20 Eylül 2008 Cumartesi

AC Bellinzona: 3 - Galatasaray: 4

“Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalden aşağısının başarısızlık” olarak belirlendiği sezonda Avrupa’daki rotamızı çizdiğimiz en gerçekçi kulvar olan UEFA Kupası’na “Saraçoğlu’nda final” hedefiyle vira bismillah deyip attık oltayı. Rast gelmesi en büyük temennimizdi. Birçok büyük balık içinde oltaya vuran bu denizlerin acemisi, ta İsviçre’den akıntıya kapılıp yolunu şaşıran AC Bellinzona’ydı. Şöyle ilk maçtan rahat bir skor alıp “Sen yenisin galiba” demek vardı…
Bellinzona tarihinin en önemli başarısını geçtiğimiz sezon İsviçre Kupası’nda finale yükselerek gösteren bir ekip. Dolayısıyla bu sezon kuruluşundan bu yana ilk defa Avrupa Kupaları’nda boy gösterme fırsatı elde ettiler. Rüya gibi geçirdikleri sezonun ardından yeni sezona pek de istedikleri gibi başlayamadılar. Rüyanın en güzel yerinde acı bir tokatla uyandırılmışçasına geride bıraktıkları haftaların ardından en dipte buldular kendilerini. Dolayısıyla içinde bulundukları sezonu kurtarma umutlarını tamamıyla ilk kez müdahil oldukları UEFA Kupası’na bağladılar. Umut demişken… Elbette ki kimse onlardan öyle ileri turlar beklemiyor. Kendileri bile… Ancak işin aslı kulüp tarihinde ilk kez katıldıkları bir Avrupa Kupası’nda sadece tek bir tur atlayabilmenin hayaliyle yanıp tutuştukları inkar edilemez. Öyle ki bu kupayı çok değil, 8 sene evvel, kazanmış olan Galatasaray gibi bir takıma karşı gösterecekleri performans çok önemliydi. Bu amaç doğrultusunda kendi evlerinde oynayacakları ilk maça son derece yüksek bir motivasyon ve aşırı hırs ile çıkacakları kolaylıkla tahmin edilebilirdi.
Bir de bizim taraf var tabii… Geçen sezonki şampiyonluğun ardından Şampiyonlar Ligi’nde başarı için takıma kazandırılan son derece kaliteli ve ünlü futbolcuları ile Galatasaray… Avrupa Şampiyonası’nın akabinde artan taliplerine karşın kulüplerinde tutulan gedikliler var ayrıca… Harcanan yığınla paranın karşılığı bundan yaklaşık 1 ay evvel Romanya’da bırakılmış olsa da, illa ki peşinden gidilecek bir hedef mutlaka bulunur. Geçtiğimiz sezon olduğu gibi bir gazla final olarak koyduk hedefi. Aslında söz konusu mertebeye bir kez ulaşmış bir takımdan aşağısını beklemek de yanlış olur. Bu doğrultuda kimsenin itirazı olamaz. Fakat belki de işin henüz başında iki dudağın birbirinden ayrılmaması herkes için daha hayırlı olurdu. “Sessiz ve derinden” gibi bir deyiş var, bilmem hatırlar mısınız?
Sezon başındaki olumlu hava Bükreş faciasının ardından yerini Florya üzeri karabulutlara bıraktı. Tüm bunların üzerine ligin ilk üç haftasında toplanan 5 puan gelince, tuz ve biber gani gani akmaya başladı Michael Skibbe’nin üzerine. 1996’dan bu yana kamuoyu bir Galatasaray teknik direktörünün bu kadar çabuk kovulması konusunda baskı yapmamıştı. 1996 dedim de, açmadan olmaz zannımca… O sezon Fatih Terim takımın başına yeni getirilmiş. Takım ligin 4.haftasında Ali Sami Yen’de Fenerbahçe’ye 4-0 mağlup olunca Terim’in kovulması konusundaki baskılar artmıştı. Fakat yönetim kulüp tarihinin belki de en kritik kararına, bilmeden de olsa, imza atarak Fatih Terim’in hiçbir yere gitmeyeceğini kamuoyu ile paylaştı. Sonrası malum… Üst üste 4 şampiyonluk, TSYD Kupaları, Başbakanlık Kupaları, Türkiye Kupaları ve en nihayetinde Türk futbolunun hâlâ erişilemeyen zirvesi; UEFA Kupası şampiyonluğu… Kıssadan hisse… Yersen!
Sakatlıklar, cezalılar, ideal kadronun bir türlü bulunamayışı gibi belaların içinde boğuşurken bulduk kendimizi Basel’de… “Buffon veya Cech gelecekse gelsin” derken takımı Şampiyonlar Ligi’nden ve itibarından eden Aykut yine kulübede… Ümit’in olmadık sakatlığı sonucu Milan Baros ilk kez 11’de…Yeni transferlerden Serkan 6 aylık bir aranın ardından ilk resmi müsabakasına çıkmanın heyecanı ile boğuşuyor. 3 stoper; Meira, Emre, Servet… Arda sakat olunca formsuz Lincoln yeniden sahada. Volkan, Kewell, Nonda ve Ayhan da ilk 11’i tamamlıyorlar. Sistemde ise belirsizlik devam ediyor. Kimi zaman 3-5-2, kimi zaman 4-3-3…
Karşılaşmanın ilk düdüğünden itibaren sahadaki savunma ağırlıklı takıma rağmen en atak futbolunu oynuyor Galatasaray. Lincoln’ün bu maçta “oynamak istediği” her halinden belli oluyor. İlk yarım saatte Nonda’ya “al da at” dercesine attığı topların gol olmaması Nonda’dan çok Lincoln’ün şanssızlığı oluyordu. Volkan ve Serkan Kurtuluş’un kanatlardan bindirmeleri sonucu geri dönmelerde yaşadıkları güçlükler ve savunma ile hücum arasındaki kopukluk, Bellinzona’nın “ilk maç” heyecanı ile birleşince zaman zaman kalemizde zor anlar yaşadık. 5 savunma oyuncumuzun izlemekle yetindiği bir dakikada topu ağlarımızda gördük. Pozisyon bile demeye dilim varmıyor, çünkü değil. Yediği gollerin ardından gereksiz bir telaşa kapılan takım bu kez tam da ihtiyaç duyduğu anda golü Serkan’ın asistinde Kewell’in volesi ile buldu. “Futbolcu budur” dedirten Kewell’in Galatasaray forması altında Hagi gibi bir efsane olabilmesi için kendimce delirmeye başladığım andı o an. Mutluluktan uçmuyordum tabii… Rakip Bellinzona, devre arasında skor; 1-1.
İkinci yarı başladığında ise şok etkisi yaratmış buz gibi bir duştan yeni çıkmış gibiydik. Henüz devrenin başında, 47’nci dakikada, şaka gibi bir golü daha kalemizde gördük. Rakibin bile nasıl attıklarını anlamadığına adım gibi emin olduğum pozisyonda, “ortada sıçan” oynarcasına tek paslarla girdikleri ceza yayımızdan topu ağlarımızda gördük. Gülsek mi ağlasak mı ikilemi içindeyken 2-1 geriye düştük. Galatasaray komik goller yeme alışkanlığından pek bir şey kaybetmemişti.
İkinci kez yenik duruma düşüşümüzün ardından kadro kalitemizin de yardımıyla oyunu rakip yarı alana kısa bir süre yığmamız yetti. Gecenin en etkili ismi Lincoln’ün akıl dolu derin paslarını bir türlü gole çeviremeyen ileri uç elemanlarına sitemkâr bir top daha gönderdi Lincoln. Bu tam da “Biz neden hiç duran toplardan gol bulamıyoruz” serzenişlerimizin üzerine denk geldi. Lincoln ortaladı, Milan Baros kafayı çaktı ve skora yeniden eşitlik geldi. Kalan yarım saatte daha da etkili oynayacağı aşikar olan ve bizi son derece tedirgin eden Bellinzona 60’ıncı dakikada 10 kişi kalınca, acınacak halimize sevindik bu sayede maçı koparabileceğimiz kanısına vardık. Yanılmadık da… Oyuna Aydın ve Yaser’in de girmesiyle savunma iyiden iyiye boşlandı. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek, nasıl kötü oynadığında eleştiriyorsak iyi olduğunda da bunu belirtmemiz gerekmekte ki Lincoln muhteşem paslar atmaya devam etti, ileri uç elemanları da kaçırmak konusunda aynı hassasiyeti gösterdiler. En sonunda rakip takımın Türk futbolcusu Gürkan “Bunlar atamayacak, hiç değilse biz yardım edelim” dercesine kalecisine doğru bir pas attı. Araya kaçan Baros’un farkında bile değildi, son pişmanlık da fayda etmeyecekti: 2-3. 10 kişi kalan Bellinzona gibi bir takıma karşı alınacak 3-2’lik galibiyete sinirliyken kalemizde üçüncü golü görmemiz gözlerimizi ovuşturmamıza sebebiyet verdi. İsviçre ligi sonuncusundan yenilen 3 gol… Maçın bu skorla sona ermesine kendimizi hazırlarken, Lincoln “Nerede benim çabalarım” diyerek beraberliğe razı olmadığını gösterdi, 25 metreden sol ayağıyla kaleye topu yolladı, savunmadan seken top ağlarla buluşunca Lincoln hem maçı hem de maç sonrası 3-3’lük skora yapacağı savunmayı hazırlamakla meşgul olan hocasını kurtardı. Kendisi de Kewell ile birlikte takımın en etkili ismi oldu. Şimdiye kadar yapması gereken buydu, sadece buydu…
Öyle ya da böyle Galatasaray bu turu geçecektir. Zaten Ali Sami Yen’de 2 farklı yenilgi alacağımızı düşünmek biraz tüyler ürpertici. Yine de saha içinde işlerin yolunda gitmediği çok açık bir gerçek. Yenilen 3 gol bunun en bariz kanıtı. Yokuş aşağı giden bir kamyon hüviyetinde Galatasaray. Üstelik frenleri de patlamış. Bundan sonrası tamamıyla şoförün maharetine kalmış durumda. İnanan beri gelsin...

2 yorum:

Godsyndrome dedi ki...

Eline sağlık.Her maçı böyle anlatırsan maçları izlememe gerek kalmayacak:)Skibe konusuna gelirsek tamam marcello lippinin gelmesini beklemiyoruz ama bu adamın Cevat hocadan fazlası ne? Antrenörün kupası var,teknik direktörün yok.Lincoln,kewell,baroş bu adamı takar mı?

Anıl dedi ki...

godsyndrome,

Sözlerine katılmakla birlikte, övgülerin için de ayrı olarak teşekkür ediyorum.