14 Ekim 2008 Salı

Hep Aynıydı...

14 Nisan 1996... Türkiye Kupası rövanş maçı... Fenerbahçe Stadı’nda herkes uzun yıllar sonra şeytanın bacağının kırılacağına, kupanın nihayet alınacağına emin... Fenerbahçe kupayı son kazandığında, Sovyetler Birliği hem dünyada hem de uzayda dimdik ayakta, Tuncay Şanlı daha bir yaşında yeni yeni emekliyor... Ama bu defa, bir Fenerbahçeli yöneticinin deyimiyle “bir kalp hastasının çalıştırdığı”, ligde büyük hayal kırıklığı yaratan, kolu kanadı kırık aslanın karşısında maçın mutlak favorisi Fenerbahçe...
İyi oynayan taraf da maçın mutlak favorisi gibi gözüken sarı kanaryalar... Kendi Perreiralı son model takımları kadar, ezeli düşmanın başındaki “kalp hastası”nın kifayetsizliğine de fazlasıyla güvenen yöneticiler purolarını yakmış, her geçen dakika yıllar sonra gelecek olan tarihi kupaya daha da yakınlaşıyorlar. Ama sanki o puroların dumanları yükselip bir anda Kadıköy’ün gökyüzünde felaket bulutuna dönüşmek için pusuya yatmışlar.
Aynı yöneticiler tarafından “kalp hastası”nın “askerlik arkadaşı” olarak aşağılanan, yaşlanmış ama mihrabı fazlasıyla yerinde eski Liverpool efsanesi Dean Saunders uzatmalarda golü attığında ölüm sessizliği kaplıyor tüm Kadıköy’ü.
O puroların bulutlaşmış dumanlarından Türk futbol tarihinin en soğuk intikamlarından birisi yağıyor, cehennem kazanlarından boşalırcasına... İntikam, “kalp hastası”nın elindeki sarı-kırmızı bayrağa dönüşüyor, “kalp hastası” hiç de kendinden beklenmeyecek bir depara kalkıyor. Herhalde o anda o bulutlar kendisini “hasta yürekten” “cesur yürek”e, Graeme Souness’tan William Wallace’ye dönüştürüyor. Biz ise onu “Ulubatlı Souness” olarak görüyoruz. Souness’in sahanın ortasına saplamaya çalıştığı bayrak üçüncü denemede Fenerbahçe’nin tam ortasına dikildiğinde, tribünlerdeki binlerce insan haklı olarak tek örgülere tırmanıp atlamaya çalışıyor. O tel örgüler biraz daha az sağlam olsa Souness gerçekten de Ulubatlı olacak, oracıkta kalpten değil de linçten ölüp gidecek!
Öyle ya da böyle o sarı-lacivert cehennemin ortasına dikilen sarı-kırmızı bayrak Fenerbahçe tarihinin 11 Eylül’ü.
Belki de o cehennemin ortasına dikilen bayraktan sonra Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin, Boca Juniors-River Plate, Celtic-Rangers derbilerinden hiçbir eksiği kalmadı. Ulubatlı Souness’den sonra oynanan her derbide bir Fenerbahçeli kontra-ulubatlılığa yeltendi ama o sarı-kırmızı bayrak hep orada dikili kaldı aslında.
Daha önce hiçbir Türk antrenör veya futbolcunun aklından geçirmeye bile cesaret edemediği bir şeyi yapmak, İskoç Souness’i Galatasaray’ı sadece bir sezon çalıştırmış olmasına ve de fazla başarılı olamamasına rağmen Türk futbolunun en mitolojik kahramanlarından birisi yapmaya yetmiş de artmıştı bile.
