5 Mayıs 2008 Pazartesi

Sivasspor: 3 - Galatasaray: 5

Yazının muhtemel başlıkları arasında çok gidip geldim. En büyük başlık adayım "Şampiyonuz - Versiyon 2"ydi. Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımızın elde ettiği muhteşem şampiyonluğun hemen ardından süper gidecek bir başlıktı. Öte yandan sezon başında beri bütün maç yazılarımın başlıklarını maçların skorları süsledi. Geç de olsa itiraf etmeliyim ki bu benim uğurumdu. "Zafere 1 Kaldı" t-shirtleri de çıkmış. Geçiniz... Bir mir kalmadı. Basbayağı şampiyonuz artık. Dolayısıyla uğurum tuttu. İyi ki adak falan adamamışım. Yoksa kalkamazdım öğrenci halimle altından. Eee, hazır uğurum tutmuşken başlık inadımı da uzatmamın bir anlamı yoktu belki de. Olsun. Önümüzdeki hafta bile maç skorunu ekleyeceğim ben.
Gelelim Galatasaray'a... Armasına, formasına... Başkanına, Cevat Güler'ine... Arda'sına, Hakan'ına, Hasan'ına, Emre'sine, Barış'ına, Ayhan'ına, Servet'ine ve sarı-kırmızı uğruna kanlarının son damlasına kadar savaşan nicelerine... Adama "İyi ki Galatasaray'lıyım" dedirtecek gerçeklere. Bir takıma gönül verirken mantığınızdan ve tüm gerçekliğinizden vazgeçersiniz. Objektiflik yoktur. Objektif olacaksanız takım tutmanın bir manası yoktur zaten. Sübjektifliği sağına kadar yaşamayı seçersiniz. Dönüşü olmayan bir yoldur artık üstünde yürüdüğünüz. 14 sene şampiyonluk yaşayamama gibi bir risk de vardır. Ancak bir takıma gönül vermeye karar verdiğinizde tüm bunları da ölçüp tartarsınız. İyi gününde zıplarken, kötü gününde sırt çeviremezsiniz. Çevirmemelisiniz. Hatta gelecek olan mutlu günlerin huzur eden düşüncesi içinde daha da sıkı sarılırsınız takımınıza. Çünkü en güzeli takımınızı üzgünken sevmektir. En güzeli Galatasaray'ı üzgünken sevmektir. Çekilen çilelerin, bütün olumsuzlukların gün gelip de bir devran misali size pozitif olarak döneceğini bilirsiniz. Bildik biz. Almak üzereyiz hak ettiğimizi. Aldık da sayılır aslında. Alınlarından öpülesi sporculara ve Galatasaray ruhuna sahip sporcularımız bu ödülü tüm camiaya hak gördü. Parası olan, teknik direktörü olan, stadyumu olan Paris'e kadar gidip Eyfel'i göremeden dönerken biz Eyfel'e çıkmakla kalmadık zirvesine de kurulduk.
Biraz da maç hakkında dil dökelim. Geçtiğimiz hafta Fenerbahçe'yi eze eze mağlup ettikten sonra şampiyonluk kendi inisiyatifimizdeydi artık. Tek yapmamız gerek kalan iki maçtan minimum 4 puan çıkarmaktı. Ancak Turkcell Süper Lig'in 33.haftasında konuk olacağımız ekip de sezonun beklenmedik bir çıkış yakalayan ekibi Sivasspor'du. Sivasspor bu maça kadar kendi evinde oynadığı maçların Beşiktaş ve Fenerbahçe yenilgileri hariç hepsini kazanmıştı. Deplasmanlarda da gayet iyi bir grafik çizen "Yiğidolar" bu maça 73 puanlı Galatasaray'ımızın ardından 70 puan ile üçüncü sırada girmişti. Son iki haftaya girerken futbolda bir "Anadolu devrimi" gerçekleştirmek isteyen Sivasspor şehir olarak bu maça kilitlenmişti. Öyle ki vakt-i zamanında Manchester United'a yaptığımızı Sivas halkı bizim takıma yapmaya kalktı. Maçtan bir gece önce takımın kaldığı otelin önünde davullar zurnalar çalındı, tezahüratlar yapıldı. Maksat takımı uyutmamaktı. Sivas halkı bu yaptıklarını Beşiktaş ya da Fenerbahçe maçından önce yapsalar hem haksızlık olmazdı hem de amaçlarına ulaşırlardı. Ancak karşılarındaki takım Galatasaray'dı.
Maç günü ise stres katsayısı bir önceki hafta olandan daha fazlaydı. Kaybedilmemesi gereken bir maçtı. Belki geçtiğimiz hafta Fenerbahçe'yi yenemesek bu maçta kaybettiğimizde üzüleceğimiz kadar üzülmezdik. Ancak artık kaybetmeye tahammülümüzün olmadığı bir maçtaydık. Kazanacaktık. Kazanamıyorsak kaybetmeyecektik. Ama kazanacaktık. Teknik sorumlumuz Cevat Güler sahaya Aykut, Emre, Song, Servet, Hakan Balta, Sabri, Arda, Ayhan, Barış, Mehmet Topal ve Nonda'dan oluşan bir kadro sürdü. Lincoln ve Hakan Şükür gibi isimler yedek kulübesinde, cezalı ve sakat olmaları ve dolayısıyla 18 kişilik kadroya dahi girmeleri imkansız olan isimler ise tribünde taraftarla birlikteydi. Maç başladı en nihayetinde... Beklediğimiz gibi başlamamıştı Galatasaray. Sivasspor da öyle. Ancak top bazen bizi pek sevmez. Dakikalar 13'ün gösterdiğinde hücuma çıkma çabası içinde olan takımımız Barış ile orta sahada topu kaybedince bir anda Sivasspor karşı atağı oluştu. Savunmada son adam olarak kademeye giren Emre bu kritik topu riske girmeden kornere bıraktı. Korneri kullanan Sivassporlu Mohamed'in ortasında Rigobert Song istese de yapamayacağı bir vuruş yaparak topu kendi ağlarımıza gönderdi. Papazın Çayırı karnaval yerine dönerken biz endişelenmedik hiç! Bu dakikadan sonra topla daha fazla oynamaya başladık. Ancak Sivassporlu futbolcuların iyi presi sonucu topu ceza alanına taşımakta zorlanıyorduk. Bireysel yetenekler kendini belli etmeliydi. Yıldıza para vermeyen, kendi yıldızını kendi içinden çıkaran Galatasaray'ın dünya futboluna verdiği son yıldız parlaması gereken anı sinsice takip etti. Arka direkte bitiverdi. Barış-Ayhan kombinasyonunun başarılı çalışması neticesinde Arda'ya sadece dokunmak kaldı. Skor 1-1 oldu, dakika 40'dı. Sonra dakika 42 oluverdi. Henüz oturmuştuk yerimize. Belki de oturmamıştık, hatırlamıyorum. Sağ kanattan kullandığımız serbest vuruşu son birkaç maçtır "iyi oynayan" Sabri kullandı. Kendisinden beklenmeyecek güzellikte bir orta gönderdi arka direğe. "Ayıboğan Servet" vardı bu kez kendini unutturan. İndirdi arka direkte. Arda tamamladı kafayla: 1-2. Kadıköy'de de olanlar oluyordu ama bizi ilgilendirmiyordu pek. Bu sezonun en heyecanlı maçında ilk yarı Galatasaray'ın attığı 3 gol ile sona eriyordu.
