6 Aralık 2008 Cumartesi

Ölümsüz Ruh!

"Eğer olur da bir gün herhangi bir nedenle Galatasaray, aslan simgesini değiştirmek zorunda kalırsa, sarı kırmızının ortasına sadece kafa topuna çıkan Bülent Korkmaz’ı koysa, yeter de artar bence... O, kendisinden beş-on santim uzun, teknik açıdan beş-on gömlek üstün forvetin üstünden alınan top, başlı başına bir Galatasaray tarihidir... O her anında bacağı kopsa tek bacağıyla koşmaya devam edecekmiş gibi bakan gözlerdeki futbol ateşi başlı başına bir Türk futbolu belgeselidir...
Birtakım futbol sanatından bihaber olmasına rağmen sadece paraları olduğu için kararları veren gelip geçici kişiler, gelip geçici trendlere göre önemli ama tarihte bir virgül kadar değersiz sıkıcı takım elbiseli adamlar ona bir jübileyi çok görseler bile sarı-kırmızı ve ay-yıldızlı formaların üstüne sinmiş Bülent Korkmaz’ın emeğinin sıcaklığını kimse söküp atamaz futbol dilencisinin yüreğinden...
Tüm gündelik teknik, taktik analizlerin ötesinde, insan yüreğinin ayaklara, baldırlara yansımasıdır Bülent Korkmaz... Kelimelerin yetersiz kaldığı, mürekkebin kuruduğu o gelip geçici anların ötesinde ateşten bir heykeldir asla hiç kimsenin yıkmayı başaramayacağı...
Eğer Fenerbahçeliyseniz, nefret etmeniz normaldir Bülent Korkmaz’dan... Liverpoollular’ın Manchester efsanesi Roy Keane’den, Manchester United fanatiklerinin de Graeme Souness’den nefret etmesi kadar doğaldır... Hatta bilakis bir Beşiktaşlı olarak benim de saha içindeki Bülent Korkmaz’dan nefret ettiğim anlar olmuştur, yalan yok! Ama bir an gözlerimi kapayıp Bülent Korkmaz’ı siyah-beyaz forma ile düşündüğümde nefret ile aşkın arasındaki çizginin ne kadar da ince olduğunu bir daha unutmayacak bir şekilde anlamış, kalbimin dehlizlerinde tüm katıksızlığıyla hissetmişliğim de vardır.
UEFA Kupası finalinde kolu çıktıktan sonra oynamaya devam etmeseydi de bu satırlarda olabilecek en zarif şekilde günah çıkartırdım emeğin futbol hali karşısında... Hatta belki de her şeye rağmen ısrarla hakemlerin üstüne sarhoş atlar gibi koşması gözümün önüne geliyorsa tamamen kıskançlığımı yenemememdendir büyük ihtimalle... Ama şöyle bir an renklerin bakarkörlüğünden sıyrılmaya çalışarak tekrar arkama dönüp baktığımda karşıma çıkan asıl manzara onun bıraktığı boşluğun dolmamış olmasıdır...
Servet Çetin’in emeğine, fedakârlığına dil uzatana Cantona uçan tekme atsın o ayrı ama yine de Türkiye Milli Takımı hâlâ Bülent Korkmaz’ın yerine kimseyi bulamadı bence... Hatta belki de Servet Çetin, Bülent Korkmaz olmak için fazla yetenekli olduğundan bunu söylüyorum, kim bilir! Servet’e herkes gibi şapka çıkartıyorum ama Bülent Korkmaz’a biraz da çıkartmak zorunda olduğum günahın da ağırlığıyla Cemal Süreya’nın içi çiçek dolu şapkasını uzatıyorum bu satırlardan...

