13 Mayıs 2008 Salı

Bu İş Buraya Kadar!

Öyle bir kulüp düşünün ki arkasında renklerine gönül verenler, yanında her zorlukta sarılmaktan çekinmediği ruhu dışında kimse olmayan... Öyle bir kulüp düşünün ki yaşayabileceği bütün şanssızlıkları bir sezon içinde yaşasın ancak yine de dimdik ayakta kalmayı başarabilsin... Öyle bir kulüp düşünün ki yeniden yapılanma süreci içinde olsun ve dolayısıyla kimse tarafından zirveye kurulması için ihtimal verilmesin... Geçmişini arayan, geleceği belirsizlikle dolu, içinde nefes almaya çalıştığı tüm yokluğun içinden kendine varlık yaratmayı başaran bir kulüp düşünün... Türkiye Cumhuriyeti içinde devşirme sporcularla değil öz ve öz evlatları ile bir şeyler başarmanın peşinde olan bir kulüp düşünün... Yönetimi, futbolcusu ve taraftarı ile bütünleştiği zaman dünyayı dize getirebilecek bir sinerji oluşturmayı başaran kulübü düşünün... Turuncudan iz taşıyan tok bir sarı ile vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızının yanyana getirildiği formayı düşünün. Metin Oktay'ı düşünün. Onun o en bilindik resminde sağ elinin gittiği yeri düşünün. Elin altında, göğsün tam üstüne konuşlanmış olan armayı düşünün. O arma ile gözleriniz temas ettiğinde istemdışı diken diken olan tüylerinizi de düşünün. Uyanır uyanmaz düşüncelerinizi tüm kuvveti ile işgal eden takımı düşünün. Tüm bu anlattıklarımı içinde barındıran tek kelimelik bir ismi düşünün. Galatasaray'ı düşünün.
Her zaman işlerin yolunda gitmesini ister insan. Ancak bir türlü istediği gibi olmaz hiçbir şey. Zamanla en ufak şeyle kendini mutlu etmesini öğrenir. Beklentileri küçülür bir bakıma. Bir zamanlar sahip olduğu şaşaalı günler bir tünelin sonunda görülen ancak bir türlü erişilemeyen ışık noktası kadar uzaktır artık. Elindeki ile yetinmesini, giriştiği işlerin boyunu aşmaması gerektiğinin bilincindedir artık. Yeniden yükselebilmek için bandı en başa sarmalı ve hayatına yeni bir başlangıç noktası çizmelidir. Merdivenler yeniden, yavaş yavaş, bilinçli ve sağlam adımlarla çıkılır artık. 2000 yılının bir mayıs akşamında Türk futboluna zirve yaptıran ve çıtayı ulaşılması güç bir noktaya çeken Galatasaray'ın da durumu bundan farklı değil. Galatasaray'ın yakaladığı rastgele bir başarı değildi. O çıtanın ulaşabilmeleri için çok yüksekte kalacağından emin olanlar penaltı atışları sırasında sinirlendiler Suker'e ve Vieira'ya. Popescu'nun penaltısında ise televizyonlarını uzun bir müddet açmamacasına kapattılar. Fakat sonra Galatasaray'ın başarı grafiği düştü. 14 yıl şampiyonluk görememiş bir kulübün 5-6 yıl boyunca ülke futbolunu domine etmesi kimilerince engellenmesi gereken bir durumdu. Neticede ülke futbolu giderek Galatasaray tekelli bir noktaya doğru sürükleniyordu ve futbolumuzun kalitesine deyim yerindeyse bir hançer indiriyordu. 2002 yılından itibaren takip eden 4 sene boyunca Galatasaray taraftarı yeniden yapılanma süreci içinde bulunan kulübünün haline ısrarla ses çıkarmadı. Yaşanılan başarılar sonsuz bir kredi vermişti çünkü. Kaldı ki çekilen çıtaya ulaşmak için tüm şartlarını seferber eden rakipleri ise sadece kazandıkları lig şampiyonlukları ile yetiniyordu, fazlası yoktu. Ancak rakip takımlardan ve onların taraftarlarından bizi ayıran çok etken var. Bunlardan birincisi ve belki de en önemlisi Galatasaray taraftarının sabrı ve vefasıdır. Hatırlanacağı üzere Galatasaray 14 sene boyunca şampiyonluk görememiştir. Bu süre zarfında taraftarı herhangi bir taşkınlık yaratmadığı gibi ısrarla, sabırla gelecek olan mutlu günlere olan inancıyla desteğini sürdürmüştür takımına. Neticede hayallerin ötesinde başarılara muvaffak olmuştur. 2002 ile 2006 yıllarında kazanılan şampiyonlukların arasına ise sadece 4 sene girmiştir. Yeniden yapılanma sürecinin sonuna yaklaşılırken seri şampiyonluklara doğru yelkenler fora seyretmekteydi Galatasaray. Bir önceki sezonun şampiyonu olarak mücadele ettiği 2007 sezonunda ise pek çok saha içi ve saha dışı etkenin kurbanı oldu Galatasaray. Bunlar içinde sadece içinde bulunulan sezonu değil bir sonraki sezonu da ilgilendirecek önemli kararlar vardı.
