23 Ağustos 2007 Perşembe

Dünyayı Kurtaran Adam

Bu yazı haftalık olarak çıkan ve severek takip ettiğim "Hayat Yuvarlaktır" sloganı ile yola çıkmış "F" dergisinin bir sayısından alıntıdır. Hatırlanacağı gibi daha önce de Hagi'den Önce Hagi'den Sonra başlıklı yazıyı da bu dergiden alıntı olarak siteye taşımıştım.

---------------Dünyayı Kurtaran Adam---------------

Tek bir soru hakkım vardı o anda… Koluna dokundum hafifçe, bana baktı yanında beraber futbol oynadıkları küçük oğlundan bile daha muzip gözlerle… “Sor bakalım paşa!” dedi. “Neden diğer kalecilerin aksine penaltılarda tek elinle en köşeye kadar uzanıyorsun, diğer elini hiç kullanmadan?” dedim. Topu uzaklara, havalara dikti; sonra oğluna “Hadi bakalım dripling çalış, bütün ağaçlar rakibin, bak o en büyük olan Bülent tamam mı? Hepsini geç ve sonra bizim yanımıza gel… Maracana’da, Sami Yen’de oynar gibi… Hadi göreyim seni…” dedi ve yanıma oturdu:
“Bak şimdi, kalecilerin aşil tendonu, penaltılardır. Dünyanın en iyi kalecileri Lev Yaşin, Meier, Fillol bile kendilerini dünyanın en zavallı insanı gibi hissederler rakip penaltı için topun başına gelirken… Eskiden, futbolcular penaltıları kalenin ortasına vururlardı. Çünkü kaleciler daha topa vurulmadan bir köşeye doğru Allah ne verdiyse atlarlardı. Şansları yarı yarıyaydı. Şansı tutan kahraman, tutmayan, ters köşeye yatan aptal olurdu. Sonradan penaltı atışlarının önemi artınca kalecilere penaltı çalıştırılmaya başlandı, büyük turnuvalardan önce. Uzun süre çalıştım ve oyuncuların yüzde doksanının penaltıları yerden köşeye attıklarını tespit ettim. Ben aslında çok yetenekli bir kaleci değilim ama çok çalışıyorum. Penaltılarda da yaptığım çalışmalar sonucu öyle atlamaya karar verdim.”
O sırada, çocuk geri geldi… Ne kadar da babasına benziyordu, cin gibi gözleri ve ele avuca sığmaz elleriyle… Sürekli babasının şortunu çekiştiriyordu… Taffarel, “Biz gidiyoruz, çalışmamız lazım” dedi ve hızla gözden kayboldu… Tamamen büyük bir tesadüfün eseri olarak oradaydım… Motosikletim bozulmuştu, iyi ki de bozulmuştu. Çok güzel bir tesadüftü… Onu orada görmek, hatta onunla konuşmak, saha içindeki gibi dünyalar iyisi bir adam olduğunu yakından görmek… Bütün tesadüfler gibi güzeldi…
Ama Taffarel’in başarısı kısacık konuşmamızda da altını çizdiği gibi hiç mi hiç tesadüf değil. Efsanevi kaleci antrenörü Datcu, Taffarel için “Onun kadar çalışan bir kaleci daha görmedim” diyor, Maradona ise Taffarel’in kaleciler bazında tarihsel önemini belirtmek için “1982 ve 1986’daki Brezilya takımı, 1994’te Dünya Şampiyonu olan takıma beş çekerdi beş… Tabii eğer Taffarel 80’lerde Brezilya’nın kalesini korusaydı, her maçta herkese 5 çekerlerdi o ayrı” diye yazıyor otobiyografisinde.
Bence de Maradona yerden göğe kadar haklı. Çünkü biz Türkiye’nin İngiltere’den sekiz yediği yıllarda Dünya Kupaları’nda kendi milli takımımız gibi desteklediğimiz Brezilya, hiçbir şeyden çekmemişti kalecilerden çektiği kadar. 1982’de adını bile hatırlamak istemediğim eldivenli felaket ve daha sonradan Türkiye’ye, Malatya’ya transfer olan Carlos, sadece sahada en kötü futbol oynayan oyuncular olduğu için mahalle maçında kaleye atılmış kabiliyetsiz çocuklar gibiydiler.
1966 yılında Claudio André Mergen Taffarel adıyla doğan Taffarel, diğer Brezilyalı çocuklar gibi o anda forma giyenler arasında en kabiliyetsizi olduğu için kaleci eldivenlerine mahkum olmamıştı. Onunkisi pekâlâ bilinçli bir tercihti. İstese, savunma ya da orta sahada da oynayıp yine milli takıma seçilebilirdi. Ama yıllardır kaleci sıkıntısı yaşayan bu dünyanın en büyük futbolcu fabrikasında iyi bir kaleci demek, bulunmayan Hint kumaşı demekti.

Aslen Alman ve İtalyan melezi olan Taffarel, kaleci olmaya karar verdiğinde diğer futbolcularla çift kale antrenmanı yaparken orta saha ve savunmada oynamaya devam etti. Bunun sebebi, ona göre bir kaleciyi vazgeçilmez yapacak en önemli özelliğin oyunu okuma kapasitesi olduğuna inanmasıydı. “Bir kaleci nasıl olmalı”nın tarifi yapılırken Taffarel’i tarif ediyoruz aslında: Her şeyden önce sahanın en soğukkanlı, en dengeli oyuncusu; aynı zamanda takımın gizli oyun kurucusu ve maçın kaderini belirleyecek anlarda minimum hata ile oynaması gereken en önemli oyuncu…
Oynadığı tüm takımlarda bu modern kaleci tarifinin olmazsa olmaz özelliklerini sahaya yansıtırken, üst üste üç Dünya Kupası’nda Brezilya’nın banko kalecisi olmuş, 1994’de yirmi dört yıl sonra gelen şampiyonluğun en büyük mimarlarından birisi haline gelmişti. Brezilya Milli Takımı tarihinin ikinci en çok milli kalecisi olan Taffarel hayatımıza 1990 Dünya Kupası’nda girdi. Dünyanın gelmiş geçmiş en futbol fakiri olan kupasında Brezilya, savunma ağırlıklı bir oyun sergileyerek herkesi hüsrana uğratırken, Careca ve Rai ile beraber takımın en çok göze hitap eden oyuncusuydu. Geriden eliyle oyun kurması, sürekli geriye yaslanan, Brezilya forması giymiş ama İtalya gibi oynamaya çalışan takımın geriden oyunu sabırla kuran beyniydi. Bir anlık Maradona - Caniggia mucizesi sonucu ikinci turda Arjantin’e elendiklerinde Brezilya basını kupanın onlar açısından tek olumlu yönünün nihayet bir kaleciye kavuşmak olduğunu yazmışlar, tarihinin en kötü Brezilyası’nın tek kazancı olarak onu övmüşlerdi.
1994 Dünya Kupası’na kadar bu övgülere layık olmak için kendisini daha da geliştiren Taffarel, ilk tur grubunda tek bir gol yemiş, finale kadar da kalesinde sadece iki gol daha görmüştü. Dünya Kupaları’nın penaltılar sonucunda şampiyonun belirlendiği tek finalinde İtalya karşısında sahanın tartışmasız yıldızıydı. Baggio ve Baresi gibi penaltı ustaları Taffarel’in karşısında topu dışarı yollamışlar, penaltı ustası Massaro’nun vuruşu ise yazının başında bana anlattığı gibi plonjon yapan Taffarel’in elinde eriyip gitmişti. Daha sonra 1998 Dünya Kupası’nda Fransa’da yarı final karşılaşmasında Hollanda’nın en önemli penaltı ustası Cocu’nun atışını yine aynı şekilde kurtarmış, takımını finale taşımıştı. 1989 ve 1997’deki Copa America şampiyonluklarında da yine başroldeydi. Pele’nin belirlediği ‘Gelmiş Geçmiş En İyi 125 Futbolcu’ listesindeki dokuz kaleciden birisi olan ve o dokuz kaleci arasındaki tek Brezilyalı Taffarel ile asıl büyük aşkımız ise 1998’de Galatasaray’a transfer olmasıyla başladı.
Daha önce 1984-90 yılları arasında Internacional, 1990-93 yılları arasında Parma, 1993-94 sezonunda Reggiana, 1994-97 yılları arasında Atlético Mineiro formaları ile başarılı bir kulüp kariyerinin altına imza attıktan sonra Türkiye’yi seçmesi birçok futbol otoritesini şaşırtmıştı. Ama kaleciliğin ne kadar nankör bir meslek olduğunu onun kadar bilen çok az insan olduğu için o, bu tercihi fazlasıyla isteyerek ve bilinçli bir şekilde yapmıştı.
Çok güzeldi Taffarel’in Türkiye macerası, 2001 yılına kadar formasını giydiği Galatasaray ile çok büyük başarıların altına imza attı. O olmasa Galatasaray UEFA Kupası’nı kazanabilir miydi? Hagi’ye rağmen kazanamazdı, çünkü o yıl en az Cruyfflu Barça, Dalglishli Liverpool gibi kaleciden en ileri uca kadar mükemmel bir orkestra gibi futbol icra eden Galatasaray’ın en arkadaki oyun kurucusuydu, en kritik anların en zor pozisyonda bile çok rahat kurtarışlar yaptığı için “Panter Kaleci”, “maçı kurtaran adam” olarak pek anılmadı, çünkü biz ona hemen alışmıştık. O an efsane kalecilerde Meier, Dassaev ya da Bonner gibi direkler arasında kanatlanmış panterler gibi uçmazdı. Neredeyse bütün şutlar kucağına gelir, en sert toplar bile ellerinin arasında erir giderdi. Topun gideceği yeri sanki direklere konan melekler sürekli kulağına fısıldıyormuş gibi hep doğru tahmin eder, her zaman üç direk arasında olunabilecek en doğru zamanda, en doğru yerde olurdu. Her degajı, bir asist ya da ölümcül bir kontratak başlangıcı niteliğindeydi. Top tekniği, beraber oynadığı savunma oyuncularının, Popescu hariç, hepsinden daha iyiydi. O harika teknikle pekâlâ Türkiye’de ya da dünyada birçok takımda orta saha oyuncusu olarak da oynayabilirdi. Galatasaray’a gelmeden önce, üç yabancı sınırlaması yüzünden İtalya’da kadroya giremediği dönemlerde Rahipler Ligi’nde santrfor olarak gol kralı olmuş, Galatasaray antrenmanlarında attığı jenerik gollerle akşam spor haberlerinin en önemli malzemesi haline gelmişti.

