Giden her sevgilinin ardındanhep biz olduk el sallayan
Haykırsak duyarlar mı sesimizi
hangi sevdadan galip çıktık ki?
Bu site tamamen Galatasaray hakkında sizlere bilgi sunma amaçlı yapılmıştır. O yüzden video ya da ses dosyası gibi şeyler arıyorsanız şimdiden siteyi terketmeniz rica edilir. Beklentileri yüksek tutmak gibi bir niyetim yok. Sadece kişisel tatmin benimkisi.
Giden her sevgilinin ardından
Galatasaray bir garip bu sezon. Ne yapacağını bilmez bir tavır sergiliyor sahada. Sezon başında tüm kupalarda iddialıyken, şimdi taraftar olarak "Acaba?" diye soruyoruz kendimize. Kötü bir futbolun ardından alınan 4-2'lik Eskişehirspor mağlubiyetinin akabinde Türkiye Kupası'nda konuk olduğumuz Ankaraspor ile 1-1 berabere kaldık. Maç boyunca Galatasaray'da olumlu iş yapan tek isim olarak kulübede çürümeye mahkum edilmiş Ümit Karan'ı söyleyebilirim. Koştu, savunmaya yardım etti, takımın tek golünü attı. Son 25 dakikada 1-1'in üzerine yatan bir Galatasaray görmek ise ister istemez tüylerimizi diken diken etti.
"Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşıyacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeğe devam edecektir."
Darüşşafaka galibiyeti ile başladığımız Beko Basketbol Ligi'nin ikinci haftasında geçen sezon iyi işler yapan ve bu sezon yoluna Avrupa kupalarında devam eden Antalya Büyükşehir Belediyesi'ni Ayhan Şahenk'te ağırladık. Başarılı sayılabilecek bir sezonun ardından daha büyük hedeflerle yola çıkan Galatasaray'ımız zorlu geçmesi beklenen bu maçtan 24 sayılık bir farkla, 92-68, galip ayrılmayı bildi. Bu galibiyette 26 sayı ile oynayan Antonio Graves ve 20 sayı ile maçı tamamlayan Milan Guroviç'in payı oldukça büyüktü. Dejan Milojevic de 9 sayı ve 13 ribaundluk performansıyla göz doldurdu. Memleketimin takımı Antalya Büyükşehir Belediyesi'ne Galatasaray maçları haricinde başarı dileklerimi ileteyim buradan :)
Yarılanmış sonbahara karşın memleketi bir türlü bırakmak istemeyen sıcak hava ülke gündemini de fena halde sarmış... "Etkilenilmeyen" ekonomik kriz, üniversitelerde giyim kuşamda ikinci dalga, ard arda gelen şehit haberleri, ergenekon mergenekon akla ilk gelenler. Ha tabii bir de eski dost Arsenal'ın Kadıköy'de Fenerbahçe'yi 5-2'yle geçmesi... Aslında fark etmiyor... Bu ülke insanı eğer akşam koltuğuna kurulduğunda ve televizyonunu açtığında karşısında bir futbol maçı görüyorsa, o an dünya ile soyutlanıyor, bildiği her şeyi unutuyor. İnanmayan ölçüm yapabilir. Denemesi bedava hem de...
“Soyunma odasına nasıl gittiğimi bir ben biliyorum, bir de Allah. Golü kaçırdım ve kendi kendime “İşte şimdi yandın Arif” dedim. Çünkü karşımızdaki rakip Arsenal, çok iyi takım. Maçı kaybetsek Türk futbol tarihinin en önemli maçlarından birini, belki de en önemlisini kaybetmiş olacağız ve ben vebal altında kalacağım. Kendimde hep vicdan azabı duyacaktım ama Allah’a şükür kupayı aldık, korktuğum başıma gelmedi.” (Arif ERDEM)
Galatasaray'daki ilk zamanlarını hatırlıyorum da, pek uysaldı Hasan Şaş. Kim ne derse desin başını önüne eğen, pek fazla ön plâna çıkma hevesi olmayan, belki de bu ihtimalden hep korkmuş biriydi. 17 Mayıs 2000'de penaltılar atılırken belki de en samimi olandı. Son penaltının ardından Popescu'ya doğru hayatlarının deparını atan 20-25 kişi arasında ilk atılan, 25 Ağustos'ta Jardel'in boynuna sarılan, 3 Nisan 2001'de hırsına yenik düşerek formasını boyun kısmından yırtmaya en çok yaklaşan da Hasan Şaş'tan başkası değildi.