2007/2008 sezonuna girilirken bir futbol takımının karşılaşabileceği tüm güçlükler ile karşılaşmıştı Galatasaray. Bir önceki sezon kadronun iskeletini oluşturan futbolcular ve teknik direktör gönderilmiş, yerlerine pek çok yeni isim getirilmişti. Getirilen futbolculardan öte takımın başına getirilen 74 yaşındaki Karl Heinz Feldkamp eleştirilerin odak noktası hâline gelmişti. Yepyeni bir kadro ile koca bir sezon boyunca mücadele edecek olan takımın en önündeki en önemli handikap ise kendi evinde oynayacağı ilk 5 maçın seyircisiz oynanacak olmasıydı. Bir önceki sezondan kalan bu ceza takımın taraftarına ancak ligin 12'nci haftasında kavuşabilmesine neden olacaktı. Her ne kadar takıma Lincoln ve Linderoth gibi kaliteli isimler kazandırılmış olsa da eksilen mevkilere getirilen oyuncular da birer kapalı kutuydu. Yine de sezonun başlaması gerekiyordu bir şeylerin konuşulması için. Herkesin kafasında birer soru işareti olan yeni takım lige ve UEFA Kupası'na bomba gibi başladı. Ligin ilk 6 haftasında toplanan 16 puan ile ligin zirvesine kurulan takım UEFA Kupası ilk turunda karşılaştığı İsviçre temsilcisini 5-1 mağlup ederek gruplara kalmayı başardı. Ligin 7'nci haftasına gelindiğinde Ali Sami Yen'de oynanacak seyircisiz derbide Beşiktaş'ı konuk edecektik. Maç günü şok bir kararla takımın en formda iki ismi Hakan Şükür ile Lincoln'ü kadro dışı bıraktığını açıkladı teknik direktör Feldkamp. İki futbolcunun bu karara isyanı bastırıldı ve takım Beşiktaş'ı 2-1 ile geçince olayın üstünün örtülmesi kolaylaştı. İlerleyen haftalarda takımdaki futbolcuların büyük kısmı sakatlıkları yüzünden sahalardan uzak kaldı. Şampiyonluk yolunda eksik bir kadro ile mücadele etmek zorunda kalan Galatasaray elinden gelenin en iyisini yapmaya devam etti ve ligin ilk yarısını Fenerbahçe ve Sivasspor'un ardından üçüncü sırada tamamladı. En önemli rakibimiz dünya yıldızları ile mücadele verirken Galatasaray az sayıdaki ikinci sınıf yabancı futbolcusu ve çoğunlukla öz be öz Türk futbolcuları ile aynı hedefe ulaşmak için ter döküyordu.