Futbol kalbim en çok da neyini özlüyor biliyor musunuz? Bülent Korkmaz’ın her maçta yaptığı hatalardan sonraki reaksiyonunu, kendisininden dünya çapında yeteneği esirgeyen futbol tanrılarına karşı o katıksız etten, kandan, dibine kadar insan ruhundan direnişini... Yetenek derken, zaten 1980’lerin ikinci yarısından 2000’lerin başına kadar Türkiye’nin ateşten gömleğini giymiş bir savunma oyuncusundan Beckenbauer gibi olmasını beklemek Suudi Arabistan’daki gençlerden iyi bir rock grubu kurmalarını beklemek kadar büyük bir haksızlık. “Altı üstü orta sahayı geçmemesi gereken bir savunma oyuncusu”, “Kazma”, “Takoz” yaftalarının savunma oyuncusu konusunda çöller kadar bakir olduğu topraklarda Bülent Korkmaz olabilmek, Bülent Korkmaz kalabilmek başlı başına efsane olmak ile eş anlamlı değil de nedir ki zaten? Onu ilk kez gördüğüm Neuchatel maçı ve son kez Ayvalık’ın Artur sahilinde eşiyle beraber otururken gördüğüm zaman arasında değişen sadece Bülent Korkmaz’ın ölümsüz bir su olarak girdiği şişelerin şekliymiş aslında... Katıksız çocuk yüreğiyle, büyümeyi reddedip futbol topunun içindeki çocuk dünyasına gizlenmeyi seçen kaçık bir yazarın arasındaki fark kadarmış her şey... Meğerse Bülent Korkmaz’ın neredeyse her maçta yağtığı hatalar, sadece o dünyanın en güzel oyununun tuzu biberiymiş, yokluğunda futbol damağında buruk bir tat bırakan...
Aslında Bülent Korkmaz o Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki ölüm döşeğindeki kadın karakterin sayıkladığı su gibi... Önce Türk savunmacısının “Bunlar asla çizgi halinde oynayabilecek kadar zeki olamaz” diye aşağıladığı 3-5-2’nin geçer akçe olduğu dönemden kalma Bülent Korkmaz... O hani, ortada ayağı biraz daha fazla top yaptığı için libero olarak ikame edilen oyuncunun sağında ya da solunda tek görevi topu rakipten alır almaz sanki bombaymış gibi başka arkadaşına vermek zorunda olduğu zamanlardan... Ama en güzel de Bülent Korkmaz’ın sayısız eski partnerlerinden Şampiyonlar Ligi’nde gol atan ilk Türk oyuncu olan Cihat’ın dediği gibi o yıllarda antrenmanlarda sadece kafa topu çalıştırılan stoperlerimizin günahı neydi ki Allah aşkına!
Sonra birden sanki her şeyimizde olduğu gibi futbolda da bir günde çağ atlamıştık! Her ne kadar bir süre 3-5-2’den çizgi savunmalı 4-4-2’ye dönüldüğünde hasarı fazlasıyla ağır bir travma sonrası stres bozukluğu yaşasak da 3-5-2 devrinden geriye sadece Bülent Korkmaz kalmıştı yine... Artık topu rakipten kapar kapmaz en yakınındaki takım arkadaşına vermiyor, elinden geldiğince oyun kurmaya çalışıyordu... Tam da o günlerde başta Fatih Terim olmak üzere herkes Bülent’in bittiğini zannederken, su sadece bir şişeden diğerine girene kadar buharlaşacak, UEFA Kupası finali gecesi bardaktan boşalırcasına yeniden yağmak için sırasını bekleyecekti...