6 Mayıs 1953’te Edingburgh’da dünyaya gelen Graeme Souness, futbol topuna ayağını sürdüğü andan itibaren Ulubatlılık’a çoktan hazırdı. Henüz on beş yaşındayken o zamanlar fırtına gibi esen Tottenham’ın kadrosuna alınacaktı. Kurt teknik adam Bill Nicholson, henüz on beş yaşında olan Souness’i gözü kapalı transfer ettiğinde geleceğin yenilmez armadasının omurgasını kurduğunu sanmıştı. Ama Graeme James Souness için gelecek diye bir şey yoktu, asla olmayacaktı da. Yerinde duramıyor, hemen ertesi gün oynamak istiyordu. Nicholson, her Pazartesi sabahı ofisine geldiğinde kapısında henüz bıyıkları yeni çıkmaya başlamış Souness’in kendisinden hesap soran kıpkırmızı suratıyla karşılaşıyordu. Bu deli çocuğun gözlerindeki futbol ateşinden etkilense de onu keşfettiği gençler turnuvasında hırsının kurbanı olup oyundan atılmasını unutmuyor, henüz arzu ettiği olgunluğa ulaşmadan ona forma vermenin büyük bir kumar olacağını düşünüyordu.
Souness, her seferinde odaya sanki orta saha mücadelesine girişiyormuş gibi hışımla dalıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Ben Tottenham’ın en iyi oyuncusuyum. Beni oynatacaksın.”
Souness on dokuzuna geldiğinde, herkesin yanından bile geçmeye çekindiği Nicholson’un kapısını bir defa daha çaldı. Nicholson ona o anda işi olduğunu sonra gelmesini söyledi. Souness, öğle yemeğinden hemen sonra soluğu yine Nicholson’un yanında aldı. Bu kez kapıyı çalmadı bile, sinirden deliye dönmüştü. Sanki orta sahada hızla topla ilerlerken birisi arkasından ona tekme atıyormuş gibi canı yanıyordu. Nicholson’u hiç dinlemedi bile.
İçindeki kendini ispat etme ateşi benliğini öylesine sarmıştı ki soluğu Kanada’nın Montreal Olympique takımında aldı. Yazları oynanan Kuzey Amerika Ligi’nde cezalı duruma düştüğü maçlar hariç tüm karşılaşmalarda forma giydi. Lig karması seçilirken tüm oy verenlerin yüzde yüz oy verdiği tek isim oldu.
Bu hırsla Ada’ya geri döndüğünde krallar gibi karşılanmayı bekliyordu ama Nicholson ona “Amerika Ligi ile burayı nasıl karşılaştırırsın, delirdin mi sen?” dediğinde “O zaman beni hemen satın!” diye bağırdı ve Nicholson’un kapısını bir daha açmamak üzere son bir defa hışımla kapattı. Kapının diğer tarafında İkinci Lig’in vasat ekiplerinden Middlesbrough ve bonsevisine önerdikleri otuz bin Pound vardı. Tottenham yöneticileri teklifi hemen kabul ettiler. Hem bir “manyak”tan kurtulacaklar hem de üzerine otuz bin Pound alacaklardı. Ama Nicholson nedense son anda yöneticileri aradı ve “İskoçyalı’yı satmayın!” dedi. Ama çok geçti, belki de o telefon birkaç dakika önce açılsaydı, 1975-1985 arası Ada futbol tarihi bambaşka olacaktı.
Souness, Riverside’daki ilk sezonunda takımını sırtlamış, orta sahadaki performansı ile takımını önce küme düşme hattından kurtarmış, sonra da sezonu dördüncü bitirmesini sağlamıştı. İkinci sezonunda, futbolu yeni bırakan Jacky Charlton teknik adamlığa getirildiğinde Souness’in altın çağı başlayacaktı. Souness da Charlton gibi kazanmak için yanıp tutuşuyordu. Charlton, topu fazla çevirmeden direk kaleye ve sonuca giden bir oyun tarzını benimsemişti, onun zihninde Souness oyun planının en önemli parçasıydı.
Aslında Ada’da Charlton ile beraber yavaş yavaş yeni bir oyun tarzı ortaya çıkıyor, orta sahanın ortasındaki oyuncular büyük önem kazanıyordu. Daha önceleri Ada’ya egemen olan WM dizilişine göre orta saha oyuncularından bazıları sadece savunmaya yardım ediyor, bazıları da sadece hücumu destekliyordu. Souness, oyunun her iki yönünü de aynı ustalıkla oynarken bir yandan derinlemesine dikey paslarla oyunu ileri itiyor, bizzat kendisi de ceza alanına doğru hareketlenerek uzaktan sert şutlarla goller arıyordu. Souness için de Charlton için de en iyi savunma bizzat hücumdu, top rakibe geçtiği andan itibaren prese başlanıyor, kazanılan tüm toplarla yine olabilecek en hızlı şekilde ileri doğru oynanılıyordu. Bu yepyeni futbol anlayışı ve Souness’in liderliğinde Middlesbrough İkinci Lig’de şampiyon olurken, Souness muhteşem performansını 8-0 kazanılan son maçta attığı üç golle taçlandırmıştı.
Başta Tottenham olmak üzere birçok takım Souness’i renklerine katmak isterken Souness “Benim oynadığım takım zaten en iyi takımdır” diyerek Charlton ile beraber Middlesbrough’da kaldı. Ama 1978 yılına gelindiğinde istediği başarılar bir türlü gelmeyip, aşırı hırsının kurbanı olmuş, Middlesbrough tarihinin tüm kart ve ceza rekorlarını kırmıştı. Ona göre İskoç olduğu ve Middlesbrough’da oynadığı için kendisine böyle davranılıyordu. Bir maçtan sonra yine oyundan atıldığında, önce soyunma odasının tüm camlarını tuzla buz etti, sonra da kendisine uzatılan mikrofonlara federasyonu protesto etmek için futbolu bıraktığını açıkladı.
Aslında klasik bir Souness tepkisinden biraz daha abartılıydı bu, daha fazlası değil. Tabii ki o futbolu bıraksa da futbol onu bırakmayacaktı. Eve döndüğünde telefondaki ses, ona Leeds’teki bir otelde çok büyük bir kulübün yöneticileri ile buluşmasını söyledi. Önce “Hayır, ben futbolu bıraktım” dedi. Telefondaki ses ona “O kulübü kimse bırakamaz” dediğinde bir anda otele gitmeye karar verdi. Belki o anda yine İskoç inadı tutsaydı, 1975-85 yılları arası Ada futbol tarihi bambaşka olacaktı! Otelin lobisinde bekleyenler son Avrupa Şampiyonu Liverpool’un menejeri ve yöneticilerinden başkası değildi. Liverpool meneferi Bob Paisley, Anfield’da bir “İskoç Devrimi” yapmayı kafasına koymuştu. İlk önce Alan Hansen’i almış, sonra da ileri uca Celtic’ten Kenny Dalglish’i transfer etmişti. Şimdi sıra, modern Ada futbolunun en önemli mevkii orta sahanın ortasındaydı. Souness, Paisley’i gördüğü andan itibaren hiç para pazarlığı bile yapmadı.
Üst üste iki sezon 1978-79 ve 1979-80’de Liverpool ligde şampiyon olurken Ada’da Hansen-Souness-Dalglish kasırgası esiyordu. 1981 yılında Souness’li Kızıllar bu kez finalde Real Madrid’i devirerek bir kez daha Avrupa’nın en büyüğü olurken, Souness çeyrek finaldeki zorlu CSKA Sofya maçında yaptığı hat-trick ile Avrupa’nın en golcü orta saha oyuncusu olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi Paisley onu kaptanlığa getirmiş, böylece aşırı hırsını kaptanlık sorumluluğu ile dengelemesini sağlamıştı.
1982’de kendisini beğenmeyen Tottenham’a karşı kazanılan Lig Kupası zaferi Souness’in hırsından ağlaya ağlaya oynadığı en unutulmaz maçtı. Bir pozisyonda takım arkadaşı Whelan sakatlanıp koşamadığı için Souness yanınan kadar gelecek ve takım arkadaşını hırslandırmak için kendisine tekme atacaktı. Ne de olsa bu 357 kez oynayıp 56 gol attığı Liverpool formasını giydiği son maçtı.
1984’te kendi sözleriyle “İskoç futbolunun Avrupa’daki gurur kaynağı olmak” için İtalya’nın Sampdoria takımına transfer olacak, Mancini, Vialli gibi genç yıldızların yanında büyük başarılara imza atmaya devam edecekti.
Souness’li Sampdoria, tarihinde ilk kez hem de finalde Milan’ı devirerek Lig Kupası’nı kazanırken Souness, yurt dışında ülkesini temsil etmenin mutluluğunu doya doya yaşıyordu. Ama yine de kalbi hep İskoçya’daydı.
Nihayet anavatanına geri döndü. Üstelik de bu kez sadece futbolcu olarak değil, ilk menejerlik deneyimini yaşayacağı Glasgow Rangers’e menejer-futbolcu olarak. Souness geldiğinde Rangers tam sekiz sezondur şampiyonluk yüzü görmüyordu. İlk oynadığı maçta kırmızı kartla oyundan atılıp beş maç ceza alırken, adeta anavatanına “Ben geldim” demişti. Ama sekiz sezon sonra Rangers’i ligde şampiyonluğa taşıyıp hem de kupa finalinde ezeli rakipleri Celtic’i devirirken bas bas bağırıyordu: “Ben geldim, ayağa kalkın ve alkışlayın.”
1989’da geleneksel olarak fanatik Protestanların takımı olan Rangers’e bir Katolik’i transfer ettiğinde herkes ayağa kalktı, yer yerinden oynadı. Souness Devrimi sayesinde mezhep ayrımcılığının korkunç boyutları azaldı. Souness, kimsenin cesaret edemediğini yapmış, Glasgow’u tam ortasından ayıran mezheplerin üzerine insanlığın bayrağını dikmişti.
Rangers’te beş sezonda tam sekiz kupa kazanırken, bir yandan da yardımcısı Walter Smith’i yetiştirdi. İskoçya Milli Takımı ile büyük başarılara imza atacak olan Smith, Souness’ten sonra Rangers’in başına geçecek ve onun bıraktığı yerden şampiyonluk rekorları kırmaya devam edecekti. Çünkü sezonun bitmesine beş maç kala emir büyük yerden gelecek ve Souness yine Ada’nın diğer yakasına Liverpool’a dönecekti.
Keşke dönmeseydi!
O Glasgow’daki son gününde, Fenerbahçeli yöneticinin iddia ettiği gibi kronik kalp hastası olarak Tanrı’nın rahmetine kavuşsaydı, bugün belki de Liverpool’un ve İskoçya’nın her yerince koca koca Souness heykelleri olacaktı. Futbolculuğu döneminde Liverpool’da tam on beş şampiyonluk kazanan Souness, teknik adam olarak sadece 1992’de, o da İkinci Lig ekibi Sunderland’ı Lig Kupası Finali’nde yenerek tek bir kupa kazanabildi.
Liverpool menejeri olarak yaşadığı ve yaşattığı dört kahır yılında kulübün istikrarlı yapısını kökünden bozarak, o zaman başlayıp bugüne kadar sürecek olan on yedi yıllık bir şampiyonluk özleminin başlamasına sebep oldu. Kendisine ve adına aşırı derecede güveniyordu, halbuki madalyonun diğer yüzü bambaşkaydı. Efsanevi santrfor Ian Rush, Souness’in menejerliğindeki Liverpool’u şöyle özetliyor: “Soyunma odasında herkesin birbirinin kafasına fırlattığı, havada uçuşan çay bardakları, Liverpool’da yağan yağmur kadar sıradan bir durum haline gelmişti.”
Yıldızlarla gereksiz ego savaşlarına girdikçe altyapıya yöneldi. O dört yıl boyunca günde iki kez de olsa doğru zamanı gösteren saatler gibi sadece Fowler ve McManaman’ı keşfedip A takıma alması hayırlı işlerdi.
İşler alışmadığı gibi kötüye gittikçe, yıllar önce kendisini mahveden aşırı hırsı ve bozulan sinirleri kendisine genç yaşta kalp hastalığı olarak geri döndü. Anı anına uymayan, içinden geldiği gibi davranmayı yaşam tarzı haline getiren İskoç, damarları tıkandıkça başta The Sun olmak üzere tabloid basına da fena halde malzeme oldu. Hillsbrough felaketi yaşandığında manken kız arkadaşı ile “ön sevişirken” resimleri The Sun’un kapağını süsledi. Bu da Liverpool taraftarı ile arasının fena halde açılmasına sebep oldu. Son olarak 1994’te FA Cup’ta Liverpool, tarihinin en utanç verici maçlarından birini oynayarak Bristol Rovers’e elenince istifa etti.
Belki de Liverpool’dan sonra çalıştığı Galatasaray’da cehennemin ortasına diktiği bayrak, o biriken dört yıllık sinirin patlama noktası oldu. Ulubatlı Souness olduktan sonra gittiği Southampton’da, Galatasaray’da olduğu gibi eski çalıştırdığı takımlardan transfer yapma kötü alışkanlığını sürdürdü. Bunu bir de futbolcu arkadaşlarına uyarak izlemeden oyuncu alma alışkanlığı ile perçinledi. Weah’ın önerisi ile Southampton’a aldığı Senegalli Ali Dia, yirminci yüzyılda Ada’da forma giyen en kötü oyuncu seçildi. Bu skandaldan kaçarken soluğu yine İtalya’da Torino’da aldı ama üst üste alınan kötü sonuçlardan sonra dört aylık işinden oldu.
1997’de Ada’dan iyice uzaklaşmak istercesine Portekiz’in Benfica takımının başına geçti. Ama orada da kötü transfer alışkanlığını geliştirerek devam etti. Ada’dan tanıdığı son derece vasat oyuncular Pembridge, Harkness, Charles ve Minto, Souness sayesinde ufak çaplı da olsa Avrupa kariyeri yaptılar. Kovulduğunda ister istemez Ada’ya döndü. Bu kez İkinci Lig’den başlayacaktı. İlk sezonunda Damien Duff’un muhteşem performansı sayesinde Blackburn’u Premiership’e çıkardı. Arada Tugay, Hakan Ünsal ve Hakan Şükür’ü Blackburn’a transfer ederek bir kez daha sarı-kırmızı bayrağı bu kez Ada’nın ortasına dikti. Hatta 2002’de Lig Kupası’nı kazandı ve Blackburn’un altıncı olmasını sağladı. Ama Duff’un Chelsea’ya satıldığı sezonun sonunda, Blackburn zar zor kümede kalmayı başardı. İşler daha da kötüye gitmeden ve bu kez kovulmadan Newcastle’ye geçti.
Aslında Newcastle’de her şey çok güzel başlamıştı ama önce yeteneği ile psikopatlığı düz orantılı olan Bellamy ile gereksiz tartışmalara girdi. Bellamy, kameralar önünde “Souness, adi bir yalancıdır” dediğinde, Shearer’den sonra takımın en büyük yıldızını Celtic’e kiraya vermekten başka çaresi yoktu. Koskoca Newcastle, bir Bellamy yüzünden yıkılıp gidecek değildi ama Souness’in gereksiz yere alevlendirdiği Bellamy yangını, Souness için sonun başlangıcı oldu. Newcastle efsanesi Shearer ile tersleşmesi de eklenince taraftarlar kulübü bastı ve Souness’in kellesini istedi.
O gün bugündür Souness takım çalıştırmıyor. Bir gün bir röportajında “Sizin için Atatürk ne ise, bizim için de William Wallace odur” demişti. Bizim için William Wallace neyse, Souness da odur.


------------------

NOT: Okuduğunuz yazı F Dergisi'nin 5 Ekim 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır ve Ali Asaf Sarıca imzalıdır.

2 yorum:

MOBIUS dedi ki...

Birşey diyeceğim ve kendimden utanıyorum.
Yazıyı baştan sona doğru okumaya başladım ve "oooo bakın siz hele üşenmemiş uzun uzun yazmış" diye içimden söylendim. Ama senin anlatım tarzın değildi. Olsun. Okumaya devam ettim. "Yahu ne kadar da uzun hala devam" derken bitirdim!
Ve alıntıymış...
Eh okuduklarım kar kaldı mı bana, kaldı.

Anıl dedi ki...

Ben öyle düşünmezdim açıkçası. Senin yanına kâr kaldı mı kalmadı mı bilemiyorum ama ben mutlu oldum bu yazdıklarından. Anlatım tarzımı biliyorsun, yazının sonu gelmeden "Bu Anıl'ın yazısı değil" diyebiliyorsun. Bu da bana yetiyor açıkçası :)