31 Mayıs 2009 Pazar

Galatasaray: 2 - Sivasspor: 1

Kameramı Arda'nın gollerinden sonra Bülent Uygun'un suratına odaklamak isterdim ama yapmayacağım maalesef. Öyle ya da böyle bu sezonki kabusa son noktayı koyduk ya, bunun mutluluğunu yaşayacağım. Bunu yaparken de Galatasaray'a ve Galatasaraylı'ya karşı bir yerlerimden birkaç parçanın kopmuş olduğunu da belirtmeden edemeyeceğim. Bizi biz yapan vefa duygusuydu. Benim Galatasaray'ı seçme sebebim buydu. Anlaşılan o ki çok şey kaybetmişiz biz. Artık bir şeyi çok iyi biliyorum, ileride evlat sahibi olursam evladıma Galatasaraylı olması için de baskı yapmayacağım. Belki bir sinirle söylüyorum ama son bir ay içinde Türkiye'deki futboldan ve Galatasaray bünyesindeki pek çok şeyden nefret eder oldum. Durulmam için de epey bir zaman gerekecek sanırım.
Transfer değil ama "veda yazıları"nda görüşmek üzere...

24 Mayıs 2009 Pazar

Beşiktaş: 2 - Galatasaray: 1

33 hafta olmuş, biraz zorlasak aldığımız mağlubiyet sayısı galibiyet sayısını geçecek. 45 dakika boyunca rakibe top göstermiyorsun ama yine de top oynadığını söyleyemiyorsun. Bir de Galatasaray'ın ne yaparsa yapsın derbi kazanamama gibi bir hastalığı var, kader belledik artık, eğiyoruz boynumuzu çaresiz. Kulüp tarihinin belki de en kaliteli takımını kuruyorsun fakat sezonun son haftası gelip çattığında Avrupa'ya katılma şansının bile rakiplerinin elinde olduğunu görüyorsun. Intertoto da kalkacak zamanı buldu canım! Devre arasında 6 milyon Euro'ya koca bir sezonu satıyorsun. Arda Turan'a canım acıyor vallahi. Kaç kurtar kendini be Arda!