O gece bardaktan yağan yağmur, o tadını unuttuğumuz su tüm ölümsüzlüğüyle iflah olmaz futbol aşıklarının yüreklerini sonsuza kadar serinletti. Belki de o gece top Arsenal’i değil de Galatasaray’ı sırf Bülent’in tek kolla verdiği mücadelenin hatırına o kadar sevdi... Ama o tarihi gecenin bulutlarından gerçeğin kaygan zeminine bir an için indiğimizde çok daha iyi anladık her şeyi. Bir kere madem Bülent Korkmaz oynadığı takımın taraftarları dışında birçok kişi için “kazma”ydı da o Hagi’nin oyundan atılmasından sonra Galatasaray nasıl ayakta durdu? Eğer Popescu o gecenin “En İyi Yardımcı Oyuncusu”ysa Bülent Korkmaz Galatasaray’ın ta kendisi değil miydi Allah aşkına! Sonuçta Popescu, Barcelona’nın eski kaptanı, Romanya’nın Hagi’den sonra yetiştirdiği en büyük futbol sanatçısıydı; buna karşın Bülent Korkmaz sadece “bizim çocuk”tan başka neydi ki?
İşte tam da o çelişki futbolun ta kendisiydi... 1998’de Fransa Dünya Kupası’nı kazanırken Laurent Blanc eşsiz bir savunma sanatçısıysa Marcel Desailly o her tekmeye kafa uzatan “bizim çocuk”tu... 2005’te İstanbul’da Liverpool, Şampiyonlar Ligi tarihinin en efsanevi final performansına imza atarken Sami Hyppia Popescu-Blanc rolündeyken, Jamie Carragher Bülent Korkmaz’ın ikiz ruh kardeşi değil de neydi? Ve Jamie Carragher, önünde daha faal futbol yaşamı adına uzun yıllar olmasına rağmen Liverpoollular için yaşayan bir efsaneye dönüşmüşken, Bülent Korkmaz’a bir jübilenin bile çok görülmesini çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz ki? Halbuki o kızıl İstanbul masalı gecesinde, yine aynı spikerdi Carragher’i yere göğe sığdıramayan, halbuki ondan tam on yıl önce bir Galatasaray-Manchester United maçında Bülent Korkmaz’ın performansını papağan gibi tekrar ettiği “Boğaziçi Zırhlısı” hariç betimleyebilecek kelimeleri bile bulamamıştı... Neyse ki UEFA Kupası finalinde o kelime olarak karşılığı olmayan ruh hali, Türk futbolunun en güzel resim karesinde olabilecek en anlamlı şekilde sağlam kalan tek koluyla kupayı kaldıracaktı.
Yıllar sonra Ayvalık’ın Artur sahilindeki tek açık olan çorbacıda ona yeniden rastladığımda o ölümsüz resim karesindeki gibi gülümsüyordu. Yanında ne UEFA Kupası ne de Popescu vardı... Yıllardır evli olduğu eşiyle ilk el ele tutuştukları günkü kadar neşeli ve heyecanlıydı. Ama buna rağmen bir eliyle eşinin elini tutmaya devam etse de yanına gelen tüm insanların elini bıkmadan usanmadan ayağa kalkıp sıktı. Masasına oturmak isteyen kimseye hayır demedi... Ve karşısındaki her insana UEFA Kupası’na bakıyormuş gibi baktı.

Sonra sabah bir baktık ki, o masasına gelen çocuklarla, gençlerle maç yapıyordu... Hiç de Ali Sami Yen’deki gibi değildi o anda. Kimseye bağırıp çağırmıyordu, tekmeye kafa sokmuyor, kimseyi hafif de olsa dirseklemiyordu... İşte o anda tüm taraftarlık renkleri zihnimde anlamsızlaştı, hepsi bembeyaz oldu ve jeton düştü: İyi de cellatlar da kimseyi idam ederken sevimli olmaya çalışmıyor, gülmüyorlardı ki... O yıllarda Türkiye’nin üç büyüklerinden birinde sadece azmi ve ruhuyla ayakta kalan bir savunmacı nasıl başka türlü olabilirdi ki?
O anda Artur’da da kimilerine göre cellatlar kadar sevimsiz gelen yaşayan efsane o ölümsüz su misali bambaşka bir şişenin içine girmiş, onun zarif şekline bürünmüştü... “Boğaziçi Zırhlısı” zırhını çıkarmış, tarihin altın askısına asmış, içinden de o Ayvalık güneşi kadar sıcak çocuk ruhlu bir adam çıkmıştı. 1994’te Kayseri’ye attığı gerçeküstücü goldeki gibi uzaklardan kafayla kaleyi yokluyor, top dağa taşa gitse de, havada patlıyormuş gibi kaleye yetişmeden yere düşse de yine aynı şekilde gülümsüyor, hiç durmadan kendisiyle dalga geçiyor, bazılarının emekli cellatı bir deniz kenarı bilgesine dönüşüyordu.
O anda onu o bazılarının gözünde cellatlaştıran kaybetmeye karşı isyandan, diğerleri için cehennemlik bir nefretle eş anlamlı olan giydiği formaya duyduğu karşılıksız aşktan eser bile yoktu. Artık futbolun endüstriyel cehenneminin çok uzaklarında, bambaşka bir geleceğin kıyısında aslında hep olduğu kişi oluyor, geçmişin gözlerimize sindirdiği pasları bir gülümsemesi ile bir daha geri gelmeyecek şekilde söküyordu. Etrafında ateşlemesi gereken kimse de yoktu... Ne Hakan Şükür birkaç gol kaçırınca duygularına yenilerek kendi kendisinin kötü bir taklidine dönüşüyor, ne Hagi bakarkör Türk hakemlerinin antikalığı karşısında kendisini kaybediyor, ne de hiç kimse maçın skorunu hatırlıyordu.

Belki endüstriyel futbol cehennemi hem de karşılıksız aşık olduğu takımın formasıyla ona sırtını çevirmişti ama o hâlâ içindeki hiç yaşlanmayan Galatasaraylı çocuğun gözleriyle oraya, arkasına bakıyordu... Kimseye öyle bir şey demedi ama belki de bir kez daha kapıdan kovulduğu ölümsüz sarı-kırmızı aşkının yüreğine bacadan girmek için teknik adamlığa başlamıştı. Para onun için her zaman Galatasarayla karşılaştırıldığında elin kirinden bile daha gelip geçici, daha önemsizdi. O yüzden de kariyeri değil bir kez daha ideali seçti... Kayseri Erciyes küme düşmesine düştü ama on bir oyuncu da maçın son anına kadar Bülent Korkmazlaşarak olabilecek en zarif, en güzel şekilde kaybettiler. O ateşten gömlek düşmeme maçlarının birisinin sonunda Bülent Korkmaz, oyuncularını bırakıp üzülüp ağlayan top toplayıcının yanına gelmişti. Ne de olsa o da Türk futbolunun en güzel fotoğrafına top toplayıcılıktan gelmemiş miydi zaten? Bir yerden sonra maçın skoru, o yükselişin yanında tamamen teferruattı.
Ama asıl Galatasaray söz konusu olduğunda Bülent Korkmaz için her teferruat oldu. En başta Fatih Terim tarafından ısrarla Galatasaray’dan koparılmaya çalışılsa da hatta zamane yöneticileri bonservisini Bursaspor’a vermiş olsa da o gitmedi, gidemedi... Kadro dışı kalmasına rağmen Galatasaray’da kalması ne gurursuzluk ne de gereksiz bir hırstı! Diğerlerinde olmayan bir aşktı sadece; vefa ile alışkanlığın, bağlılık ile bağımlılığın birbirine teğet geçtiği ince çizgilerin ölümsüzleştirdiği bir aşk... Sekiz şampiyonluk yaşamak, Türkiye ligleri tarihinde bir takımın formasını en uzun süre giymek ya da UEFA Kupası’nı kaldırmak için kalmamıştı... Belki o kadro dışı kaldığı gün bu ülkedeki hiçbir savunma oyuncusu kağıt üzerinde Bülent Korkmaz kadar “kazma” değildi ama zaten herkes onun kadar “kazma” ya da “başka bir şey” olsaydı bugün Türk futbolu tüm skortif başarılarına rağmen bu kadar lime lime bir elbise olmazdı. Bence asıl kazma Bülent gibi olmayanlar... Ayrıca birisi bana şunu söylesin bu adam bu kadar çirkefse nasıl oldu da on beş yıllık lig kariyerinde sadece iki kırmızı kart gördü? Ben bunun sırrını Ayvalık sahilindeki maçtan biliyorum ama kimseye söylemeyeceğim, o da bana kalsın!"


ALPER BAŞ - (F Dergisi)

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Bu yazıyı dergiden okumuştum fırsatım olursa ben de FourFourTwodaki Hasan Şaş güzellemesini yazacağım inşallah yalnız bir düzeltme yapayım yazının başlarında Roy Keane yerine Toy Keane yazıyo koskoca Roy Keane'i oyuncak yapmışın kardeş :D

Anıl dedi ki...

Bahsettiğin bu yazı mı? :)