Bir Adanaspor maçında Okan Buruk’a yaptığı mükemmel asitsi bir de Hagi yapabilirdi sadece. Her şey bir yana saha içinde o gelmiş geçmiş en güzel Galatasaray takımının Hagi ile birlikte en büyük orkestra şefiydi. Aslında en zayıf yönü yan toplarıydı ama savunmasını öyle bir yerleştiriyor ve öylesine ustalıkla yer tutuyordu ki sanki bütün toplar rakip takımın santrforuymuş gibi ona geliyordu. UEFA finalinde ‘Maçın Adamı’ seçilecek, daha önce Dünya Kupası’nı kazanmış olmasına rağmen bu zafere en çok sevinen oyuncu olacaktı. Çünkü içindeki hiç yaşlanmayan çocuk her daim gözlerinde, sözlerinde pırıl pırıl parlıyor, en başta Galatasaraylılar olmak üzere hemen herkese yaşama sevinci aşılıyordu.
Çok sevdiği iki çocuğunun yanı sıra kırk kadar çocuğu da evlatlık edinen bu çocuk yürekli adam, Florya’ya bisikleti ile herkesten önce geliyor, UEFA’yı kazanıp şampiyonluğu garantiledikleri dönemlerde bile herkesten çok çalışıyor, yine bisikleti ile en son evine dönen oyuncu oluyordu. Buralardan ayrılana kadar ne kaleci ne de insani refleksleri bir nebze olsun zayıflamadı. Kendisine verilen tüm riskli geri paslarda bir an bile telaşa kapılmadı, en zor durumda bile harika bir ayak içi ile rakip ceza alanının önündeymiş gibi atılabilecek en stil pasla oyunu baştan kurdu.
Galatasaray’da kurduğu ilişkilerde de en az oyun kurmasındaki kadar zarif ve ustaydı. 100.yıl maçı için geç saatlerde geldiği otelde “Oyuncular dinlensin, ben rahatsız etmeyeyim” diyerek iki çocuğu ile beraber yandaki iki yıldızlı otelde kalmayı tercih etti. Onun için yıldız olmak, çok fazla bir şey ifade etmiyordu. Bir gün televizyonda söyledikleri, kariyer hırsı ile hayatlarını mahveden milyonlara ders olacak nitelikteydi: “İyi bir futbolcu muyum? Bilmiyorum, çok da önemsemiyorum. Ama iyi bir insan olarak hatırlanmayı tercih ederim.”
Tabii ki öyle hatırlayacaktık onu, onun istediği gibi, gördüğümüz en zarif gönüllü insan olarak. Ondan başka kim 1994’de Dünya Şampiyonu olduktan soran profesyonel futbola ara verip kimsesiz çocuklara karşılıksız futbol öğretmenliği yapardı ki başka? Bizler “Kalede Taffarel var, gerisi önemli değil” deyip saha içiyle yetinirken o, topları kurtarmaktansa dünyayı kurtarmanın çok daha önemli olduğunu gösteriyordu bize.

Brezilya’da Milli Kahraman olan tek kaleciydi, İtalya Serie A’da forma giyen ilk yabancı kaleciydi. UEFA finalinde Henry’nin kurtarılması imkânsız kafasını kurtardıktan sonra sadece “Tanrı’nın eli” demişti. 1985 Ümit Milli Takımlar Güney Amerika Şampiyonluğu, 1985 Ümit Milli Takımlar Dünya Şampiyonluğu, 1987’de Pan Amerikan Oyunları’nda altın madalya, 1988 Seul Olimpiyatları’nda gümüş madalya, 1989 Amerika Kupası şampiyonluğu, 1992 İtalya Kupası şampiyonluğu, 1993 Avrupa Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğu, 1994 Dünya Kupası şampiyonluğu, 1995 Amerika Kupası şampiyonluğu, 1997 Conmebol şampiyonluğu, 1998 Dünya Kupası ikinciliği, 1999 ve 2000 Türkiye Ligi şampiyonluğu, 2000 Türkiye Kupası şampiyonluğunu; dünyaları kazanmıştı. Ama onun için Galatasaray ile Maçın Adamı seçildiği 2000 UEFA Kupası şampiyonluğunun kelimelerin ötesinde apayrı bir anlamı vardı. “Hayatımın en güzel gecesiydi. Bu dünyaya sağlıklı bir şekilde gelmiş, tek aşkımla evlenmiş, iki çocuk babası olmuştum ve bir de Galatasaray ile UEFA şampiyonu…” demişti, üstelik de bizdeki reyting saplantılı aptal kutusundaki kanallardan birine değil, hayatını anlattığı Brezilyalı papaza…
Galatasaray’dan sonra ikinci kez formasını giydiği Parma’da oynarken, Empoli’den iyi bir teklif almıştı. Empoli’ye giderken yolda arabası bozulmuş ve kendi başına tamir etmeye uğraşırken uzun uzadıya düşünmüştü: “Artık bırakmalı mıyım? Arabanın bozulması bir işaret olabilir mi?” Arabasını tamir ettirdi ama görüşmeye gitmedi, dönüşte Parma’da manastırın hemen yanında bir restoran açtı, peynirleri İstanbul’dan getirtti. İstanbul’u, Galatasaray’ı hiç unutmadı; çocuklarını anadili Türkçe olan bir okula vermiş, Alman-İtalyan kökenleri ve Brezilyalı kimliğinin üstüne bir de Türkiyeliliği eklemişti. En iyi telaffuz ettiği kelime hep “Çok iyi, çok iyi” oldu. Asıl bizim için o çok iyiydi, her şey onun “çok iyiliği”ydi. En son, kendisini babası gibi gören Lincoln’ün Galatasaray’a gelmesinde çok önemli rol oynadı. Çünkü en iyi ol biliyordu, Lincoln’ün de huzuru İstanbul’da bulacağını ve biz Türk futbol dilencilerinin kendimize çok benzettiğimiz Brezilyalılar’ı deli gibi bağrımıza bastığımızı…
Duyuyor musunuz? Yine çok uzaklardan eliyle topu, bize doğru atıyor. Acele edip yakalamamız gerek. Sadece bir futbol topu değil Taffarel’in buralara kadar gönderdiği o meşin yuvarlak. İçinde insanlığın, insancıllığın yüz akı saklı. Tüm sınırların, dinlerin, cinslerin, fikirlerin ötesinde çok sıcak bir yüz… Çocuklar gibi muzip gözlerde hiç batmayacakmış gibi ışıldayan bir Nisan güneşi, üzerinde Taffarel yazıyor. Kaderin bu topraklara en güzel, en ebedi hediyelerinden birisi. Topu düzeltip ona geri yolluyoruz, çünkü en çok onun eline yakışıyor kurtarmak…

Hiç yorum yok: