Marco Materazzi, Roy Keane, Eric Cantona, Gennaro Gattuso... İsimleri artırmak mümkün. Adı geçen futbolcuların ortak bir noktada buluştuklarını söyleyebiliriz. Evet evet, akla gelen tek ortak özellikleri hırçın bir oyun karakterine sahip olmaları. Kariyerleri boyunca kaç defa rakiplerinin ayaklarına çift dalıp onları uzun bir süre yeşil sahalardan uzak kılmışlar, kaç defa hakemin elinde göğe yükselen kırmızı karta boyun eğmek zorunda kalmışlardır acaba? Hatta içlerinden birinin, işi maç sırasında seyirciye tekme atmaya kadar götürmüş olduğunu birçok futbolsever bilir. Fakat saha içindeki tüm hırçınlıklarına karşın kimse onların birer futbol efsanesi olduğunu inkar etmez. Bir futbolcu takımının 90 dakikanın sonunda sahadan zaferle ayrılması için her şeyini veriyorsa bu çaba futbola gönül verenler tarafından takdirle karşılanır. Yoksa Türkiye'deki futbol takipçilerinin tadına doyamadıkları futbol sohbetleri sırasında bir numaralı özne olur muydu Gattuso nice kez? Övgü sözcüklerinin yegane hedefi olur muydu Cantona defalarca?
Üzerinde yaşadığımız topraklarda meşin yuvarlağın peşinde kaç sene geçirdik acaba? Bir asrı devirdik elbette ki... Peki koskoca bir asır boyunca ne kazandırdı futbol bize? Bir adet UEFA Kupası mı? Süper Kupa mı? Dünya üçüncülüğü mü? Peki ya futbol ahlakı? "Hayır" mı? Pek bir şey kazanamamış öyleyse...
Peki biz ne kazandırdık dünyanın belki de gerçek anlamdaki tek küresel sporuna? Yıllar sonra tüm dünya tarafından saygıyla ifade edilecek bir oyun şablonu mu? Yoksa dünya standartlarında bir futbolcu mu? Cevap veriyorum; hiçbiri! Verebilir miydik? Elbette ki! Kaç defa yaklaşmadık mı bu payeye? Ucundan kıyısından dolanırken kendi ayaklarımıza bağ olmadık mı? 360 derece dönüp yine aynı yere gelmiyor muyuz?
Ve Hasan Şaş tabii ki. 1 Ağustos 1976 tarihinde, çok sıcak bir Adana sabahında merhaba dediği dünyaya gelirken nereden bilecekti ki yılların onu çok erken yıpratacağını? Yıllara suç atıp kaçmayalım hemen... Uğraştığı işte ülkesinin en iyilerinden biri olmasının suçunu Türk futbolseverleri varken, yıllara atmak da niye?
Adana Demirspor'dan kopup, Ankaragücü'nün sarı-lacivertli formasını sırtına geçirdiğinde kendisi de farkındaydı aslında eşyanın tabiatına ters bir hareket yaptığının... O zamanlara tekabül ediyordu aslında sarının yanına kırmızıdan başka bir rengin yakışmayacağını anlaması... Fakat ortada bir dere vardı ve yanında da "dayı" olarak çağrılacak bir ayı. 1998'in yaz aylarına kadar sabretmesi gerekiyordu. Adana sıcaklarının sabır kelimesinin anlamını öğrettiği biri için çok da meşakkatli bir iş değildi doğrusu.
Çok başarı gördü Hasan Şaş sarı-kırmızı parçalı forma altında. Bir kulübe dışarıdan gelip nasıl efsane olunabileceğinin küçük bir portresini çizdi 11 yıl boyunca. Tablonun tamamlanması için pek fazla süre kalmamıştı, sadece ufak rötuşlara ihtiyaç vardı. Arkadan birkaç el uzandı, tablo yere çalındı, yırtılmıştı!
Hiçbir zaman futbolda duygusallıktan yana olmadım ben. Öyle ki Galatasaray'ın başına ne geldiyse aşırı duygusal oluşundan geldiğini savunacak kadar da ileri gittim hep. Vefa kelimesine anlam yükleyince ironinin dibine vurduğuna inananlara inat karşılıksız vefa olmayacağını ileri sürdüm. Bu benim fikrimdi elbette ki... Her birine büyük bir hayranlık duysam da Bülent Korkmaz'ın, Hakan Şükür'ün, Ergün Penbe'nin, Okan Buruk'un, Ümit Davala'nın gidişlerinin bıraktığı yaraya zaman iyi gelmişti. Tüm taraftar söylemlerine karşın kulüp efsaneleri ile yollarını iyi ayırabilmek uğruna her birine de teklifini sunmuştu. Hepsinin de kendi seçimiydi, tıpkı kulübün olduğu gibi. Evet, kulübe yıllarını vermiş olabilirlerdi ama hiçbiri de bedava oynamamıştı sonuçta. Hasan konusunda düşündüklerim de farklı değil. Gereğinden fazla bir Hasan Şaş sevgisi besliyor olsam da...
Hasan Şaş yetenekli bir futbolcuydu. Çok yetenekli bir futbolcuydu. Ülke standartlarının oldukça üzerindeydi... Bunu 2002 Dünya Kupası sırasında tüm dünyaya kanıtladı. Türkiye'de olduğu için kısıtlandı. Büyük bir Avrupa kulübüne gidip, çokça para kazanıp, dünya futbolunun yıldızlarından biri olarak kariyerini noktalayabilirdi. Üstelik kendi takımının taraftarlarından küfür yemez, sinirlenmez, Türk futbolseverlerin tabiriyle çirkefleşmezdi... Futbolun futbol gibi oynandığı ülkelerde hakkını aramak zorunda kalmazdı. Çok daha önemlisi sevilen bir adam olarak ayrılırdı yeşil sahalardan. 21 Kasım 2000'de San Siro'da oynanan maçta attığı golü kaç tane futbolcu atabilirdi ki?
O kalmayı seçti. Kopamadı Türkiye'den ve Galatasaray'dan... Hiçbir zaman, bugün bile, bu kararından dolayı en ufak bir pişmanlık duyduğunu düşünmüyorum. Galatasaray onun yuvasıydı. Bu yaz yaşananlardan sonra başka bir takımda devam etmek yerine futbol hayatını noktalamayı seçtiyse eğer, demek ki hâlâ da öyle...
Hasan Şaş'ın kendisi Türkiye'de futbola olan bakışın aynadaki yansımasıdır. Yıldız adayı bir futbolcunun kendi vatandaşları tarafından nasıl harcandığın öyküsüdür Hasan'ınki... Parlak ışıklı bir kentin caddelerinde tek başına yürüyen biriydi o... Yoksa Gattuso'yu, Cantona'yı, Materazzi'yi ayakta alkışlayan bir millet, onu neden sürekli eleştirsin ki?
Dybala gibi yıldız isim kovalanacağına, Arias gibi asker profiller daha
doğru
-
Jhon Arias ismi, yaz dönemi gündemde ciddi yer tuttu. Ağustos ayı boyunca
bu isi konuştuk ve transferin son günlerine doğru da bitti gözüyle
bakılıyordu...
10 saat önce
2 yorum:
güle güle hasan...
bizi bizden kim ayırır! bir gün hepiniz hakketiğinizi alacaksınız diye düşünüyorum da öyle dizginliyorum öfkemi, yoksa medya, yönetimler, takım arkadaşları herkes birbirinin kuyusunun kazma peşinde.
Yorum Gönder