31 Aralık 2008 Çarşamba

What I Want In 2009 Is...

...just a little thing!

28 Aralık 2008 Pazar

Koleksiyon #9

İlkokul yıllarımda ne anlardım ben müzikten... Hoş, şimdi de pek anladığım söylenemez ve fakat resimde görmüş olduğunuz kasedi her gün en az bir kere dinlemezsem rahat edemiyordum. Evet, gözlerine inanamayanlar olabilir ancak bu kaset en az sizin kadar gerçek ve tarafımdan bugünlere ulaştırılabildi. Karşınızda efsane albüm, Galatasaraylılar'ın arayıp da ulaşamadığı albüm; İşte Galatasaray! Tam olarak yılını hatırlamamakla birlikte albümün 1994 yılının bir ürünü olduğunu tahmin ediyorum. Kutusunu zaman içinde kaybetmiş olsam da kasedin bugünlere getirilmesinde emeğim çok :) Bu kez koleksiyonu sadece kendime saklamıyorum canlar! Aranıp da bulunamayan, Galatasaray albümleri içindeki belki de en güzeli, en değerlisi olan İşte Galatasaray'ı siz Galatasaraylılar ile paylaşmaktan kıvanç duyacağım. Üşenmedim ve kasedi CD'ye mp3 formatında çektirdim. Hem hâlâ kaset dinliyormuş gibi görünmemek hem de çok ender bulunur bu albümü yaymak amacıyla bu yola başvurdum. Rapidshare linkini vermeden evvel neydi bu albümdeki şarkılar, onları bir hatırlayalım:

1- 1905'te Ali Sami Yen'de
2- Ayı Ramazan
3- Cimbom Buraya
4- Çivi Gibi Çak
5- Ga Ga Ga Galatasaray
6- Galatasaray Marşı
7- Gül Baba Efsanesi
8- Lise Marşı
9- Ne Mutlu Galatasaray'a
10- Pupa Yelken
11- Re Re Re Ra Ra Ra
12- Şanlı Galatasaray
13- Sarı Alev Galatasaray
14- Tarihlere Sığmaz Bizim Adımız
15- We Are The Champions
16- Yollar Uzun Dikenli Taşlı Olsa da


Hotfile Linki Burada! İyi Dinlemeler!

27 Aralık 2008 Cumartesi

Beşiktaş: 66 - Galatasaray: 58

Geçtiğimiz hafta sonu futbolda karşı karşıya gelen iki ezeli rakip Galatasaray ve Beşiktaş bu hafta sonu ise potada karşı karşıya geldiler. Müsabakadan Beşiktaş 66-58'lik skorla galip ayrılırken, Galatasaray da ligdeki ikinci mağlubiyetini almış oldu. Öte yandan gündüz oynanan Tekerlekli Sandalye Basketbol Ligi'nin açılış maçında Galatasaray, Beşiktaş'ı deplasmanda 90-72 mağlup ederek lige galibiyetle başladı.

Şarkılar Seni Söyler...

...dillerde nağme adın!

25 Aralık 2008 Perşembe

Olmuş Bitmiş Bu!

Sabırlı bir taraftar olursanız siz de bir gün Arda Turan'ın otoban tarafındaki kaleye gönderdiği topu görebilirsiniz.

23 Aralık 2008 Salı

Koleksiyon #8

Bir kulübün 100'üncü yılı bir kere kutlanıyor sonuçta... Aha bu da Galatasaray'ın 100.Yıl forması. Tüm bir yıl boyunca bu formayı beklemiştim. Beşiktaş'ın 100.Yıl forması güzeldi mesela; bütün futbolcuların isimleri tek tek yazıyordu. Klasik, daha şatafatlı bir şeyler bekliyordum kulüpten. "Budur sizin 100.Yıl formanız" dediler bize. Onu bunu bırakalım da sırf 5-1'lik maçın hatrına sesimi çıkarmıyorum bu formaya...

Galatasaray: 68 - OYAK Renault: 67

Beko Basketbol Ligi'nde 11'inci haftanın kapanış maçında İstanbul Ayhan Şahenk Spor Salonu'nda savaşını ligin dibinde veren OYAK Renault'u konuk ettik. Zirveye her geçen hafta daha da sıkı tutunan ve yaklaşan zorlu maçlar öncesi kayıp yaşamak istemeyen Galatasaray bir hayli çekişmeli geçen maçtan tek sayılık farkla, 68-67, galip ayrıldı. Galatasaray'da 28 sayı ve 12 ribaundluk performansı ile göz dolduran Hüseyin Beşok eski günlerinden bir demet sunarken, galibiyetin baş mimarı oldu. Takımımız 12'nci hafta maçında karşılaşacağı Beşiktaş derbisini beklemeye başladı.

21 Aralık 2008 Pazar

Galatasaray: 4 - Beşiktaş: 2

Çok değil, bundan sadece 4-5 sene öncesine kadar Galatasaray ile Beşiktaş'ı karşı karşıya getirecek maçlar taraftarlar arasında günler önceden konuşulmaya, tartışılmaya başlanırdı. İddialara girilir, maç saatinde bulunulacak ve kadehlerin her iki takımın şerefine kaldırılacağı mekan konuşulurdu. Adı üzerindeydi aslında, derbi diye çağırıyorduk biz bunu. Ülkenin en büyük üç camiasından ikisinin futbol takımları karşı karşıya gelecekti ve tüm bu saydıklarım haliyle son derece normaldi. Başka bir şey beklenemezdi. Fakat geldiğimiz noktada görüyoruz ki işler hiç de eskisi gibi değil artık... Fenerbahçeli arkadaşlarımızla yaptığımız gibi günler öncesinden Beşiktaşlı arkadaşlarımızla önümüzdeki maçın muhabbetini yapamıyoruz mesela. Çünkü hangi arkadaşımın kapısını çalsam bir iskenderine dahi iddiaya girecek kadar güvenmiyorlar takımlarına. Tüm bunları geçtim, yenilgiyi kabullenmişliğin getirdiği muhabbeti defetme huyları var artık. Bunda suç kimde peki? Eğer ki Ali Sami Yen Stadyumu'na konuk olarak gelmiş ezeli rakibimizin taraftarları ile beraber "Kartal Gol Gol Gol"ü karşılıklı olarak söylüyorsak ve onlar da bunu metanetle karşılayabiliyorlarsa, hayır, suç kesinlikle onlarda değil; onları bu konuma getirende.
Renkdaşlarımın tamamının hissettiklerini bilecek durumda değilim fakat ben ve etrafımdaki Galatasaraylılar'ın tam olarak hissettikleri bu. Galatasaray ve Beşiktaş mücadelesi... Kâğıt üzerinde derbi... Peki ya hissettirdikleri... Bu yazıyı okuma fırsatı bulacak Beşiktaşlılar belki bana kızacak, belki de yazacakları yorumlarda işi hakarete kadar getirecekler ama ben artık bu maçlarda eski heyecanı göremiyorum. Hafta başından bu yana taraftarı olduğum takımın maçtan son derece rahat bir galibiyetle ayrılacağını biliyordum. Belki de ilk defa bir derbi karşılaşmasını ellerimi kavuşturarak, çenemi yormadan takip ettim. Sanmayın ki bununla memnunum! Maçtan sonra Beşiktaşlı arkadaşlarınıza "Az kaldı BEŞiktaş oluyordunuz" yerine "Her şeye rağmen tebrikler. Güzel maç oldu" mesajını atmışsanız eğer, sanırım halimden en iyi siz anlarsınız.
Maça gelince... Beşiktaş savunması ve Beşiktaş takım kaptanı Matias Delgado maç boyunca işimizi kolay kılan etkenler oldu. Her iki tarafın savunması birer çürük yumurtayı andırıyordu aslında, çarpışacaklar ve kırılan taraf kaderine razı olacaktı. Galatasaray gibi Beşiktaş da hücum gücünün kalitesi sayesinde maçlar kazanıyordu. Fakat şeytanın gizli olduğu ayrıntı söylüyordu ki son haftalarda Galatasaray cephesi formdayken, Beşiktaş cephesi yerinde sayıyordu. Ve fakat maçın bol gollü geçeceği belliydi ki zaten ilk 15 dakika sonunda İddaa'da üst oynayanlar ellerini enselerinde kavuşturmuşlar, sırtlarını da koltuğun en rahat köşesine dayamışlardı.
Michael Skibbe, Galatasaray'da sakatların da düzelmesiyle birlikte bir taktik değişikliğe gitmeye hazırlanıyor belli ki. Görünen o ki takımın yeni sistemi 3-5-2 olacak. Bunun savunma yönünü oturtabildiğimiz takdirde Galatasaray'ın önünde durabilecek bir rakip yok gibi görünüyor. Hakan Balta, Servet Çetin ve Fernando Meira ile kurulan üçlü stoper ve rakip hücumlarında bek görevi üstlenecek olan Barış ve Arda... Kalemizde iki gol görmüş olmamıza karşın özellikle Arda bugün bu görevi çok iyi üstlendi. Hem savunmada yapması gereken her şeyi yaptı hem de takımın hücumda sonuca gitmesine yardımcı oldu. Barış'ın ise ilk yarıda savunmaya dönmekte, ikinci yarıda da hücuma destek vermekte zorluk çektiğini gördük. Birini yaparsa ötekinden vazgeçmek zorunda kaldı diyelim. Her ne kadar yetenek olarak Barış'tan daha yoksun olsa da kondisyon olarak Sabri'nin bu anlamda daha başarılı olacağını düşünüyorum.
İleride ise bildiğiniz gibiydik. Bereket versin ki sahnede Kewell yoktu. Onun da olması durumunda olacakları tahmin edemiyorum. Arda-Lincoln ve Baros üçlüsü resitallerine devam ediyorlar. Her biri kesinlikle ayrı birer övgüyü hak ediyor. Özellikle Arda Turan, kanımca, bu sezonki en etkili oyununu ortaya koydu Beşiktaş karşısında ve yine benim şahsi fikrimce sahanın en iyisiydi. Arda dışında tabii ki bir de Lincoln etkeni var. Son zamanlarda her maç yazımda kendisine ısrarla değiniyorum, çünkü sergilediği futbolla gözlerimizin pasını siliyor ve bunu sonuna kadar da hak ediyor. Bu sezon Turkcell Süper Lig'de Gaziantepsporlu Tabata ile birlikte sanırım adından en çok söz ettiren yabancı futbolcu Lincoln. Ortaya koyduğu futbolla Fenerbahçeli Alex'in sene sonundaki akıbetini şimdiden tartışmaya açan, Beşiktaş'ın on numarası Matias Delgado'nun taraftarın hedefi olmasına neden olan isimdir ayrıca. Bu sezon Galatasaray bu denli skorer ise bunun en önemli sebebidir takımın on numarası.
Takımın en uç elemanı olan Milan Baros da gollerini sıralamaya devam ediyor. Kendisi Beşiktaş karşısında yapmış olduğu hat-trick ile birlikte son 5 resmi maçta rakip filelere tam 10 gol bırakmış oldu. Ayrıca Baros ligdeki gol sayısını da 14 çıkarıp gol krallığı yarışında en yakın rakibi Mehmet Yıldız'ın üç gol önüne geçti. Kendisi bu hızla giderse, ya da daha doğru bir tabirle Cassio Lincoln kendisini böyle beslemeye devam ederse, mümkündür Galatasaray Arif Erdem'den sonra ilk defa bir gol kralı çıkaracaktır. Baros'un Lincoln ile Ümit ya da Nonda'nın anlaştığından çok daha fazla anlaştığını da belirtmek gerekiyor. Kendisinin Galatasaray'da kariyerinin en iyi istatistiğini yakalamış olduğunu da ekleyip pası maçın hakemi Cüneyt Çakır'a atalım.
Herkesin kısmen hakem olduğu ve hakemlerin her maç sonrası cinsiyetinin sorgulandığı Türkiye'de ister inanın ister inanmayın ama Cüneyt Çakır çok başarılı bir maç yönetmiştir. Önce Galatasaray'ın Servet ile bulduğu ilk goldeki "Olmayan faul"ü olması gerektiği gibi geçiştirmiş, ardından Beşiktaş'ın bulduğu beraberlik golünden bir dakika sonra baskı altında kalmayarak Galatasaray'ın bariz penaltısını vermiştir. Matias Delgado'nun tabanına sarı kartı çıkartmayı bildiği gibi aynı oyuncunun "kart istemesini" de es geçmemiştir. Yine, Beşiktaş savunmasının Cassio Lincoln'ü durdurabileceği tek yol olan yaka paça indirme işlemini ceza sahası içinde gerçekleştirmesine de seyirci kalmamış ve ikinci kez beyaz noktayı işaret etmiştir. Tüm bunları Beşiktaşlılar'ın da onaylamasına rağmen maç sonunda yine günah keçisi ilân edilmiştir. Bu ülkede hakemler maçlara daima 1-0 yenik başlarlar ve bu güne kadar bu skoru lehlerine çevirdikleri ne yazık ki görülmemiştir.
Galatasaray bir hafta erken sona eren Süper Lig'in ilk yarısını 33 puan ile lider Sivasspor'un 1 puan gerisinde üçüncü sırada tamamladı. Ligin ikinci yarısını 17'nci hafta maçında Sivasspor karşısında açacağız. Belki de liderliği alacağımız ve bir daha bırakmayacağımız hafta demeliydim...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yine Yeni Yeniden

UEFA Kupası'nda dün yapılan kura çekimlerini takip ederken aklımda tek bir takım vardı: Bordeaux. İçime mi doğdu bilmiyorum ama muhtemel rakiplerimiz içinde istediğim tek takım Bordeaux'du. Rahat eleyeceğimiz gibi bir düşünceye kapılmamıştım. Fransız ekibini bu yüzden istiyordum. Zira Avrupa Kupaları'nda kimseyi küçümse gibi bir lüksümüz yok. Hele hele Bordeaux'u, hiç yok! Son iki sezondur önce Şampiyonlar Ligi'nde, sonra da UEFA Kupası'nda rakibimiz oldular ve yaptığımız 3 karşılaşmada 2 mağlubiyet 1 de beraberlik aldık. Galibiyetimiz yok yani! İşte tam da bu yüzden istiyordum Bordeaux'u. Futbol eski defterleri açmayı seviyor, biliyoruz, bu kez çok hızlı oldu. Her ne kadar geçtiğimiz sezon bize geçtikleri kıyağı unutmamış olsak da söz konusu karşı karşıya oynamak olduğunda her şey bir kenara bırakılır.
Dünden itibaren başladı yine "Lokum gibi kura" deyişleri. Biz millet olarak bunu neden yapmak zorunda hissediyoruz ki! "Çek Bir Letonya"lar hafızlarımızda hâlâ taptaze.
Galatasaray'ımız rakibiyle ilk maçını 18 Şubat 2009'da deplasmanda, rövanşı ise 26 Şubat 2009'da İstanbul'da oynayacak. Turu geçmemiz halinde ise NEC Nijmegen ile Hamburg eşleşmesinden tur atlayan takım ile 4.turda karşı karşıya geleceğiz.

18 Aralık 2008 Perşembe

Metalist Kharkiv Hakkında

Yanda logosu görülen takım Metalist Kharkiv... Bu sezona kadar bırakın Türk futbolseverleri dünyanın herhangi bir yerinde adını duymuş olan var mıydı bu takımın, merak ediyorum doğrusu. B Grubu'nun son maçında deplasmanda Benfica'yı 1-0 mağlup ettiler ve grubu 10 puan ile lider tamamladılar. Bütün liderlik hayallerimizin de içine ettiler. "Helali hoş olsun" demek isterdim ama demeyeceğim. Böyle futbol oynayan takımları Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın. Şimdi birileri çıkıp diyebilir "Adamlar tek gol yemediler, en zor grupta 10 puan topladılar. Saygı duyun!" Duymam arkadaş, neden duyayım! Bu adamlara çok fena sinirim bozuldu bu gece. İnşallah 3.turda rezil rüsva olurlar! Sinir bu denli hakim olmuş ki bünyeme 10 yaşındaki çocuk gibi yazıyorum şu an!
Bu takım bana EURO 2004'teki Yunanistan Milli Takımı'nı hatırlatıyor. Koca bir turnuva boyunca 11 kişi savunma yapmış, kornerlerden attığı gollerle Avrupa Şampiyonu olmuşlardı. Az küfretmemiştim o zamanlar onlara!
Benfica, Olympiakos ya da Hertha lider olsaydı bu kadar koymazdı bana. Şu adamlara yenilip liderliği kendi ellerimizle verdik ya, bana rahat yok bir süre.
Artık grup ikincisiyiz. Şampiyonlar Ligi'nde ligden düşerek UEFA Kupası'na gelen sekiz takımdan biri rakibimiz olacak. Şöyle ki;

Bordeaux
Marsilya
Shaktar Donetsk
Dinamo Kiev
Zenit
Aalborg
Fiorentina
Werder Bremen

Ulan! ULAN!

16 Aralık 2008 Salı

Mersin Büyükşehir Belediyesi: 70 - Galatasaray: 75

Vallahi de billahi de maçlardan bihaber olduğum için yazmamazlık etmiyorum. Takip de ediyorum ama bloga taşıma işine biraz üşeniyor muyum ne! Aslında şu sıralar pek zaman da bulamıyorum. Son zamanlarda ben maçları yazıp çizene kadar o maçlar zaten didik didik incelenmiş oluyor.
Öte yandan Galatasaray ligde fırtına gibi esmeye devam ediyor. 10 haftayı geride bıraktık bu maçla beraber ve aldığımız galibiyet sayısı 9. Tek fireyi bildiğiniz üzere lider Efes Pilsen karşısında verdik.
Öyle işte ya... Maç yazısından çok her şeye benzeyecekti zaten bu yazı. Daha fazla kasmanın alemi yok.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Efsaneler Ölmez!

Neredesin be! Neredesin!

14 Aralık 2008 Pazar

2 Avans 3'te Biter!

Aroma Erkekler Voleybol Ligi 10.Hafta Karşılaşması
GALATASARAY:3 - Fenerbahçe:2

13 Aralık 2008 Cumartesi

Gençlerbirliği: 1 - Galatasaray: 3

Bir halı saha maçı öncesi bir hayli koyu Fenerbahçeli olan arkadaşımla sahayı turluyoruz. Amacımız maça ısınmak, kasları gevşetmek falan filan. Biz biraz da fazla ciddiye alıyoruz halı saha maçlarını. Sanki Şampiyonlar Ligi maçına çıkıyoruz da biz de takımın en önemli ismiyiz. Küçükken tek bir hayalimiz vardı, o da futbolcu olmaktı. Hayalimin peşinden gitmemiş olmanın getirdiği pişmanlık şöyle dursun, haftada iki kez suni çim üzerinde formamızı terletmek, hesap ödetmesine de olsa top koşturmanın tarifi mümkün değil. İşte yine böyle anlardan biriydi. Hafif tempoda turluyorduk sahayı. Derken muhabbet halı sahadan gerçek sahalara kaydı. Fenerbahçe analizi yapmaya bu sezon sonuna kadar ara vermiş olan arkadaşım Galatasaray'dan girdi muhabbete. Her küslük ve ağız dalaşının faili hep bu GS-FB sidik yarışı olmuştu. Korkulanın başa gelmesini beklerken duyduğum "Galatasaray biraz ciddiye alsa bu ligin tozunu attırır, kimse de peşine düşemez" sözleri üzerine koşuyu bırakıp biraz nefes almam gerektiğini hissettim. 5 dakikalık oyunumuz yetiyormuş...
Son iki haftaya kadar kafamı kurcalayan da buydu. Belki de uzun bir aradan bu yana ilk defa bir sezona şampiyonluğun en büyük favorisi olarak başlıyorduk fakat haftalar ilerledikçe istediğimizi elde ettiğimizi söylemek bir türlü mümkün olmuyordu. Takımın UEFA Kupası'nda ciddi bir konsantrasyonla önüne geleni devirdiğini görünce ligin 5'nci ve 6'ncı sıralarına demir attığımızı görmek bir hayli garip geliyordu doğrusu. Sakatların iyileşmesiyle Vivident çiğnemiş gibi olacağımızı tahmin ediyorduk ama bunun ne vakit gerçekleşeceğini soranlara da dudak büzüyorduk. Neyse ki jeton biraz geç de olsa düştü. Takım UEFA Kupası'na verdiği önem kadar lige de asılmak zorunda olduğunun bilincine vardı. Dünkü Gençlerbirliği maçıyla birlikte bu sezon ligde ilk defa üst üste üç maç birden kazanmış oldu. Üstelik bunu 70 dakika "iyi" oynayarak başardı. Deplasmanda arka arkaya alınan iki galibiyet de takımın deplasmandaki uğursuzluğunu kırması açısından gayet önemliydi. Bundan böyle deplasman maçlarında hakim olan o tedirginlik halinden de eser kalacağını sanmıyorum.
-------------------------------------
Cassio Lincoln faktörü var bu takımda... Geçtiğimiz sezonun aksine bu sezon gerçekten de önemli. Çok değil... Steaua Bucharest maçlarının ardından bloga atmış olduğum bir "post"ta Lincoln hakkında kesin ve net ifadelere başvurmuştum. Biraz da ağzımı bozmuştum... Zira şartlar yine o günkü gibi olsa yine yazardım aynı şeyleri... Bu denli büyük umutlarla takıma kazandırılan, yoklukta bu kadar para alan bir 10 numaranın kendisine umut bağlayanlardan böylesine kaçması sinirlerimi alt üst ediyordu. Fakat her şeyi zamanına göre değerlendirmek gerekiyor. Lincoln'e olan nefretim her geçen yerine ayrı bir sevgiye bırakıyor. Lincoln bu sene yapmakla sorumlu olduğu her şeyi ziyadesiyle yapıyor. Kim dikkate alır, ne denli önemlidir ama kendisine gerçek anlamda özür borçlu olduğumu düşünüyorum. Mahalle abileri "Böyle oyna canımı ye" derler. Aynısından bir demet gönderiyorum kendisine. Cassio Lincoln bu takımın olmazsa olmazıdır bu sezon.
Lincoln-Arda-Baros-Kewell bu takımın karo ası bu sezon. Kewell'in ilk yarıyı kapatmasının ardından kare oldu üçgen. Bu isimler sayesinde Michael Skibbe de en nihayetinde oturduğu koltukta arkasına yaslanabildi.
Galatasaray ligin 15'inci haftasına konuk olduğu ve 1-0 geriye düştüğü Gençlerbirliği karşısında Lincoln, Baros ve Arda'nın golleriyle 3-1 galip ayrıldı, puanını 30'a çıkardı ve gözlerini gelecek hafta oynanacak olan Beşiktaş derbisine çevirdi.

12 Aralık 2008 Cuma

Galatasaray: 81 - Kepez Belediyesi: 68

Okuyor musunuz, okumuyor musunuz bilmiyorum ama evet, ben basketbol hakkında da bir şeyler yazıyorum. Aslında yazmaya çalışıyorum. Pek anlamam öyle basketbol denen oyundan. Ancak söz konusu Galatasaray olunca, kovalıyoruz işte biraz. Ofsayttan anlamayan insanların ofsayt gollere deli gibi sevinmesine benziyor benim basketbol bilgim.
Geçtiğimiz hafta sonu Ayhan Şahenk'te konuk ettik Antalya ekibi Kepez Belediyesi'ni. Cumartesi günü oynanan maçın henüz başında skor tabelası bozulunca maç bir gün sonraya ertelendi. Pazar günü oynanan "devam maçı"nda ise Galatasaray sahadan galibiyetle ayrıldı ve averajla ikinciliğini sürdürdü.
Bir de, tamam Antalyalı'yım ama bir lige iki Antalya takımı fazla sanki. Düşsün Kepez Belediyesi... Antalya Büyükşehir Belediyes yeter kanımca. Nasıl ki Süper Lig'de Kayseri'den iki takım görmek istemiyorsam... İşte o hesap!

Benzemez Kimse Sana!

11 Aralık 2008 Perşembe

Ankaragücü: 0 - Galatasaray: 3

Maçtan önce sorsalar "Bu maçı alırız" derdim. Çünkü artık bir deplasman galibiyetinin zamanı gelmişti. Yine de az da olsa şüphe etmiyor değildim. Ne de olsa her Avrupa maçının ertesinde ligde hüsrana uğramak en bilindik özelliğimizdi.
Ne yalan söyleyeyim bu kadar da kötü bir Galatasaray beklemiyordum. Koca ilk yarıda Lincoln ile yakaladığımız tek pozisyon dışında kaleyi yoklayamadık bile. Takımın kapasitesinden zerre şüphe etmiyorum, çünkü Benfica'yı da, Olympiakos'u da, Hertha'yı da deviren bu takımdı. İsteyince oluyor, biliyorum. Nitekim bunun kanıtını da sıkıntı/sinir kombinasyonu ile insanı çıldırtan maçın 60'ıncı ve 65'inci dakikaları arasında gördük. Galatasaray'ın 5 dakikalık harika oyunu Ankaragücü'nü yıkmaya yetti. Lincoln'ün yıldızını parlattığı dakikalarda ona Kewell ve Baros da ayak uydurunca Galatasaray bir anda skora yansıdı. 60'da Hakan Balta'nın sol kanattan ceza sahasına kestiği ortada Lincoln topu muazzam bir şekilde Baros'un önüne bıraktığında Baros'a sadece dokunmak kaldı. Bu golden sadece bir dakika sonra Lincoln orta sahada yaptığı pres sonucu topu kazandı. Yaklaşık 30 metre topu sürdü ve sol kanatta hareketlenen Kewell'i gördü. Kewell da kaleye olan 25 metrelik mesafeyi hiçe sayarcasına Allah ne verdiyse vurdu. En son topun kaleye süzülüşüne açık ağızla baktığımı hatırlıyorum. Sonrası "Ne adam be" anlamına gelecek şekilde dudaklarımı büzdüm ve sustum. 65'inci dakikada Lincoln'ün asistte hat-trick'e yasıma modelini izledik. Ceza sahasının sol çizgisinde Kewell ile girdiği verkaç sonrasında topu altıpas içindeki Baros'a gönderdi. Baros da golü attı ve Lincoln'e koştu. Tam da bu anda taraftarın yaptığı gibi bir "Sana tapıyoruz" hareketi bekledim Baros'dan ama unutmuş olsa gerek.
Ligin ilk yarısının 16.hafta oynanacak olan Beşiktaş maçıyla biteceğini düşünürsek önümüzde alınması gereken 6 puan var. Yellelleyi yellelleyi yelleleyi yeeee...

6 Aralık 2008 Cumartesi

Ölümsüz Ruh!

"Eğer olur da bir gün herhangi bir nedenle Galatasaray, aslan simgesini değiştirmek zorunda kalırsa, sarı kırmızının ortasına sadece kafa topuna çıkan Bülent Korkmaz’ı koysa, yeter de artar bence... O, kendisinden beş-on santim uzun, teknik açıdan beş-on gömlek üstün forvetin üstünden alınan top, başlı başına bir Galatasaray tarihidir... O her anında bacağı kopsa tek bacağıyla koşmaya devam edecekmiş gibi bakan gözlerdeki futbol ateşi başlı başına bir Türk futbolu belgeselidir...
Birtakım futbol sanatından bihaber olmasına rağmen sadece paraları olduğu için kararları veren gelip geçici kişiler, gelip geçici trendlere göre önemli ama tarihte bir virgül kadar değersiz sıkıcı takım elbiseli adamlar ona bir jübileyi çok görseler bile sarı-kırmızı ve ay-yıldızlı formaların üstüne sinmiş Bülent Korkmaz’ın emeğinin sıcaklığını kimse söküp atamaz futbol dilencisinin yüreğinden...
Tüm gündelik teknik, taktik analizlerin ötesinde, insan yüreğinin ayaklara, baldırlara yansımasıdır Bülent Korkmaz... Kelimelerin yetersiz kaldığı, mürekkebin kuruduğu o gelip geçici anların ötesinde ateşten bir heykeldir asla hiç kimsenin yıkmayı başaramayacağı...
Eğer Fenerbahçeliyseniz, nefret etmeniz normaldir Bülent Korkmaz’dan... Liverpoollular’ın Manchester efsanesi Roy Keane’den, Manchester United fanatiklerinin de Graeme Souness’den nefret etmesi kadar doğaldır... Hatta bilakis bir Beşiktaşlı olarak benim de saha içindeki Bülent Korkmaz’dan nefret ettiğim anlar olmuştur, yalan yok! Ama bir an gözlerimi kapayıp Bülent Korkmaz’ı siyah-beyaz forma ile düşündüğümde nefret ile aşkın arasındaki çizginin ne kadar da ince olduğunu bir daha unutmayacak bir şekilde anlamış, kalbimin dehlizlerinde tüm katıksızlığıyla hissetmişliğim de vardır.
UEFA Kupası finalinde kolu çıktıktan sonra oynamaya devam etmeseydi de bu satırlarda olabilecek en zarif şekilde günah çıkartırdım emeğin futbol hali karşısında... Hatta belki de her şeye rağmen ısrarla hakemlerin üstüne sarhoş atlar gibi koşması gözümün önüne geliyorsa tamamen kıskançlığımı yenemememdendir büyük ihtimalle... Ama şöyle bir an renklerin bakarkörlüğünden sıyrılmaya çalışarak tekrar arkama dönüp baktığımda karşıma çıkan asıl manzara onun bıraktığı boşluğun dolmamış olmasıdır...
Servet Çetin’in emeğine, fedakârlığına dil uzatana Cantona uçan tekme atsın o ayrı ama yine de Türkiye Milli Takımı hâlâ Bülent Korkmaz’ın yerine kimseyi bulamadı bence... Hatta belki de Servet Çetin, Bülent Korkmaz olmak için fazla yetenekli olduğundan bunu söylüyorum, kim bilir! Servet’e herkes gibi şapka çıkartıyorum ama Bülent Korkmaz’a biraz da çıkartmak zorunda olduğum günahın da ağırlığıyla Cemal Süreya’nın içi çiçek dolu şapkasını uzatıyorum bu satırlardan...

Futbol kalbim en çok da neyini özlüyor biliyor musunuz? Bülent Korkmaz’ın her maçta yaptığı hatalardan sonraki reaksiyonunu, kendisininden dünya çapında yeteneği esirgeyen futbol tanrılarına karşı o katıksız etten, kandan, dibine kadar insan ruhundan direnişini... Yetenek derken, zaten 1980’lerin ikinci yarısından 2000’lerin başına kadar Türkiye’nin ateşten gömleğini giymiş bir savunma oyuncusundan Beckenbauer gibi olmasını beklemek Suudi Arabistan’daki gençlerden iyi bir rock grubu kurmalarını beklemek kadar büyük bir haksızlık. “Altı üstü orta sahayı geçmemesi gereken bir savunma oyuncusu”, “Kazma”, “Takoz” yaftalarının savunma oyuncusu konusunda çöller kadar bakir olduğu topraklarda Bülent Korkmaz olabilmek, Bülent Korkmaz kalabilmek başlı başına efsane olmak ile eş anlamlı değil de nedir ki zaten? Onu ilk kez gördüğüm Neuchatel maçı ve son kez Ayvalık’ın Artur sahilinde eşiyle beraber otururken gördüğüm zaman arasında değişen sadece Bülent Korkmaz’ın ölümsüz bir su olarak girdiği şişelerin şekliymiş aslında... Katıksız çocuk yüreğiyle, büyümeyi reddedip futbol topunun içindeki çocuk dünyasına gizlenmeyi seçen kaçık bir yazarın arasındaki fark kadarmış her şey... Meğerse Bülent Korkmaz’ın neredeyse her maçta yağtığı hatalar, sadece o dünyanın en güzel oyununun tuzu biberiymiş, yokluğunda futbol damağında buruk bir tat bırakan...
Aslında Bülent Korkmaz o Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki ölüm döşeğindeki kadın karakterin sayıkladığı su gibi... Önce Türk savunmacısının “Bunlar asla çizgi halinde oynayabilecek kadar zeki olamaz” diye aşağıladığı 3-5-2’nin geçer akçe olduğu dönemden kalma Bülent Korkmaz... O hani, ortada ayağı biraz daha fazla top yaptığı için libero olarak ikame edilen oyuncunun sağında ya da solunda tek görevi topu rakipten alır almaz sanki bombaymış gibi başka arkadaşına vermek zorunda olduğu zamanlardan... Ama en güzel de Bülent Korkmaz’ın sayısız eski partnerlerinden Şampiyonlar Ligi’nde gol atan ilk Türk oyuncu olan Cihat’ın dediği gibi o yıllarda antrenmanlarda sadece kafa topu çalıştırılan stoperlerimizin günahı neydi ki Allah aşkına!
Sonra birden sanki her şeyimizde olduğu gibi futbolda da bir günde çağ atlamıştık! Her ne kadar bir süre 3-5-2’den çizgi savunmalı 4-4-2’ye dönüldüğünde hasarı fazlasıyla ağır bir travma sonrası stres bozukluğu yaşasak da 3-5-2 devrinden geriye sadece Bülent Korkmaz kalmıştı yine... Artık topu rakipten kapar kapmaz en yakınındaki takım arkadaşına vermiyor, elinden geldiğince oyun kurmaya çalışıyordu... Tam da o günlerde başta Fatih Terim olmak üzere herkes Bülent’in bittiğini zannederken, su sadece bir şişeden diğerine girene kadar buharlaşacak, UEFA Kupası finali gecesi bardaktan boşalırcasına yeniden yağmak için sırasını bekleyecekti...

O gece bardaktan yağan yağmur, o tadını unuttuğumuz su tüm ölümsüzlüğüyle iflah olmaz futbol aşıklarının yüreklerini sonsuza kadar serinletti. Belki de o gece top Arsenal’i değil de Galatasaray’ı sırf Bülent’in tek kolla verdiği mücadelenin hatırına o kadar sevdi... Ama o tarihi gecenin bulutlarından gerçeğin kaygan zeminine bir an için indiğimizde çok daha iyi anladık her şeyi. Bir kere madem Bülent Korkmaz oynadığı takımın taraftarları dışında birçok kişi için “kazma”ydı da o Hagi’nin oyundan atılmasından sonra Galatasaray nasıl ayakta durdu? Eğer Popescu o gecenin “En İyi Yardımcı Oyuncusu”ysa Bülent Korkmaz Galatasaray’ın ta kendisi değil miydi Allah aşkına! Sonuçta Popescu, Barcelona’nın eski kaptanı, Romanya’nın Hagi’den sonra yetiştirdiği en büyük futbol sanatçısıydı; buna karşın Bülent Korkmaz sadece “bizim çocuk”tan başka neydi ki?
İşte tam da o çelişki futbolun ta kendisiydi... 1998’de Fransa Dünya Kupası’nı kazanırken Laurent Blanc eşsiz bir savunma sanatçısıysa Marcel Desailly o her tekmeye kafa uzatan “bizim çocuk”tu... 2005’te İstanbul’da Liverpool, Şampiyonlar Ligi tarihinin en efsanevi final performansına imza atarken Sami Hyppia Popescu-Blanc rolündeyken, Jamie Carragher Bülent Korkmaz’ın ikiz ruh kardeşi değil de neydi? Ve Jamie Carragher, önünde daha faal futbol yaşamı adına uzun yıllar olmasına rağmen Liverpoollular için yaşayan bir efsaneye dönüşmüşken, Bülent Korkmaz’a bir jübilenin bile çok görülmesini çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz ki? Halbuki o kızıl İstanbul masalı gecesinde, yine aynı spikerdi Carragher’i yere göğe sığdıramayan, halbuki ondan tam on yıl önce bir Galatasaray-Manchester United maçında Bülent Korkmaz’ın performansını papağan gibi tekrar ettiği “Boğaziçi Zırhlısı” hariç betimleyebilecek kelimeleri bile bulamamıştı... Neyse ki UEFA Kupası finalinde o kelime olarak karşılığı olmayan ruh hali, Türk futbolunun en güzel resim karesinde olabilecek en anlamlı şekilde sağlam kalan tek koluyla kupayı kaldıracaktı.
Yıllar sonra Ayvalık’ın Artur sahilindeki tek açık olan çorbacıda ona yeniden rastladığımda o ölümsüz resim karesindeki gibi gülümsüyordu. Yanında ne UEFA Kupası ne de Popescu vardı... Yıllardır evli olduğu eşiyle ilk el ele tutuştukları günkü kadar neşeli ve heyecanlıydı. Ama buna rağmen bir eliyle eşinin elini tutmaya devam etse de yanına gelen tüm insanların elini bıkmadan usanmadan ayağa kalkıp sıktı. Masasına oturmak isteyen kimseye hayır demedi... Ve karşısındaki her insana UEFA Kupası’na bakıyormuş gibi baktı.