17 Mayıs 2009 Pazar

Galatasaray: 2 - Gençlerbirliği: 1

9 ay olmuş yahu! 5 yıldır özenle uzattığım saçlarımın gözyaşlarına bakmadığım günden bu yana tam 9 ay geçmiş. Alışmak için ne kadar çaba sarf ettiğimi ben bilirim. Hele o ilk gün yok muydu, çırılçıplaktım sanki. Bir aylık sakallarınıza sinek kaydı yaptığınızda ayna karşısındaki halinizi bir düşünsenize... Ya, işte! Benim halimi ancak bir başka ben anlayabilirdi o ağustos gününde.
9 sene olmuş yahu! 1905'den bu yana özenle salladığımız Avrupa'nın kapısını en nihayetinde kırışımızın üzerinden tam 9 sene geçmiş. Rüya desen değildi, gerçeğin ise idrakına varmak epey zaman almıştı. Gözümü açtık, kapadık ve bir de baktık 9 sene geçivermiş. Popescu daha dün akşam abanmamış mıydı Seaman'ın sağına, yerden, sert! Kimse anlamamıştı ne olduğunu bizden başka. Kimse anlayamamıştı UEFA Kupası'nın nasıl hissettirdiğini bizden başka. 9 sene geçmiş aradan, hala anlayan yok bizden başka.
9 sene içinde çok şey değişmiş Galatasaray'da. Saymaya kalksam, daha ilk birkaç saniyenin sonunda
"Amaaan, hangi birini yahu" der ve noktalarım herhalde. Sessizce giriyorum stada... Maçın başlamasına 3 saat var ama olsun, doya doya bakmak lazım Ali Sami Yen'e... Ne de olsa pek çok devin mezarı olan çimlere duvarlarının yıkılacağı gün pek uzak değil Eski Açık'tan bakınca. Bir ara canım sıkılıyor, Yeni Açık'taki insanları saymaya başlıyorum uzaktan: 1, 2, 3, 4... 17'de bırakıyorum. Kapalı'ya bakıyorum. Orada da 5'e kadar saymak yetiyor.
Bir saat sonra etraf biraz daha kalabalıklaşmış ama o kalabalığa "kalabalık" diyeni döverler herhalde. En sol setin altındaki kapıdan hareketleniyor iki yabancı. Yabancı dediysem harbiden yabancı. Bir tanesi esmer tenli, diğeri beyaz tenli iki yabancı sırtlarında Galatasaray formaları ile giriyorlar Ali Sami Yen'e. Bir tanesinde tam Avustralyalı tipi yoktuysa ben de adam olmayayım. Gözlerimi ayırmadım üstlerinden, ekmek arası köfte aldıklarını bile gördükten sonra
"Tamam" dedim, "bizden olmuş bunlar da." Oturdukları yerin önünde ve arkasında konuşlanan taraftarlarla sıkı bir muhabbete tutuştular sonra.
Aradan çok geçmedi. Önümdeki koltuğa oturdu biri. Saçları dikkatimi çekti ilk bakışta. Uzundu ama tamamen toplanmamıştı, Beckham'ın bir zaman sahip olduklarına benziyordu. Alt tarafı salınık ama aynı zamanda da toplanmış. Evet evet, bir zamanlar benim sahip olduğuma da benziyordu. Kolumu koydum omzuna, döndü. Basbayağı samuraydı bu yahu! Hem de "66 Arda" formalı bir samuray. Bu vesileyle konuşma fırsatı buldum kendisiyle. Japonya'dan kalkmış gelmiş. Az biraz önce çadırdan formasını da almış. İlhan Mansız'dan sonra hayran oldukları ikinci Türkmüş Arda, bilemiyorum kendisinin haberi var mıdır? Kaldığı yer, İstanbul, futbol, Japonya, Türkiye derken maçın başlama vuruşu gelmiş... Stadyumdaki bir avuç taraftar üçlü çekmeye başladığında yüzündeki şaşkınlık onu ele veriyordu. Kafamı çevirdim diğer iki yabancıya, onlar yanlarındakiler ile çoktan girmişler "omuz omuza", zıplıyorlar... Maç başladığında yanımdan bir ses geldi. Bizim samuray soruyordu
"Daddy Cool nerede?" Ne yanıt verseydim ki şimdi bu soruya? Duymazdan geldim ve başımı çevirdim sahaya. Zaten 3 dakika sonra yılın şanssızı Emre Güngör sakatlandı, Daddy Cool bu bahaneyle sahaya sürüldü. Maç bittiğinde bir asist ve bir golle maçı kazandıran adam Kewell'di, aptal aptal sırıtan ise yanımdaki samuraydı. Stadyumdan çıkarken de "Ben Türkiye'de futbolun daha tutkulu olduğunu sanırdım" dedi. "Öyledir zaten" dememe kalmadan lafı yapıştırdı "Ben yanlış stadyuma mı geldim?"
Haklıydı belki de... 1 ay önce Fenerbahçe derbisi öncesi ya da geçen sezon şampiyonluk maçı öncesi bilet kuyruklarını hatırlıyorum. Haklılar tabii, o vakitler takımın bir iddiası vardı ve maç gelmek için bir sebep tabii ki. Dün Ali Sami Yen'de maç öncesi karaborsacılar gişedeki biletlerden de ucuza satıyorlardı bileti. Karaborsacılar renk değiştirmişlerdi basbayağı.
Maç yazısı mı? Bundan sonra maçtan bahsetmek yok. Anılarla gitmek daha bir keyifli oluyor esasen.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Bize Bu Sezondan Geriye Kalan Sadece Harry Kewell

"Buraya gelince çok farklı olduğunu anladım. Bazen gittiğiniz yerdeki atmosferi yaşayınca anlıyorsunuz ve orayla ilgili fikirleriniz değişiyor. Türkiye, çok ilginç bir yer. İstanbul, fantastik bir kent. Belki de şu ana kadar yaşadığım şehirler arasında en iyisi. İstanbul’da insanlar çok saygılı. Özellikle kendilerinden daha yaşlılara karşı. Bunu dünyanın başka bir yerinde göremezsiniz. Burada ihtiyacınız olan her türlü şeyi bulabilirsiniz. İstediğiniz şeyi yiyebilir, istediğiniz şeyi giyebilir ve istediğiniz gece kulübüne gidebilirsiniz."

Bu sezon kulübün yaptığı tek doğru iştir Harry Kewell. Kalsın senelerce... Yapılacak çok şey var çünkü.

Galatasaray: 1 - Ankaragücü: 0

Takım evsahibi ama rakibini Kayseri'de konuk ediyor... Sanki artık Ali Sami Yen Stadı'nın varlığı takımı da taraftarı da yakıyor... 19 Mayıs'ta İnönü Stadı'nda Fenerbahçe ile yapılacak dostluk maçı acı acı gülümsetiyor... Galatasaray kazanmanın ne demek olduğunu 1-0'la da olsa hatırlıyor... İş işten geçeli zaten çok olmuş... Hasan Şaş ile Ümit Karan resmen olmasa da fiilen kadro dışı bırakılmış... Takımda kalmak için son kozlarını oynayan futbolcular yumurtayı ağzındayken seyrediyor... Lincoln bile top oynuyor... Yönetim hatalarını kabul ediyor... Schuster'in takımın başına geçeceği gündemi meşgul ediyor... Harry Kewell 90+1'de zaman geçirmek uğruna oyuna alınıyor... Of ki ne of! Bitse de gitsek... Gerçekten!

1 Mayıs 2009 Cuma

Hacettepe: 2 - Galatasaray: 0

Winamp açık... Çalan şarkı tam da anı anlatıyor aslında; "Kimler Geldi, Kimler Geçti..." Yalan da değil hani. İsterseniz saymaya başlayalım bi'! Erik Gerets, Mircea Lucescu, Vicente Del Bosque, Gheorghe Hagi... Yeter mi? Devam edelim isterseniz... Guus Hiddink, Zico, Ertuğrul Sağlam, Jean Tigana... İsimlerin sayısını uzatmak mümkün de abartmayalım. Hepsinin buluştuğu ortak bir nokta var. Siz de benim kadar tahmin ediyorsunuz bunu. Hepsi birer kurban. Futbolun zerre anlaşılmadığı, taraftarlık bilincinin sıfırın altında gezdiği bir ülkede teker teker harcanmış isimler bunlar. İlk değillerdi, son da olmayacaklar. Neler demediler ki onlar hakkında? "Disiplinsiz" oldular bazen, "Büyük oyuncuydu ama hoca değil" dedi kimileri, bazılarına göre ise aşırı yumuşaktılar. Hele hele hepsi taktiksel zekadan yoksundular. Beş para etmez adam damgasını sırtlarına yiyip yollarına başka kapılar ardında devam ettiler.
Mircea Lucescu... Ukrayna'ya gitti, Dinamo Kiev'in saltanatına son verdiği gibi, bu sezon takımını UEFA Kupası'nda finalin kapısına kadar getirdi. Evet evet, zamanında şampiyon yaptığı takım tarafından kovulan adamdan bahsediyorum.
Erik Gerets... Şampiyon olması imkansız görülen takımı kulüp tarihinin puan rekorunu kırdırarak, 83 puanla, şampiyonluğa taşıdı. Ertesi sene aynı insanüstü performans sergilenemeyince günah keçisi ilan edildi, kapı önüne konuldu. Soluğu Marsilya'da aldı. Kendisi şu günlerde Olympique Lyon'un 7 senelik saltanatına son vermek üzere...
Zico... Fenerbahçe'ye bir şampiyonluk kazandırdı. Yetmedi, takıma tarihinin en büyük Avrupa macerasını yaşattı, Şampiyonlar Ligi'nde yarı finalin kapısından döndü. Kapı önüne kondu! Suçlu tabii ki kendisiydi.
Guus Hiddink... Değinmeyeceğim bile... Ülkemizde bazı spor yazarları tarafından "Futboldan anlamıyor" ithamına maruz kalsa da, Güney Kore gibi bir takıma Dünya Kupası dördüncülüğü, Rusya Milli Takımı'na EURO 2008 üçüncülüğü getirmiştir. Real Madrid'e kazandırdığı Kıtalararası Kupa ve PSV Eindhoven ile yaşadığı şampiyonluğa ise şöyle bir değinip geçiyorum. Kendisi şu günlerde Chelsea'nın başında.
Michael Skibbe hakkında da konuşalım biraz. En büyük rakip sezona Avrupa Şampiyonu İspanya Milli Takımı'nın teknik direktörü Aragones ile başlamışken, sen geçen sezon sana 5 tane sallayan adamı takıma getiriyorsun. Geçen günler gösteriyor ki iki taraf için de işler yolunda gitmiyor. Üstelik bir taraf şampiyon kadrosunu korumuş, üstüne Kewell, Baros ve Meira gibi isimleri getirmiş; diğer taraf da İspanya gol kralını renklerine bağlamışken... İşler yolunda gitmeyince okların çevrileceği yer belli tabii. Gariptir, Aragones disiplinli olduğu için eleştirilirken, Skibbe disiplinsiz olduğu için yeriliyordu. Biz bi' çay koyup geliyorduk o sırada...
Bunları neden anlatıyorum? Yavaştan olaya girelim öyleyse...
1 Mayıs 2009 Cuma gününü taraftarlıktan, Türkiye'deki futboldan, futboldan zerre anlamadığı halde ahkam kesen yığınla insandan iyiden iyiye nefret ettiğim gün olarak hatırlayacağım. Ligin en kaliteli kadrosuna sahip takımı
Galatasaray gitmiş, ligde kalması mucizelere bağlı olan son sıradaki Hacettepe'ye yenilmiş. Çok mu mühim? Üst üste bir 20 maç daha kaybetsek ne olur ki? Ligin başında iki Adnan ve bir Haldun oturmuşlar, şampiyon takımı korumuşlar, yıldız isimleri takıma katmışlar, gerisini koyvermişler... Eeee? Sonra? "Şampiyonluk bekliyoruz hanım. Bu sene yürüyerek şampiyon olacağız!" Nah olursun! Dedim ya, şaşkınlara söylenir "Allah yaratmış, gerisini koyvermiş" diye... Yönetimin yaptığı buydu sezon başında, yazık, biz geç anlamışız. Öyle ya, adamlar daha ne yapsındı, üç yıldız ismi birden takıma kazandırmak her babayiğitin harcı mıydı?
Süreç işledi işledi işledi... Çok şeyler umulan sezon bir çırpıda geçip gitmiş, haberimiz yok. Sezonun dörtte üçü tamamlanmış, takım Şampiyonlar Ligi potasında dahi olmayınca hoca gönderilir zaten. Sonra yeni bir hoca alır görevi. Mucizeler yaratması beklenir. Zaten inanç desen yoktur, motivasyon desen yoktur. Hoca durup da kıç çimdikleyecek değildir ya! Taşlar hep başına kadar kuma gövülü olan adama, teknik direktöre atılır. Üstelik para uğruna yarı yolda sezonu satan yönetim, suçunu kabullenmişken.
Bu gece Ankara'da gördüklerimi yıllar boyunca unutmayacağım. Zira bu mümkün olmayacak.
Bülent Korkmaz'ın bu kulüp için ne denli değerli olduğunu, yıllar yılı neden "Bülent Korkmaz eşittir Galatasaray" denildiğini uzun uzadıya anlatacak değilim. Bilen biliyor... Taktik kapasiteden ne denli yoksun olursa olsun, ki ben buna kesinlikle inanmıyorum, bir Galatasaray efsanesinin kendi taraftarlarının dakikalar süren yuhlamalarına maruz kalması, organize şekilde binlerce kişi tarafından istifaya davet edilmesi beni çok yaraladı. Nasıl bu hâle geldik? Gözlerimizi kazanma arzusu nasıl böylesine bürüdü? Kendimi taraftar olarak nitelediğim günden bu yana hiç bu kadar utanmamıştım. Bir yerlerde yanlış yapmış olmalıyım, taraftarlık buysa ben böyle olmamalıyım. Çünkü biliyorum bu akşam stadyumu dolduran 5 bin ya da 6 bin - her neyse - Galatasaray taraftarı yarın Hakan Şükür'ü de yuhlar, Metin Oktay sağ olsa onu dahi yuhlar. Yazık sizin taraftarlık dediğiniz şeye be!
Ergün Penbe'yi gördünüz mü bugün bilmiyorum. Galatasaray ikinci golü yediği anda başını öne eğdi, bir an arkasını döndü. Belli ki Galatasaray'ın içinde bulunduğu duruma hüzünlenmişti birden. Kolay değil... 13 sene terletmişsin o kulübün formasını. Ne başarılar, ne şampiyonluklar görmüşsün, kaptanlığa kadar yükselmişsin. Yıllar sonra göğsünde farklı bir armanın onur mücadelesi için karşına alıyorsun Galatasaray'ı... Savaşıp, galip ayrılıyorsun meydandan. Bir Galatasaraylı'nın yapması gereken şekilde. Ancak biliyorum, bugün Bülent Korkmaz'ı yuhlayanlar gibi, senin için "Şu maçı da bize vermedin, yazıklar olsun bu kulübün sana verdiği emeğe" diye yakınanlar olmuştur. Zira sadece benim kulağıma üç defa çalındı bu cümle... Ne denir ki? Maçtan sonra çıkıp bir de açıklama yaptın "Nasıl mutlu olabilirim ki? 13 sene bu kulübün formasını giydim, şampiyonluklar yaşadım. Ergün Penbe bugün bir noktaya gelmişse, bu Galatasaray sayesinde olmuştur"a çıkan... Ah be, Ergün, sen vefa nedir, takım sevgisi nedir biliyorsun ama taraftar bilmiyor maalesef. Taraftar bilmiyor!