27 Mayıs 2008 Salı

Yaprak Dökümü #2

Dün gibi hatırlarım... İlkokul yıllarında evin içinde koştururdum deli danalar gibi. Lig maçlarını izleyebilmemize olanak tanıyan teknolojiden uzak olduğumuz için imdadımıza radyo yetişiyordu. Salonda haber bültenlerini takip eden anne ve babadan uzakta, evin ücra bir köşesinde radyonun başında sahada olan biteni kafamda canlandırmaya çalışıyordum. Top bir o kaleye, bir diğerine gidiyordu. Atak yaptığımız tarafın sağ taraf mı yoksa sol taraf mı olduğunu bile bilmiyordum ama küçük yüreğimi gönderiyordum Ali Sami Yen'e ya da deplasmanlara. Yenilen gollerin ve alınan mağlubiyetlerin ardından boynum bükük girdiğimde salona annem ve babam olan biteni anlamış bir şekilde seslerini çıkartmazlardı. Yalnız babam konuşurdu biraz. "Dünyanın sonu değil. Biten her maçın bir de yenisi vardır. Tuttuğun takım Galatasaray'sa ne diye düşünüyorsun ki sonrasını?" Hep haklı çıkardı babam. Söyledikleri buram buram felsefe kokmazdı belki ama küçük bana daima umut aşılardı. Dediğim gibi haklı da çıktı her zaman. Bir sonraki hafta kardeşimle geçtiğimizde yine radyo başına bunun kanıtı basbayağı ortadaydı. Yıllar sonra yeşil sahalarda fırtına gibi esecek rüya takımın tohumlarının hafiften filizlenmeye başladığı günlerdi o vakitler. Bir sonraki hafta Hakan Şükür attığında golü salona kadar kardeşimle itişe kakışa yarıştığımız günler de çok uzak görünse de değil aslında. Babaya ilk ben söylemeliydim Galatasaray'ın golü bulduğunu, golü de Hakan Şükür'ün attığını. 10 metre düz koşumuzun galibi ne kardeşim ne de ben olurdum. Hakan Şükür olurdu, dolayısıyla Galatasaray tabii. Her hafta atardı Hakan. Durmazdı. Durdurulamazdı. Aradan yıllar geçerken o atmaya devam etti. Meyve veren ağaç oldu kimi zaman. Yılmadı... Leeds'de attı, Bologna'da attı, Belçika'da attı, Bursa'da Oliver Kahn'ı kaleye sokup, yine aynı Bursa'da zamanın ve muhtemelen günümüzün de en uzun boylu kalecisi Edwin Van der Saar'ı kafası ile yıktı. Kopenhag'da da boş durmadı. Avrupa Kupaları'nda en fazla gol atan Türk futbolcusu oldu. Çıtayı öyle bir noktaya koydu ki peşinden geleceklerin sırt sırta binmesi gerekecekti. Bir o kadar golü milli takım forması altında da attı. Uzun lafın kısası bir golcünün yapması gerekenleri fazlasıyla yaptı. Ancak her daim eleştirildi. Bir başka ülkede olsa ülkenin en yüksek noktasına heykeli dikilecekken, kendi ülkesinde vurun abalıya edebiyatına maruz kaldı. Gözlerini kapadı, kulaklarını tıkadı, vazifesini yaptı. Futbolu bırakması için zorlandığı anlarda bile attığı 11 gol ile takımının şampiyonluğundaki en büyük pay sahiplerinden biri oldu. Başardı. Yaptı. Attı. Kaçırdı. Yine kaçırdı. Ama attıkları ile telafi etti. Kupalar kaldırdı.

İlkokul yıllarım geride kalalı uzun bir süre oluyor. Neredeyse üniversite bitecek. O hâlâ oynuyor, hâlâ atıyor. Allah var, şampiyonluğu aldığımız son Gençlerbirliği Oftaş maçında stadyuma giderken aklımda maç sonunda kaldırılacak kupadan başka bir şey yoktu. Sonra maç başladı. Kral golü attı. Acı gerçek kafama dank etti. Pek düşünemedim şampiyonluğu. Aklımı başka bir düşünce meşgul ediyordu artık. İçimi burkan, herkesin gülüp zıpladığı ortamda kendimi yabancı bir memlekette hissetmeme neden olan bir düşünce... Ya bu Kral'ın son maçıysa...", "Ya az önceki Ali Sami Yen'de attığı son golse...", "Ya maç bitiminde elinde yükselecek metal parçası onun parçalı forma altındaki son zafer kanıtı olursa..." Maçtan koptuğum an o andı. Anons edildi Numaralı'dan; "Galatasaray'ımızın golü... 9 numara... Kraaaaaaal..."

- Hakaaaaaaaaaaan!

Hep dem vurdum. Kulübümü, Galatasaray'ı hep sahip olduğu değerler ile yüce bildim. İslam Çupi'nin Fenerbahçe tanımını Metin Oktay'ın Galatasaraylılık tanımıyla kıyasladım. Vefa kimileri için bir semt iken, bizim için değildi. Sonra teker teker koptu yapraklar. Önce Galatasaray'a 27 yılını veren Büyük Kaptan'a istediği 1 sene çok görüldü. "Ya jübileni yap ya da..." denildi. Boynu bükük gitti kaptan. Şimdi bir diğer kaptan. Yönetim futbolcusuna sahip çıkamadı yine. "Galatasaray Hakan'ın yuvasıdır, o nasıl isterse öyle olacak" diyerek Kral'a sahip çıkılması gerekirken medyanın ve rakip takım taraftarlarının seslerine kulak verdi yönetim. Ve gün itibariyle gitti... Hâlâ bir kolun uzanıp beni çimdiklemesini ve bu kabustan uyandırmasını bekliyorum o kolun gelmeyeceğini bilerek.

Babalarımız bize Metin Oktay'ı anlattı hep. Onun Galatasaray sevgisini, futbolculuğunu, efendiliğini... Bayrağı benim neslim devralıyor artık. Yapılan tüm karalama kampanyalarına karşın Kral'ı savunmak, onu gelecek nesillere anlatmak bize düşüyor. Yıllar sonra çocuğumuz kucağımızda bir maçı izlerken kanattan yapılacak ortaya kafasını sokmaya üşenen santrforu görünce diyeceğiz hemen "Bak oğlum, sana hep bahsederim ya Hakan Şükür diye... İşte o olsaydı sokmuştu şimdi kafayı" diye... Sonra da uzatacağız elimizi rafa alacağız DVD'yi izleteceğiz golleri. Biz göremedik Metin Oktay'ı ama o görecek Hakan Şükür'ü...

Birilerinin bir taraflarına kına yakacağı bir gün bugün. Büyük ihtimalle memlekette sokaklara dökülerek de kutlanacaktır. Ancak biz, yani Galatasaraylılar, hiçbir şartta Kral'dan ayrı düşmeyeceğiz. Elbette kendisi de Galatasaray'dan... Bebek dünyaya geldiğinde onu annesi ile birbirine bağlayan göbek bağı kesilse de anne hiçbir zaman dışlamaz ya yavrusunu ve hatta daha sıkı sarılır ya ona, işte Hakan'ın bundan sonra yaşayacakları da bundan farklı olmayacak.

"Çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili..."

Hiç yorum yok: