Uzun zamandır Hagi ile ilgili bir şeyler yazmak istiyordu deli gönlüm ama maalesef buna zaman bulamıyordum. Malumunuz Hagi'den söz ediyoruz. Kolay mı öyle yazmak! Zaman bulduğumda ise ilham gelmiyordu anasını satayım. Neyse ki geçtiğimiz gün elime haftalık bir dergi geçti. Dergide Hagi ile ilgili kapsamlı bir yazı vardı. Okuyunca çok da hoşuma gitti doğrusu. Yazıyı kaleme alan Ali Ece yazısına "Hagi'den Önce Hagi'den Sonra" başlığını layık görmüş. Ben de olduğu gibi aktarıyorum.
Hagi, türünün son örneği... Tıpkı Baba Hakkı, Metin Oktay, Rıdvan Dilmen gibi formasını giydiği takımı tutmayanlar tarafından da gözünü kırpmadan tekrar tekrar izlenen bir film... Hagi, -ben Galatasaraylı değilim ama- Türkiye'ye gelmiş en büyük yabancı futbolcu...
Aslında ona "yabancı" demek ne kadar doğru ki? Şimdilerde üç büyüklerde oynayan ve ne saha içinde ne de saha dışında bu durumun onlara kaderin ne kadar mucizevi bir lütfu olduğunu bilmeyen genç Türk oyuncular asıl "yabancı"lar... Belki de Hagi gibi bir figürün eksikliği onlara ihtiyacı olan hissi ve sorumluluğu hissettiremeyen... Belki de Emre bu yüzden hâlâ mehter takımı gibi bir ileri bir geri gidip geliyor İngiltere'de ve Milli Takım'da... Belki de Hakan Şükür'ün yaşı Hagi'nin yokluğunda bu kadar batıyor bir takım "skor" yorumcularına... Hepsi tartışılır ama bence Hagi'nin futbolu bırakmasından sonra Türkiye Ligi'nde arkasında bıraktığı boşluk asla tartışılmaz... Öyle ki sadece bence değil, o yıllarda gözünü kırpmadan Hagi'yi izlemenin hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak zevkini tadanların hepsine göre Türkiye Ligi tarihi ikiye ayrılıyor: Hagi'den önce (HÖ) ve Hagi'den sonra (HS)...
Sanırım H.Ö. 3 yılındaydık... İstanbul'un İstanbul'un ünlü otellerinden birinin lobisinde, birbirlerine bağırıp tartışan iki adam... Sabaha karşı üç suları... Sanki bu iki adam o gece üçüncü yıl üst üste şampiyon olmamışlar, bununla da kalmayıp UEFA Kupası'nı kazanmamışlar gibi kıyasıya tartışıyorlar... İki futbol tanrısı sanki deri koltuklarda değil de gökyüzünde, bulutların arasına oturmuşlar, sanki biraz önce büyük bir tufan kopmuş, onlar hariç herkesi yutmuş gibi; o an onlardan başka orada olan herkes dilini yutmuş... Sonradan öğrenecektim neden tartıştıklarını; Hagi, süper bir sezon geçirdiklerini söyleyen Popescu'ya çok sinirlenmiş, "Şampiyonlar Ligi'ni kazanabilirdik ama Chelsea'den beş yedik! Ayrıca ligde Fener'e yenildik! Sevineceğimize, bir dahaki yıl daha iyisini yaparız onu konuşalım!"
Yine sonradan tanıyacaktım yakından... Tüm "futbol yıldızları" dünyasında kendisi arabasından daha klas olan tek oyuncuymuş meğerse... "Romanya halkı, Çavuşesku'dan sonra sudan çıkmış balığa döndü... Porsche'leri, Ferrari'leri onların gözüne sokmanın alemi yok... Tempra gayet güzel... Bükreş'ten Ali Sami Yen'e kadar götürüyor getiriyor, daha ne isterim ki?" O zaman daha iyi anladım neden Romanya'da pazarlardaki tüm torbaların üstünde Hagi'nin resminin olduğunu...
"Yetenek, Tanrı'nın bir lütfudur sadece... Eğer yeteneğinle yetinmeye kalkarsan hem insanlara ihanet eder, ham de Tanrı'ya koşut gidersin... Tembellik sadece Tanrı'ya özgürdür" demişti. O zaman anlamıştım nasıl olur da bir adam iki ayrı formayla neredeyse beşer yıl arayla kırk metreden Kolombiya, Athletic Bilbao, Karabükspor ayırt etmeden aynı tanrısallıktaki aşırtmaları yapabilir. Emre de söylemişti: "G.Saray antrenmanı ayrıdır, en fazla iki saat sonra biter... Gica'nın asıl antrenmanı, G.Saray antrenmanından sonra başlar... O kadar şanslıyım ki ben de onunla o hiç bitmeyen antrenmaları yapıyorum bazen..."
Keşke Hagi futbolu bıraktıktan sonra da Emre'yi çalıştırsaydı... Bugün böyle bir derginin Rumencesinde de onu yazardı birileri... Ne demişti o gün 10 numara adam: "Mesleğinde büyüdükçe, egonu küçültmeyi bileceksin" 5 Şubat günü, Çavuşesku dikta rejiminin en koyu olduğu 1965 yılında dünyaya geldiğinde adından sonra bu cümleyi fısıldamışlar belki de kulağına... O zamanlar Maradona daha fethetmemiş tüm futbol dilencilerinin kalbini, o zamanlar sadece "Karpatların Pelesi" derlermiş küçük Gica'ya... Daha on sekizindeyken o zamanın en iyi Rumen takımı Universitatea Craiova istemiş onu... Ama daha zaman var diyerek Rumen Ligi'nin Temprası Sportul Studente'yi tercih etmiş... O zamanlar başlamış hiç bitmeyecek özel antrenmanlarına... Önce takımın en küçüğü ve çelimsizi olarak antrenmanlarda tutunmak ve Pele lakabını gerçekten hak etmek için... Sonra yıllardan 1986 olmuş ve o da "Tanrı'nın eli"nden sonra Karpatların Maradonası'na dönüşüvermiş... Ve masal gibi bir yılın sonunda sadece bir maçlığına Steaua Bükreş'e transfer olmuş bizzat Çavuşesku'nun emriyle... Avrupa Süper Kupası finalinde Romanya'nın büyük ağabeyi SSCB'den Dinamo Kiev'i yenmesi için... Beklediği gün gelmiş Gica'nın, sahaya çıkış o çıkış, 1-0 Bükreş'in kazanıp o zamanki en büyük kupayı müzeye götürdüğü gün maçın tek golünü atmış Hagi... Maçtan sonra bizzat aramış Çavuşesku: "Yoldaş, bütün Romanya halkı seninle gurur duyuyor... Senin Bükreş'te kalmanı istiyorlar". Bir anda bir maçlık sözleşme unutulmuş, Hagi bir daha asla dönememiş Sportul'a... 1987-90 yılları arasında önce yüzbaşı, sonra binbaşı en sonunda da albaylığa terfi etmiş... O üç sezon boyunca takımı üç yıl üst üste hem kupada hem de ligde şampiyon olmakla kalmamış, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda de bir yarı final, bir de final oynatmış Bükreş'e... G.Saray da hayatına ilk kez o final oynadığı sene girmiş...
1990 Dünya Kupası'nda "tek başına" Romanya olan ama takımının ikinci turda penaltılarla elenmesini engelleyemeyen futbol tanrısını önce Real Madrid kapıvermiş hiç düşünmeden... Orada geçirdiği iki sezonu şöyle özetlemişti bana: "Orada herkes albaydı, Popescu da Lacatus da yoktu... Ben yine Hagi'ydim ama daha önce kimse benden top ayağımda değilken koşmamı istememişti. Eğer daha önceden koşmayı öğrenseydim koşabilirdim. Üstelik aynı anda üçten fazla İspanyol olmayan oyuncu oynatılması yasaktı. Yine de çok güzeldi iki yıl orada olmak; dersimi almıştım... Başladığım yere dönmüştüm: Her gün daha fazla çalışmam gerektiğini bir kez daha anlamıştım".
Real Madrid adlı futbolcu imha makinasının yuttuğu ilk yıldız değildi Hagi... Yine de Barnebeau'dakilerin ağzında buruk bir tat bırakmıştı. Artık kornerler, frikikler yarı penaltı gibi değildi. Hagi'den sonra işler biraz kötüye gittiğinde onu hep sattıkları Brescia'dan geri çağırmayı düşündüler. İlk sezonunda Hagi'nin keyfi yerindeydi: Takımını tek başına Serie A'ya çıkartmış, aynı ülkede forma giydiği için Karpatların Maradonası efsanesini yeniden canlandırmıştı. Ama birinci ligdeki daha ilk sezonunda Brescia yine geldiği yere dönmek zorunda kalınca, Hagi için İspanya'ya geri dönme zamanı gelmişti. Üstelik bu kez de Real'in kanlı bıçaklı düşmanı Barça formasıyla...
Ama İspanya yine yaramayacaktı profesöre... Yine üç yabancı kısıtlaması vardı... O belki Karpatların Maradonası'ydı ama Laudrup, Romario ve Koeman da Laudrup, Romario ve Koeman'dılar... En azından Popescu'suna kavuşacaktı; zaman zaman kendisinin takımdan kesilmesine sebep olacak en eski yoldaşına... İki yıl önce Real Madrid'den ayrıldığında altmış üç kez forma giymiş on beş gol atmıştı. Barça'daki iki sezonunda ise sadece otuz beş maçta forma şansı bulabilecek ve yedi gole imzasını atabilecekti. Halbuki 1994 yazında Amerika'daki Dünya Kupası'nda "asıl Maradona" doping kullandığı için ihraç edilince önce onun ülkesi Arjantin'i dize getirecek sonra da kupaya damgasını vuracaktı "Karpatların Maradonası"... Ah yine o penaltılar denilen karabasan olmasaydı İsveç'e elenmeyip yarı finale kadar gidecekti... Aslında o gece penaltı atışlarında kimse Romanya'yı tutmuyordu, sadece İsveçliler hariç bütün dünya Hagi'yi biraz daha seyretmek istiyor, onun sihrinden mahrum kalmak istemiyordu. 1994 Dünya Kupası denilince herkes önce Amerikalılar'ın futbol kroluğunu ve rugby çizgileri halen duran sahalardan geç gelen yayını ve Türk spikerlerin önceden bağırdığı birkaç güzel "gol"ü hatırlıyordu. İşte o gollerden birisi, hem de bizim yakından tanıyacağımız bir isme atılacaktı ve asla hafızalardan silinmeyecekti. Kolombiya kalecisi Oscar Cordoba her zamanki kendine aşırı güveni ile ileri çıkmış savunmasını organize etmeye çalışıyordu; belli ki Hagi'yi tanımıyordu, belki de hiç tanımamış olmayı isteyecekti... Orta sahanın biraz ilerisinden bir gözü ile Cordoba'yı diğer gözü ile doksandaki örümcek ağlarını kesen Gica kırk metreden zarifçe aşıracak, futboldan o zamanlar daha da bihaber olan Amerikalılar'ı bile yerinde hoplatacaktı.
"Çok isterdim o Barça'da, asrın takımında sürekli oynamayı ama herkes o kadar iyiydi ki bir türlü sıram gelmedi. Belki de geleceğimi Romanya'dançok uzaklarda boşuna arıyordum, belki de kader burnumun dibinde, İstanbul'daydı... Evet, İstanbul'daydı tabii ki... İstanbul bambaşka, G.Saray daha da başka" diye başlamıştı filmin İstanbul kısmı... Öyle güzel bir filmdi ki hiç bitmeyecek gibiydi... Hatta kendisine burun kıvıran İspanyollar'dan o Süper Kupa finalinde alacaktı intikamını... Aslında onun kitabında intikam yoktu... Başının üstünde hiç sönmeyecek gibi yanan bir yeteneği yere düşürmemek için her geçen gün daha da arttırdığı kazanma azmi ve zanaatına karşı olan derin aşkı vardı... Karısı dünyalar güzeliydi ama o futbola aşıktı... Biz de ona aşık olduk... Kelimelere sığmayacak bir beş yıl gibi gözüken şimdilerdeyse beş dakika gibi kısa gelen o anların toplamı biz futbol dilencilerinin izlediği en güzel filmdi. Bazen siyah tonların ağır bastığı hakemlerle, bel altı vuran rakiplere aynı şekilde cevap verdiği karanlık kareler... Tüm aşıkların ara sıra yaşadığı kavgalardan daha fazlası değildi... O gidince, biz onunla gittiğimiz yerlere gitmez olduk... O varken burası rengarenkti... Şimdilerde renksiz, tatsız, tuzsuz... Ondan sonrakilere bakınca ne maça gitmek istiyor canımız ne de televizyonu açmak...
Popescu'nun dediği gibi "Eğer Brezilyalı ya da İtalyan olsaydı o dünyanın en büyük futbolcusu olarak kabul edilirdi". Haklıydı bence... Ben görmüştüm koskoca Tony Adams'ın, Bergkamp'ın bellerinin nasıl kırıldığını, yüzlerindeki çaresizliği, böylesine tanrısal bir yetenek, klas karşısında nasıl da o büyük yıldızların bir anda küçüldüğünü... Ve hiçbiri kaybettiklerinde öyle ağlamamışlardı... Ne demişti bana o gece? "Kaybedince ağlamayan futbolcu yıldız olamaz". Ondan başka hiç kimse otuz beş yaşında gol atınca lise maçında ilk golünü atmış çocuklar gibi sevinmemişti. Ne de olsa koskoca Collina bir tek onun formasını almıştı. Galatasaray'da futbolu bıraktığı gün Türkçe konuşmaya çalışırken o tül bir perdeden süzülen meleklerin gölgeleri gibi ince ince dökülen gözyaşlarını kim unutabilir ki?
İki ayağı ile futbol adına yapılabilecek her şeyi yapan, kramponlarıyla Cemal Süreyyalar'a, Nazım Hikmetler'e, Ece Ayhanlar'a taş çıkartacak şiirler yazan, adı her yıl değişen Türkiye Birinci Ligi tarihini H.Ö. ve H.S. olarak ikiye ayıran bu adamı sevmemek mümkün mü kalbiniz taştan değilse eğer! Kırmızı, sarı, lacivert, siyah, beyaz, mor, pembe tüm renkler bir araya gelince görünen futbolun gökkuşağı, uçsuz bucaksız atonal bir tayf, karanlık kasım gecelerimizi nisan sabahına çeviren gördüğüm en parlak yıldız... Son bir defa daha kelimelerle anlatmaya çalışayım: Türkiye Ligi'nin başına gelen en güzel şey, Bülent Korkmaz kadar hırslı, George Best kadar klas, Zico kadar stil, Deniz Gezmiş kadar yürekli, şahmaranlar kadar kıvrak...
Keşke İbrahim Altınsay'ın önerdiği gibi futbolda da oyuncu değişiklikleri basketboldaki gibi olsaydı da sen de ölene kadar frikik atsaydın.
Seni o kadar çok özlüyoruz ki; inan sensiz hiç ama hiç tadı yok buraların...
Puan farkını 8'e çıkartmak ufukta ve psikolojik eşik de buralar
-
Kayserispor maçı bilmem kaç yılın en önemlisi. Puan farkını 8'e çıkartmak
ufukta ve psikolojik eşik de buralar. 8 - 10 puan dolaylarında gezen fark,
rak...
4 saat önce