Karşılaşmanın ikinci yarısı başladığında diğer taraftaki skor da 1-1'di ve bilindik senaryoların filme çekildiği haberi geliyordu kulağımıza. İşler yine elle kolla yürüyordu orada. Neyse... Bu tip maçlarda altın kuraldır. Deplasmanda oynuyorsan ve ilk 45 dakikayı önde götürüyorsan ikinci yarı başladığında rakibinin ilk 10-15 dakikalık baskısını ne yapıp edip kırmalısın. Oyunu soğutmaksa soğutmak, sert oynamaksa sert oynamak. Ne de olsa başarıya giden yolda her yöntem mübah. Bunu yapamadık biz. Dakika 49 olduğunda nasıl geliştiğini şu an bile anlayamadığımız bir pozisyon sonrasında topu kendi kale çizgimizin içinde gördük. Belki de görmedik ama hakem öyle görmüş olacak golü yedik. Kalecimiz Aykut'un en büyük eksiği olan zamanla hatası yine kendini gösterdi. Buna Hakan Balta'nın intiharı da eklenince sinirler gerildi bir anlık. Ancak endişe duymadık biz hiç. Haklı da çıktık. Yeniden öne geçmek için 3 dakikacık daha bekleyecektik. 52'nci dakikada kaptan Ayhan çıktı sahneye. Bu sene ne Lincoln'ün ne de başka birinin sakatlığından çekti bu takım Ayhan'ın sakatlığından çektiği kadar. Bu sezonun altın ismi Ayhan. Öyle bir gol attı ki tarifi yok futbol sahalarında. Zaten tarif etmeye çalışıp da golü rezil etmemek en iyisi. Tek bir şey söylemek gerekirse 1993 yılını hatırlatalım. Old Trafford'da Arif'in harikulade golünün akabinde Ümit Aktan inliyordu: "Schmeichel değil, dünyanın bütün Michael'leri gelse dahi o topu oradan çıkaramaz". Sivasspor kalecisi Michael Petkovic değil, dünyanın bütün Michael'leri gelse çıkaramazdı işte Ayhan'ın golünü. İşte öyle bir şey! Sonra dakikalar ilerledi, ilerledi, ilerledi... Geçmek bilmedi. 15 dakika sonra, 67'nci dakikada, Sezer'in ağlarımıza doğru gönderdiği topun süzülüşünü izledik çaresizce. Yine de endişelenmedik. Ligin en az gol yiyen takımı olmamıza rağmen 3 gol birden yemiştik, ama biz Galatasaray'dık. 75'de Nonda'nın yerine Kral girdi oyuna Kutlu Doğum Haftası'nın gazıyla. 1 dakika sonra da Arda çıktı yine sahneye. Sahanın belki de en kötüsü olan Barış nasıl becerdiyse daha önceki gol pozisyonlarında yaptığını yine yaptı, attı pasını, sonucu gol oldu. Barış'ın bu vasfına ağzım kaçık kalırken, zıpladım aynı zamanda en yakın arkadaşımın boynuna kırmaya niyetlenerek. Yeniden öndeydik işte. Telaşa gerek yoktu. Direnci iyiden iyiye kırılan Sivas'a öldürücü vuruşu yapmalıydık. Mortal Kombat'ta vardır "Finish him/her"... Öyle yapmalıydık işte. Sahanın yıldızlarından Ayhan'ın süper pasında sağ çaprazda topla buluşan Kral kendisini çekemeyenlerin suratına şampiyonluk tükürüğünü atıyor ve skoru 3-5'e getiriyordu. Fotomaç tarzı manşet atacak olsam "CimBom 3 Aşağı 5 Yukarı..." derdim.
Peki ben ne yaptım gün boyunca. Öğlen saatlerinde kalktım. Saat 14:00'da kahvaltı yaptım. Sonra Antalyaspor'un Süper Lig için kritik maçını takip ettim. Yendiler çok şükür. Sonra Tekerlekli Sandalye takımımızdan müjdeli haber geldi. Bayram kıldım o günü kendime. Akşam futbolcular da galibiyetle dönerse mutluluğuma mutluluk denmeyecekti. Lâkin yukarıdaki paragraflar arasında "endişe etmedik" dediğime bakmayın. Stresin, heyecanın kralını yaşadım. Her ne kadar geçen hafta Ali Sami Yen'de maçın heyecanına dayanamayarak son 3 dakikayı stadın tuvaletinde geçirsem ve milletin "Ah, uh, ohh" sesleri arasında kalpten gitme riski içinde olsam da o maçta bile bu denli stres yaşamamıştım. Zira maçın son 20 dakikasına kadar dayanabildim. Yanımdaki arkadaşlarımın "Suratın bembeyaz" uyarılarını dikkate almalıydım. Hem belki de yenilen gollerin sebebi bendim. Uğursuzdum belki de. Gitmeliydim. Taktım kulaklığımı ve bangır bangır çalan müziğin eşliğinde beynimi ve tüm benliğimi Sivas'ta bıraktım. Telefonumu bile sessize aldım. 20 dakikalığına dünyadan soyutlamalıydım kendimi. 20 dakikanın ardında telefonuma baktığımda yığınla cevapsız çağrı ve mesaj gördüm. Rahatlamıştım. İşimize yaramayacak bir sonuç olsa bu kadar rahatsız etmeye çalışmazdı arkadaşlarım. Göz ucuyla baktığım bir mesajda yazan "Kim attı kral attı..." yazısını görünce "Hüleaaaaaaayyn" diyerek katıldım yine aralarına. Sonra gittik zafere tokuşturduk kadehlerimizi.
Bugün de okula gittim. Fenerbahçe yöneticisi sayın Murat Özaydınlı'nın kızı sınıftan iyi bir arkadaşım. Bazen çatsa da bana bugün yaptığımız muhabbetin sonunda dün Saraçoğlu'nda taraftarların bir anlık umutlandığından bahsetti. Üzüldüm onlara. Kolay değil. 2 yıl önce ne çektiğimizi ben bilirim. Ama o kadar yani. Fazlası yok. Sonra ekledi arkadaşım: "Tebrik ederim. Hak ettiniz".
Ettik tabii!

2 yorum:

sinem dedi ki...

Ya gerçekten üzgünken sevmek kadar güzel, soylu bir duygu olamaz. Rakibinden fark yemişsindir, avrupadan elenmişsindir, daha da beteri gelmiştir başına belki. İçinde tarifsiz bir hüzün, anlatılamaz, hele takım tutmayanlara hiç anlatılamaz. Üzülürsün, üzülürsün. Sonra içinden "lan neden tutuyorum bu takımı be" dersin. Sonra hatırlarsın bu takımı canın kadar sevdiğini, artık onun bir "takım"dan, "futbolcu"dan, "renk"ten öte birşey olduğunu. O kadar seversin ki O'nu, O'nun için üzülmek bile güzeldir. Hem sefa sürmek herkesin işidir, cefa çekmekse sadece gerçek taraftarın. İçindeki Cimbom aşkı kabarıverir birden, başın dikleşir, gurur duyarsın takımınla; o gün kötüyse bile gider Arsenal maçının penaltılarını izler ağlarsın...

Ne yazdım ya :) Saygılar, güzel yazıydı gerçekten. Bana bu kadar ilham verdiğine göre :)

Anıl dedi ki...

Blogun ilk zamanlarından kalma bir başlık var; "En güzeli Galatasaray'ı üzgünken sevmektir" adında. Önce arayın o yazıyı, sonra da bulun. En nihayetinde okumaya başlayın. Okuduktan sonra yazıcıdan çıktı alıp yatağınızın baş köşesine asın. Her mağlubiyetin ardından da okuyun.