Öyle bir teknik adam düşünün ki göreve getirileli henüz 3 ay olmuşken gerek görsel gerekse yazılı basında gönderilmesi tartışılıyor. Üstelik kendisini takımın başına getiren yönetim kısa bir süre önce yardımcılarını Florya'dan kapı dışarı etmiş... Sahip olduğu kadro Türk Milli Takımı'nın belkemiğini oluştursun... Tüm yorgunluğun yanına tatlı niyetine bir türlü düzelemeyen sakatlıklar eklensin... Teknik adam da yemeyip yanında yatsın. Stres, stres ve daha fazla stres... Michael Skibbe'nin görevinin başına geçtiği günden bu yana Galatasaray çatısı altında yaşadığı başka bir şey yok. Eminim ki dün alınan net sonuca ve güzel futbola rağmen karşılaşmanın kaybedilmesini isteyen yöneticiler dahi vardı. Güzellikle kapıyı gösterdikleri adam istediklerini yerine getirmeyince işi başa düşürmekten başka da bir şey kalmayacaktı. Herkes "vurun abalıya" edebiyatı ile günlerini geçirirken, Skibbe tüm bu sıkıntı içinde takımını lig lideri Trabzonspor ile yapılacak maça hazırlamakla meşguldü. Kendisine "Git" diyemeyen ve adeta parmaklarında oynatıp, herhangi bir açıklama yapma gereği duymayan yönetime mesajını 3-0'lık Trabzonspor galibiyetiyle verdi. Karşılaşmanın bir bölümüne damgasını vuran güzel futbol da cabasıydı.
Maça gelelim... Pek iyi başlamadık. Savunma kendi bulana kadar rakibi defans arkasına gereğinden fazla kaçırsak da De Sanctis bu pozisyonların tehlike arz etmesine olanak tanımadı. Trabzonspor tek hatası Ali Sami Yen'e kendilerine çok güvenerek gelmeleri oldu. Tabii ki bu kötü bir şey değil, ancak yeni kurulmuş bir takım olduklarını unuttular. Netekim 25'inci dakikada Arda'nın orta şut karışımı muhteşem golüyle kilitleri çözüldü. Hemen arkasından Servet sahne aldı, perdeyi 60'da Lincoln kapattı. Oyuna sonradan dahil olan Aydın Yılmaz'ın performansı da dudak uçuklattı. Aydın ortaya koyduğu performans ile "Birkaç hafta sonra tozu dumana katıyorum" mesajı verdi, biz de aldık onu...
İyi başlayıp kötü biten bir sezon... Her biten sezonun bir de yenisi olduğunu hafızalara çiviler yardımıyla kazımak... Yeni sezon, yeni umut...
Işıl Alben'den Cumhurbaşkanlığı Kupası zaferinin akabinde Galatasaray taraftarına mektup var... Pankart Fanzine'den buraya taşıyorum.
14 Nisan 1996... Türkiye Kupası rövanş maçı... Fenerbahçe Stadı’nda herkes uzun yıllar sonra şeytanın bacağının kırılacağına, kupanın nihayet alınacağına emin... Fenerbahçe kupayı son kazandığında, Sovyetler Birliği hem dünyada hem de uzayda dimdik ayakta, Tuncay Şanlı daha bir yaşında yeni yeni emekliyor... Ama bu defa, bir Fenerbahçeli yöneticinin deyimiyle “bir kalp hastasının çalıştırdığı”, ligde büyük hayal kırıklığı yaratan, kolu kanadı kırık aslanın karşısında maçın mutlak favorisi Fenerbahçe...
6 Mayıs 1953’te Edingburgh’da dünyaya gelen Graeme Souness, futbol topuna ayağını sürdüğü andan itibaren Ulubatlılık’a çoktan hazırdı. Henüz on beş yaşındayken o zamanlar fırtına gibi esen Tottenham’ın kadrosuna alınacaktı. Kurt teknik adam Bill Nicholson, henüz on beş yaşında olan Souness’i gözü kapalı transfer ettiğinde geleceğin yenilmez armadasının omurgasını kurduğunu sanmıştı. Ama Graeme James Souness için gelecek diye bir şey yoktu, asla olmayacaktı da. Yerinde duramıyor, hemen ertesi gün oynamak istiyordu. Nicholson, her Pazartesi sabahı ofisine geldiğinde kapısında henüz bıyıkları yeni çıkmaya başlamış Souness’in kendisinden hesap soran kıpkırmızı suratıyla karşılaşıyordu. Bu deli çocuğun gözlerindeki futbol ateşinden etkilense de onu keşfettiği gençler turnuvasında hırsının kurbanı olup oyundan atılmasını unutmuyor, henüz arzu ettiği olgunluğa ulaşmadan ona forma vermenin büyük bir kumar olacağını düşünüyordu.
Üst üste iki sezon 1978-79 ve 1979-80’de Liverpool ligde şampiyon olurken Ada’da Hansen-Souness-Dalglish kasırgası esiyordu. 1981 yılında Souness’li Kızıllar bu kez finalde Real Madrid’i devirerek bir kez daha Avrupa’nın en büyüğü olurken, Souness çeyrek finaldeki zorlu CSKA Sofya maçında yaptığı hat-trick ile Avrupa’nın en golcü orta saha oyuncusu olmuştu. Bu da yetmezmiş gibi Paisley onu kaptanlığa getirmiş, böylece aşırı hırsını kaptanlık sorumluluğu ile dengelemesini sağlamıştı.
Yıldızlarla gereksiz ego savaşlarına girdikçe altyapıya yöneldi. O dört yıl boyunca günde iki kez de olsa doğru zamanı gösteren saatler gibi sadece Fowler ve McManaman’ı keşfedip A takıma alması hayırlı işlerdi.
En önemli rakip Fenerbahçe'nin elinden alınmış olan bir kupadan, ya da Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı 7'nci kez müzemize götürüyor oluşumuzdan daha fazlasıydı dün öğle saatlerinde gelen galibiyet. Ankara'da oynanan maçta Fenerbahçe'yi 71-55 yenerek elde ettiğimiz Cumhurbaşkanlığı Kupası, aslında yıllar sonra bir döneme damgasını vurmuş, Türkiye'de adeta basketbolun kitabını yazmış olan Yenilmez Armada'nın nihayet döndüğünün kanıtıydı. Geçtiğimiz sezon zor şartlar altında insanüstü bir mücadele vererek takdire şayan bir performans ortaya koyan Galatasaray, bu sezon ciddi takviyelerle güçlenmiş ve daha sezon başında tüm kupaların en büyük favorisi olduğunu ilân etmişti. "4'te 4" parolasıyla başlanan sezonun ilk resmi maçında 10 yıllık bir aranın ardından kazanılan Cumhurbaşkanlığı Kupası da bu savın destekçisi oldu. Bu arada, Fenerbahçe taraftarının duyarlılığına da değinmeden geçmemek gerek. Alpaslan Dikmen'in bir resminin bulunduğu ve üzerinde "Başınız Sağolsun" yazılı pankartları için kendilerine teşekkür etmek en büyük borcumuzdur. Ezeli rekabetse ezeli rekabet, ebedi dostluksa ebedi dostluk...
UEFA Kupası'nda güç bela atladığımız ilk turun ardından, "Kadıköy'de Final" olarak koyulan hedef doğrultusunda kupanın belki de en zor bölümü olan grup mücadelesindeki rakiplerimizi beklemeye başlamıştık. Bu öğleden sonra bu niyetle Nyon'a kilitlendik. 4.torbada yer almaktan son anda kurtulduğumuz kurada bilhassa ilk iki torbadaki rakipleri görünce "Biz Şampiyonlar Ligi'nden elenmemiş miydik?" sorusunu sorduk kendimize. Neyse... Fazla uzatmanın anlamı yok. Öyle bir kura çektik ki sanki Şampiyonlar Ligi'nin dokuzuncu grubu... İlk torbadan Portekiz futbolunun en önemli temsilcilerinden ve yerel başarılarını uluslararası arenaya taşıma hedefi güden Benfica'yı çektik. İkinci torbadan Yunanistan Ligi'nde son 10 sezonda 9 şampiyonluk almayı başarmış ve bu sezon başında Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Kıbrıs Rum Kesimi'nden Anortosis'e elenmiş olan Olympiakos'u kendimize rakip belledik. Diğer torbalara nazaran daha dişimize göre olan 4.torbadan ise Alman temsilcisi Hertha Berlin rakibimiz oldu. Son torbadan ise geçtiğimiz hafta Beşiktaş'ı 4-1'lik skorla dağıtan ve Ertuğrul Sağlam'ı görevinden eden Ukrayna temsilcisi Metalist Kharkiv'i çektik. Kura sonrası kafamızda toparlanmaya başlayan karabulutları ise fikstür ile bir nebze olsun dağıttık:
Futbol hakkında söylenegelmiş en klâsik sözlerin başını çeker aslında "3 ihtimalli oyun"... Nasıl ki galip geldiğinizde bunu doğal karşılıyorsanız aksi bir durumu da aynı sükunetle sindirmek zorundasınız. Ancak elbette bu kadar da basit değil. Hatalarınızı önünüze bir bir koyarsınız. Yenilmek kabul edilebilir, sindirilir de... Bunlar sorun değil. Sorun yenilgiyi nasıl tattığınızdır? Mücadele edersiniz, öyle bir oyun ortaya koyarsınız ki sahada, maç bitiminde yenilgiye rağmen takdir toplarsınız. Bir de diğer yönü var yenilginin. Mücadele etmeden, umursamadan alınanı...
Uzun uzadıya dil dökmeyi gerektirecek bir maç olmadı. "Bir takım hiç pozisyon bulmadan nasıl 2 gol atar?" sorusunun cevabı olarak gösterilebilir bu maç. Kazanmak için tek başına çabalayan bir Lincoln, akılların Bursa'da oluşu, taraftardan tepki gören kötü oyun Galatasaray'ın "tur maçı"nın altbaşlıkları... "Kadıköy'de UEFA Kupası'nı kaldırmak"... Dillerden düşmüyor bir türlü. Bu futbola bakarak lafla peynir gemisini yürütebilir miyiz?