Ligin ikinci yarısı başladığında da hiçbir şey tozpembe değildi Galatasaray için. Zorluklar inadına devam ediyordu. Haluk Ulusoy federasyonunun yerine Hasan Doğan'ın başkanlığını yaptığı yeni Futbol Federasyonu göreve gelmişti. Fenerbahçe'nin arkasında yer alan medya ve hakemlere yeni federasyon da eklenmişti. Yeni federasyon ilk icraatını kritik bir UEFA Kupası karşılaşmasından önceki lig maçını UEFA Kupası maçından sadece 2 gün önceye koyarak gerçekleştiriyordu. Galatasaray ligdeki rakibini 1-0 ile geçip ligdeki oyuna gelmiyordu ama kondüsyon olarak çöken takım Almanya'da 5-1 mağlup olup Avrupa'ya veda ediyordu. Akabinde Galatasaray deplasmanda oynadığı Ankaraspor maçında taraftarının kötü tezahüratı yüzünden Ali Sami Yen'de bir maça daha seyircisinden yoksun çıkmakla cezalandırıldı. Soğuk havaların etkisiyle sık sık rahatsızlanan ve takımın başında maçlara çıkamamaya başlayan Feldkamp da takım için ayrı bir S.O.S. simgesiydi. Mart ayının henüz başında yapılan Seçimli Genel Kurul'dan zaferle ayrılarak Galatasaray'ın yenş başkanı seçilen Adnan Polat ve ekibi takımı devraldığında içinde bulunulan durum da buydu. Ligin son 6 haftasına girildiğinde keskin bir virajın içinden şarampole yuvarlanmadan çıkmanın hesabı yapılırken teknik direktör Feldkamp'ın yarı yolda gelen istifası ile ortaya çıkan depremin etkileri kulübün tüm hücrelerinde hissedildi. Ligin son 6 haftasına girilirken takım lider Fenerbahçe'nin 2 puan gerisinde ikinci sıradaydı. Tüm maçların kazanılması halinde diğer takımların ne yaptığının bir önemi olmayacaktı ve takım şampiyonluk bayrağını göndere çekecekti. Bu yüzden yeni bir teknik direktör aramakla harcanacak zaman yoktu. Yıllardır takımın kondüsyonerliğini yapmakta olan Cevat Güler takımın başına getirildi. Böyle durumlarda zorlukları görmezden gelmenin tek yolu fedakarlık yapmaktır. Yeni yönetim kalan 6 haftada geçen yönetimin 6 yılda yapamadıklarını gerçekleştirdi. Futbolcular izinli oldukları günlerde dahi kendi istekleri doğrultusunda idmana çıktılar. Cevat hoca ve ekibi mütevazi kadrodan şampiyon bir takım çıkarabilmek için gece gündüz demeden çalıştı. Alınması gereken 6 maç vardı. Sonrası şampiyonluk. Yapmaya çalıştıklarını paranın yardımıyla yapabileceklerini sananlar dahi hayranlık ve şaşkınlıkla takip ediyordu Galatasaray'ı. Kalan maçların hepsinin kazanılacağına dair edilen yemin ve taraftarla bütünleşme müthiş bir sinerjinin yaratılmasını sağladı. İlk 3 maç alınmıştı. 32.haftada ağırlanacak olan Fenerbahçe karşılaşması ligin şampiyonunu büyük ölçüde tayin edecekti. Rakibimize beraberliğin dahi yeteceği maçta kazanmaktan başka çaresi olmayan taraf bizdik. Maç öncesi yönetimin ekstra prim teklifi futbolcular tarafından "Prim yerine kupa istiyoruz" cevabıyla reddedildi. O akşam Galatasaray Fenerbahçe'yi mağlup etti ve 17.şampiyonluk için gün saymaya başladı. Yapılan fedakarlıklar Galatasaray ruhunun tavan yapması demekti.
Kalan 2 haftada pek bir şey değişmeyecekti artık. Zirveyi ele geçiren bu denli inanmış bir Galatasaray'ın şampiyonluğu vermesi beklenemezdi. İlk önce sezonun sürpriz ekibi Sivasspor deplasmanda 5 gol ile geçildi, sonra da Ali Sami Yen'de Gençlerbirliği Oftaş mağlup edilerek mutlu sona ulaşıldı. Bu maç oynanıldığı sırada Trabzonspor deplasmanında Galatasaray'ın yenilmesi umuduyla mücadele eden Fenerbahçe'nin aklı kendi maçlarında değil de Ali Sami Yen'de kalınca 2-0 mağlup oldular. Sonuçta biz Fenerbahçe değildik ligin son haftasında şampiyonluk bırakacak. Karşımızdaki rakip Oftaş değil Denizlispor bile olsa bu gerçek değişmezdi. Haklı ve gururlu şampiyonluğumuzu kutlarken Fenerbahçeliler ise Şampiyonlar Ligi'nde gördükleri çeyrek final ile gururlandıklarını dile getirip ligin pek önemi olmadığını söylüyorlardı. Şampiyonluk için kıçını yırtıp da kaybettikten sonra ulaşamadıkları ciğere laf söyleyenlere Galatasaray'ın 2000 yılında hem ligi, hem Türkiye Kupası'nı, hem UEFA Kupası'nı hem de Süper Kupa'yı birarada kaldırdığını hatırlayım. Ha, "Gücümüz bu kadar bizim" diyorsanız anlarım.

Hiç yorum yok: