimize kadar akan jöleyle karışık yağmur garip bir hüzün konduracaktı suratımıza. Sağımıza, solumuza, sonra tekrar sağımıza bakacaktık. Yalnızlığın ne demek olduğunu anlayacaktık. Ne kadar güzel bir şey olduğunu...
Yurdun güney noktasında, Antalya'da dün son yılların en şiddetli yağışı yaşanırken Galatasaraylılar'ın tek bir endişesi vardı; Sevgililer Günü randevusu ertelenecek miydi? Fakat Antalya'nın öyle bir havası var işte. Anı anına uymuyor. Temmuzun orta yerinde iliklerinize kadar ıslanabileceğiniz gibi ocak sonunda mayonuzu giyip Konyaaltı kumsalına inebilirsiniz. Küresel ısınmanın dünya üzerinde kararsız kaldığı yegane yerdir Antalya.
Yıllar önce bir Antalyaspor-Galatasaray maçı ile ilk defa canlı izleme şansına sahip olmuştum takımımı, Galatasaray'ı. Antalyaspor yeni çıkmış birinci lige. Galatasaray'da sahada Hamza bile var, formalar Show TV reklamlı sapsarı forma... Galatasaray 5-0 kazanıyor maçı. Golleri hatırlamıyorum tabii. Birkaç sene sonra yine geliyor Galatasaray kente. O maça da kolumuzdan tutup götürüyor evin reisi. Hagi orta sahadan yokluyor kaleyi, Adnan ellerinden kaçırıyor. Ben golü ancak akşam eve geldiğimde banttan görebiliyorum. Hagi'nin vuruşundan sonra ayağa kalkan kitle arkalarındaki küçük ama heyecanlı çocuğun elinden alıyor bu hakkı.
Sonra yıllar geçmiş, Galatasaray çok farklı artık. Fatih Terim yok bir kere... Hagi yok! Kral yok! Fakat Büyük Kaptan tüm ihtişamıyla duruyor sahanın orta yerinde. Hasan Şaş'ın parlak kafası gözümü alıyor mesela. 67 numaralı Buz Adam sıcak kentin havasını bir anda değiştirebiliyor. İlginçtir, sarı kırmızıya gönül verenler bundan hiç etkilenmiyor. Galatasaray yenik duruma düştüğü maçta, yanılmıyorsam, Berkant Göktan'ın son dakikalarda attığı golle beraberliği kurtarmayı başarıyor. Galatasaray ne zaman Antalya'ya gelse şehrin havası bir farklı oluyordu benim için. Galatasaray Antalya'dan hiç mağlup ayrılmıyordu, ben seviniyordum. Çocukluk aklımca Galatasaray'ı utandırmamış oluyordum.
O vakitten beri Antalya Atatürk Stadyumu'nda izleyemedim Galatasaray'ı. Ya Antalyaspor düşüyordu ligden ya da ben İstanbul'da oluyordum. Bugün de tam olarak böyle oldu. Zamanla Ali Sami Yen'de izlemeye alışık hale gelsek de takımı, Antalya'daki heyecan bir farklı oluyordu. Uzaklardan izlemekle yetindim bugün de... İnsanların sevdiceklerine aşklarını kanıtlamak için pahalı şeyler aldıkları, kapitalizmin en büyük meyvelerinden biri olan Sevgililer Günü'nde, bizim aşkımıza maddi bir kanıt bekleyecek durumumuz yoktu. Armağan ya da sürpriz, 14 Şubat'ta beklemediğimiz şeylerdi. Ne yani, Galatasaray 3 puanla ayrılamasa, bugünü zehir mi edecektik birbirimize!
Hülasa, Galatasaray gitti Antalya'ya... Ne Sivas'taki zemin vardı bahane edilecek ne de maçın içine eden bir hakem. Mehmet Özdilek ile çıkışa geçmiş, son 3 haftada 2 galibiyet elde etmiş bir Antalyaspor vardı sadece karşımızda. Maç boyunca Galatasaray'da anlatmaya değecek bir şey yoktu açıkçası. Son haftalarda yaşanan olayların getirdiği moral bozukluğu her oyuncunun yüzünde ayrı ayrı okunabiliyordu. Ne düzenli bir oyun şablonu ne de arka arkaya yapılabilen üç tane pas vardı. Bunlar yetmezmiş gibi rakip takımın tam saha presiyle de yüzleşmek zorunda kalınca felaket kaçınılmaz oldu. Milan Baros'un kaçırdığı akılalmaz iki gol var ki, görmediyseniz şayet, ne siz sorun ne de ben yanıtlayayım. Baros hakkında bir süredir hazırladığım laflarım var ama şimdi çıkıp bunları dile getirmeye kalksam "Vay efendim 20 gol atmış bir adama da bunlar söylenir mi?" diye başıma çıkmaya çalışanlar olacağı için, şimdilik, es geçiyorum. Sonra bir Meira var ki sezon başında en çok bu adama umut bağlamıştım. Song'a hak ettiğini vermeyip, geçen sezonun en az gol yiyen tandemini bozarsan, bu mübahtır zaten sana. Sabri'ye ise değinmeyeceğim bile... Artık dilimizde tüy bitti. Bu kaçıncı adamını kaçırmadır, bu kaçıncı takımını yakmadır... Ben sayamadım, bir zahmet sayan çıkarsa...
Dün vizyona giren bir film var. Adı da; Sevgililer Günü Katliamı. Salona giriyorsunuz, elinize gözlükleri tutuşturuyorlar ve siz bu korku filmini üç boyutlu olarak seyrediyorsunuz. İlginç gerçekten ama bundan daha beteri de var. Sinema salonlarında olmasa da televizyonda gösterildi. Tekrarı olmayan bu felaket filminin HD olarak yayınlandığını da söyleyelim tabii... Sevgililer Günü Katliamı da neymiş?

14 Şubat

Bize
her
sevdadan
geriye
kalan
SADECE
GALATASARAY!

Memleketimden Cimbom Manzaraları

Antalya'da bensiz bir Galatasaray maçı daha...
Saldır Galatasaray!

13 Şubat 2009 Cuma

Unutulmaz Sözler - Volume 14

"Şişman Yanko'nun dükkanına gidilerek orada zarif iki yünlü kumaşa tesadüf ettik. Biri vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, öteki de içinde turuncudan iz taşıyan tok bir sarı..." (Ali Sami YEN)

10 Şubat 2009 Salı

Durum Raporu

Bundan yaklaşık 40 gün kadar öncesi... Tam tarih verecek olursam bu 6 Ocak 2009'a tekabül etmekte. O gece arkadaşlardan gelen halı saha maçı teklifini geri çeviremedim. Gecenin bir yarısı minyatür saha maç için Altunizade'deki Vezirspor'da toplandık. Minyatür kale maçları genellikle dörde kişiye karşı dört kişi yaparız. Zaten saha ve kale küçük olunca daha fazla oyuncuya ihtiyaç duyulmuyor. Fakat o gece arkadaşlardan biri tarafından maçın başlamasına 10 dakika kala ekilince çareyi maça dörde üç devam etmekte bulduk. Üç kişiyle mücadele etmekte olan taraf ise biziz. Maçın bitmesine nereden baksanız 10 dakika kalmış. Eksik oynuyoruz, buna karşın maçı önde götürüyoruz, haliyle skoru korumak için herkes kendinden biraz daha fazla feragat ediyor. Şimdi beni de bilen bilir. "Bu defa sakin oynayacağım" diye kendi kendime kaç defa söz versem de saha içinde kendini kaybeden, yenilgiyi bir türlü kabullenemeyen bir kişiliğim var. Öyle ya Galatasaray'ın 11 numarasından aşağı kalır yanım yok bu konuda. Tek farkımız o hırsını Ali Sami Yen'de ortaya koyarken, ben dört tarafı tellerle çevrili kıytırık halı sahalarda sergiliyorum. Her neyse...
Dedim ya, maçın bitmesine pek bir süre kalmamış. Orta sahada topu ayağıma aldım. Karşımda rakip takımın son adamı. Önce topu sağından attım, sonra da kendimi topun peşine... Top geçti ama adam geçemedi o anda. Herkeste olmuştur, adımın Anıl olduğundan nasıl eminsem bu konuda da o kadar eminim... Halı saha maçınız vardır, fakat bir türlü takımları eşit kılacak o son adamı bulamamışsınızdır. En nihayetinde son çare olarak futbol katili bir arkadaş kadroya dail edilir. Hayır, yoldan geçen bir adamı gözünüze kestirip "Hoop, hemşehrim, gel de bir saatliğine bize arkadaş ol" deseniz çok daha iyidir. İşte böyle bir adamla girdim o son mücadeleme. Kendisini geçmek için hamlede bulunduğum an, aynı zamanda bir aikidocu olan bu arkadaş öyle bir hareket yaptı ki ayaklarımız birbirine kenetlendi. Ben son yanıma doğru yarım bir takla attım ve vücudumun bütün ağırlığını sol omzumun üzerine verecek şekilde yere yığıldım. Zemin ile yek vücut olduğum o kısa anda ters bir şeylerin olduğunu anlamam uzun sürmedi. Fakat o güne kadar hiçbir yerini kırmamış ve nihai sonuna dek de hiçbir yeri kırılmamış bir şekilde yaşayacağına inanan ben, kendime bunu konduramadım. Bir yerimin kırılmış olabileceği ihtimalini kendime yakıştıramadım. Herkes başıma üşüşmüş, ben bir süreliğine dış dünya ile olan bağlantıma ara vermiştim. Kolumu kaldırabilmemi geçin, en ufak bir hareketi dahi yapamıyordum. 10 dakika kadar yerde kaldıktan sonra ayağa kalkmayı başardım. Sahadan çıkarken gelen içi buz dolu poşedi sızlayan yere götürdüğümde neyle karşı karşıya olduğumu kavradım. Sol köprücük kemiğim kırılmıştı işte, ben kendime yakıştırsam da yakıştırmasam da. Kırılan bölge deriyi ciddi şekilde zorluyordu. O an moralimin taban yaptığı andı. Gece gece hastane koridorlarında suratsız doktorların gözlerinin içine bakmak daha da koydu bana. Önce kırılan bölgenin bir filmi çekildi, bunu akciğer filmi takip etti. Akciğer filminin nedeni ise bir hayli ilginç. Şöyle ki, köprücük kemiği kırıklarının akciğere saplanabilme gibi bir ihtimali söz konusuymuş ve bu durum da teklike arz ediyormuş. Neyse ki böyle bir duruma maruz kalmadım. Doktorlar üzerimdekileri çıkarmaya başlayınca ağrılar dayanılmaz boyuta ulaştı, bunu akılalmaz bir mide bulantısı izledi. Omuz bölgesi olduğu için alçıya almanın mümkün olmadığı ve ancak "8 Bandaj" adı verilen bir sargıyı kullanabileceklerini söylediler. Ve bildiğiniz sargı beziyle sıkıca sarıp 1 hafta sonraki kontrolde buluşmak üzere eve postaladılar beni. O gece ve takip eden birkaç gün tam anlamıyla işkenceydi benim için. Sol kolumu kullanamadığım gibi uygulanan bandaj sayesinde sağ kolumun kullanımı da bir ölçüde sınırlanmıştı. Aradan iki gün geçti ya da geçmedi, ağrılar dayanılmaz boyuta ulaşınca soluğu başka bir hastanede aldım. Bu hastanedeki ortopedist İstanbul Anadolu Yakası'nda alanında uzman en iyi birkaç doktordan biriymiş. Bunu kendisi söyledi ve evet, biraz fazla megalomandı. Fakat bu beni hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. İlk iş olarak sırtımdaki sargıya baktı ve bunu hiçbir şeye benzetemedi. Anında çıkardı o bez parçasını. Sonra 8 Bandaj denen meretin hakikisi ile karşılaştım. O zımbırtının takılmasının ardından iki sargı arasındaki bariz fark oldukça rahat hissediliyordu.
Olayların gelişimi böyleydi. Doktorlar moral verme konusunda popülaritelerinden hiçbir şey kaybetmiyorlar. Köprücük kemiği kırığının hiçbir zaman tam olarak kaynamayacağından bahsettiler. Ayna karşısına geçtiğimde kırık bölgeyi rahatlıkla görecektim mesela. Anında yönelttiğim soru "Peki sağ kolumdan farksız olarak kullanabilecek miyim?" oldu. Cevap gelene kadar öldüm öldüm dirildim. Fakat korktuğum başıma gelmedi neyse ki. Kolumu diğer kolumdan farksız olarak kullanabileceğimi ancak bunun zamanla olacağından bahsettiler. Ortalama bir süre istediğimde ise 5-6 ay dediler. Köprücük kemiği en hızlı kaynayan, ki kaynaması 2,5 hafta aldı, fakat en yavaş toparlanan kemikmiş. Üçüncü haftanın sonunda uykuları bana haram eden sargıdan kurtuldum. Doktor bandajı çıkardığı an sol kolum olduğu gibi yana sarktı. Hani bıraksam düşecek gibiydi. Bir hafta kadar da askıda gezdim. Şimdi önemli ölçüde kullanabiliyorum kolumu. Ağrılarım son sürat devam ediyor, çünkü bölge bir türlü sabit kalamıyor. Resimde gördüğünüz gibi bir çıkıntı oluştu kırılan bölgede ve böyle de kalacak. Şunu da belirteyim, çıkıntı resimdeki kadar şişkin görülmüyor. İlk hafta resimdekinden farkı yoktu tabii. Artık kolumu eksiksiz kullanabileceğim, rahat rahat uyuyabileceğim günlerin gelmesini bekliyorum. İnsan top oynarken ayağını kırar, ne bileyim, kolunu kırar... Ben köprücük kemiğimi kırdım. İlla ki bir yerinizi kıracaksanız köprücük kemiğinizi kırmayın. Çünkü insanı en fazla rezil rüsva edecek kırık bu olsa gerek. Hatta mümkünse siz hiçbir yerinizi kırmayın.
Ve unutmadan, siz sormadan söyleyeyim. Hayır, resimdeki zat ben değilim :)

Galatasaray: 1 - Kayserispor: 1

Tarih 7 Şubat 2009. Yer; Galatasaray Adası. Galatasaray yönetim kurulu ile Kayserispor yönetim kurulu yemekteler. Toplantının nedeni ne bir transferi sonuca bağlamak ne de iş görüşmesinde bulunmak. Tarihte ilk kez bir Anadolu ekibi Üç Büyükler'den biri tarafından ağırlanıyor, yemeğe davet ediliyor. Maksat dostluk rüzgarları estirmek. Geçtiğimiz sezonlarda transfer görüşmeleri yüzünden arası açılan iki kulüp tatsızlıkları peşlerinde bırakıyor. Ve akşam oluyor, her iki kulüp yöneticileri henüz yediklerini sindiremeden kol kola Ali Sami Yen'in protokol tribünündeki yerlerini alıyorlar. Gevşetilen ipin yeniden gerim gerim gerilmesi pek de uzun sürmüyor. Karşılaşmanın başlangıç düdüğüyle birlikte birkaç saat önce yenilen dostluk yemeği, kardeşlik mesajları unutuluyor. Çünkü Türkiye'de top santraya konulduğu zaman, adettir, akan sular durur. Ne sahadaki sporcu rakibini ne de tribündeki takım elbiseli, belli bir mevki sahibi koca koca adamlar birbirlerini tanır. Milli takımdan birbirlerinin arkadaşı olan fakat farklı takımlarda top koşturan iki futbolcu ağza alınmayacak küfürleri birbirlerine sarfedebilir. Söz konusu olan toptur, gerisi teferruat... Her şey sahada kalır kimisine göre, ancak hiçbir zaman öyle olmaz.
7 Şubat 2009 akşamı Ali Sami Yen Stadı'nda Kayserispor'u ağırladı Galatasaray. Galatasaray'ın rakibi Kayserispor en parlak zamanlarında bile İstanbul'dan ağır yenilgilerle ayrılmış, deplasmanda rakibinden tek puan bile çıkarmayı başaramamış bir ekipti o akşama kadar. Hakem Selçuk Dereli'nin ilk düdüğü ile maç başladı. Birkaç haftalık aranın ardından Cassio Lincoln de sahadaki yerini almıştı. Haliyle tribünleri dolduran birkaç bin taraftarın gözü 10'un ayaklarına odaklanmıştı. İlk yarım saatlik dilim tatsız tuzsuz geçilmişti ki ceza sahasında oluşan karambolde Nonda çok şık bir vuruşla takımını öne geçirdi. Galatasaray 1-0 öndeydi. Tribünler coşmuş, takım skor avantajını eline geçirmişti... Anlayacağınız Galatasaray'ın galibiyeti için her şey hazırdı ve sadece bir saat kadar daha beklenecekti, hepsi bu.
Şimdi bandı birkaç dakika geri saralım. Golden yaklaşık 5 dakika önce ceza sahasına hareketlenen Lincoln'ün yerde kalmasını hakem Selçuk Dereli aldatmaya yönelik hareket olarak yorumlamış ve Lincoln sarı kart ile cezalandırılmıştı. Galatasaray'ın golünden sadece iki dakika sonra Kayserispor'un yarı sahada kullanacağı bir serbest vuruşun önüne geçen Lincoln ikinci sarı kartla oyun dışına gönderilir. Ev sahibi ekip sahada 10 kişidir. Ali Sami Yen'in büyüsü bozulur, rüzgarın yönü değişir. Maçın kalan dakikalarında Galatasaray taraftarı takımını kamçılamak yerine hakemle uğraşır, dakikalar ilerler, tam 3 puanın kokusu burunlara çalışmışken 90'ıncı dakikada Kayserispor'un golü puanların paylaşılacağını ilan eder. Şampiyonluk yarışında önemli bir yara alan Galatasaray kanadında yaygara kopar. Futbolcuların sessizliğini yönetimin açıklamaları bozar. Kulübün resmi internet sitesi aracılığıyla kamuoyuna "Galatasaray'ın Türkiye olduğu" hatırlatılır. Söz konusu yazı herhangi bir Galatasaraylı'yı utançtan yerin dibine sokacak cinstendir. Kulübün büyüklüğünü koruma gayesi altında itibarı zedelenmiştir, fakat bunu kaleme alanlar bundan bihaberdir. Maçın hakeminin yazılı bir senaryoyu harfiyen uyguladığından tutun da MHK'yi kimin yönettiğinin muhasebesinin yapılışına kadar geniş bir irdeleme... Yahu biz de biliyoruz Galatasaray'ın Türkiye olduğunu ama bu şekilde değil. Bu şekilde değil!
Peki gelelim hakemin kararlarına... Futbol hakemi değilim, kural kitabını da hatmetmişliğim yok. Ancak kart isteme hareketinin sadece ülkemizde yaptırımı olduğunu çok iyi biliyorum mesela. Maçın hakemi Selçuk Dereli cumartesi akşamı rezil denebilecek seviyede bir maç yönetmiştir. Sahada adeta futbolu katletmek için yer almıştır. Ancak bu kesinlikle tek taraflı olmamıştır. Lincoln'ün oyundan atılması ve Galatasaraylı oyunculara çok kolay kart çıkarmasının yanında Kayserispor'un bariz iki penaltısını çalamamıştır. Bunda hiç kuşkusuz Lincoln'ün oyundan atılmasının ardından tribünlerden zatına yöneltilen küfürlerin etkisi büyüktür. Binlerce kişiden hakaret yemek ve bunları göğüslemek, üstüne üstlük bunları göğüslemeye çalışırken bir de maç yönetmek kolay olmasa gerek. Tüm bu tepkiler sürüp giderken o penaltıları çalamadı Selçuk Dereli. Lincoln'ün pozisyonlarında yapmış olduğu hataları diğer pozisyonlarda durumu eşitlemek için kullanmamalıydı.
Lincoln'ün görmüş olduğu sarı kartlara değinelim. Yorumcular ikiye bölünmüş olsa da ben ilk penaltı pozisyonunun bariz bir şekilde penaltı olduğunu düşünüyorum. Hatta Selçuk Dereli ceza sahasına elinde kartıyla yönelirken Kayserisporlu futbolcunun kart göreceğini düşünüyordum. Kart Lincoln'e çıkınca da çok sinirlendim tabii. Bir futbolcunun ceza sahası içinde her yere düşüşü kendini yere atması olarak yorumlanamaz. Bir futbolcu ayakta kalmak zorunda değildir. Kaldı ki Lincoln'ün baldırına aldığı darbe sonucu ayakta kalmasını beklemek abesle iştigaldir. Diğer pozisyona gelecek olursak... Kayserisporlu Toledo serbest atış kullanacaktır. Lincoln toptan sadece bir iki metre ötede topun oyuna sokulmasını engellemiş ve bunun sonucunda ikinci sarı kartını görmüştür. Maçın ardından araştırdım. Kural kitabı bir oyuncu rakibin serbest vuruşunu engellemişse iki noktaya bakılıyor. Serbest vuruşu kullanacak oyuncu hakemden rakibin en az 9 metre 15 santimetre uzaklamaşmasını istemiş mi istememiş mi... Futbolcu hakemi ikaz etmiş ve buna rağmen rakip oyuncu topun oyuna sokulmasını engellemişse, oyuncu sarı kartla cezalandırılır. La havle... Nelerle uğraşıyoruz bu ülkede! Ülke olarak futboldan ancak bu kadar anlıyoruz. Günlerce pozisyonları tartışıyoruz. Israrla, yıllardır bir çıkar yol bulamıyoruz. Kendi yaramıza merhem olamıyoruz anlayacağınız. Lincoln oyundan atışmışsa eğer bence en büyük suç sarı kartı olduğunu bile bile ikinci sarı kart için kaşınan Lincoln'dedir. Başka kimsede değil.