Sonra sabah bir baktık ki, o masasına gelen çocuklarla, gençlerle maç yapıyordu... Hiç de Ali Sami Yen’deki gibi değildi o anda. Kimseye bağırıp çağırmıyordu, tekmeye kafa sokmuyor, kimseyi hafif de olsa dirseklemiyordu... İşte o anda tüm taraftarlık renkleri zihnimde anlamsızlaştı, hepsi bembeyaz oldu ve jeton düştü: İyi de cellatlar da kimseyi idam ederken sevimli olmaya çalışmıyor, gülmüyorlardı ki... O yıllarda Türkiye’nin üç büyüklerinden birinde sadece azmi ve ruhuyla ayakta kalan bir savunmacı nasıl başka türlü olabilirdi ki?
O anda Artur’da da kimilerine göre cellatlar kadar sevimsiz gelen yaşayan efsane o ölümsüz su misali bambaşka bir şişenin içine girmiş, onun zarif şekline bürünmüştü... “Boğaziçi Zırhlısı” zırhını çıkarmış, tarihin altın askısına asmış, içinden de o Ayvalık güneşi kadar sıcak çocuk ruhlu bir adam çıkmıştı. 1994’te Kayseri’ye attığı gerçeküstücü goldeki gibi uzaklardan kafayla kaleyi yokluyor, top dağa taşa gitse de, havada patlıyormuş gibi kaleye yetişmeden yere düşse de yine aynı şekilde gülümsüyor, hiç durmadan kendisiyle dalga geçiyor, bazılarının emekli cellatı bir deniz kenarı bilgesine dönüşüyordu.
O anda onu o bazılarının gözünde cellatlaştıran kaybetmeye karşı isyandan, diğerleri için cehennemlik bir nefretle eş anlamlı olan giydiği formaya duyduğu karşılıksız aşktan eser bile yoktu. Artık futbolun endüstriyel cehenneminin çok uzaklarında, bambaşka bir geleceğin kıyısında aslında hep olduğu kişi oluyor, geçmişin gözlerimize sindirdiği pasları bir gülümsemesi ile bir daha geri gelmeyecek şekilde söküyordu. Etrafında ateşlemesi gereken kimse de yoktu... Ne Hakan Şükür birkaç gol kaçırınca duygularına yenilerek kendi kendisinin kötü bir taklidine dönüşüyor, ne Hagi bakarkör Türk hakemlerinin antikalığı karşısında kendisini kaybediyor, ne de hiç kimse maçın skorunu hatırlıyordu.

Belki endüstriyel futbol cehennemi hem de karşılıksız aşık olduğu takımın formasıyla ona sırtını çevirmişti ama o hâlâ içindeki hiç yaşlanmayan Galatasaraylı çocuğun gözleriyle oraya, arkasına bakıyordu... Kimseye öyle bir şey demedi ama belki de bir kez daha kapıdan kovulduğu ölümsüz sarı-kırmızı aşkının yüreğine bacadan girmek için teknik adamlığa başlamıştı. Para onun için her zaman Galatasarayla karşılaştırıldığında elin kirinden bile daha gelip geçici, daha önemsizdi. O yüzden de kariyeri değil bir kez daha ideali seçti... Kayseri Erciyes küme düşmesine düştü ama on bir oyuncu da maçın son anına kadar Bülent Korkmazlaşarak olabilecek en zarif, en güzel şekilde kaybettiler. O ateşten gömlek düşmeme maçlarının birisinin sonunda Bülent Korkmaz, oyuncularını bırakıp üzülüp ağlayan top toplayıcının yanına gelmişti. Ne de olsa o da Türk futbolunun en güzel fotoğrafına top toplayıcılıktan gelmemiş miydi zaten? Bir yerden sonra maçın skoru, o yükselişin yanında tamamen teferruattı.
Ama asıl Galatasaray söz konusu olduğunda Bülent Korkmaz için her teferruat oldu. En başta Fatih Terim tarafından ısrarla Galatasaray’dan koparılmaya çalışılsa da hatta zamane yöneticileri bonservisini Bursaspor’a vermiş olsa da o gitmedi, gidemedi... Kadro dışı kalmasına rağmen Galatasaray’da kalması ne gurursuzluk ne de gereksiz bir hırstı! Diğerlerinde olmayan bir aşktı sadece; vefa ile alışkanlığın, bağlılık ile bağımlılığın birbirine teğet geçtiği ince çizgilerin ölümsüzleştirdiği bir aşk... Sekiz şampiyonluk yaşamak, Türkiye ligleri tarihinde bir takımın formasını en uzun süre giymek ya da UEFA Kupası’nı kaldırmak için kalmamıştı... Belki o kadro dışı kaldığı gün bu ülkedeki hiçbir savunma oyuncusu kağıt üzerinde Bülent Korkmaz kadar “kazma” değildi ama zaten herkes onun kadar “kazma” ya da “başka bir şey” olsaydı bugün Türk futbolu tüm skortif başarılarına rağmen bu kadar lime lime bir elbise olmazdı. Bence asıl kazma Bülent gibi olmayanlar... Ayrıca birisi bana şunu söylesin bu adam bu kadar çirkefse nasıl oldu da on beş yıllık lig kariyerinde sadece iki kırmızı kart gördü? Ben bunun sırrını Ayvalık sahilindeki maçtan biliyorum ama kimseye söylemeyeceğim, o da bana kalsın!"


ALPER BAŞ - (F Dergisi)

5 Aralık 2008 Cuma

Nostalji #8

4 Aralık 2008 Perşembe

Hertha Berlin: 0 - Galatasaray: 1

Topu topu 6 gün öncesi... Metalist'e evimizde yenilmişiz, kötü de oynamışız üstelik. Servet çarmıha gerilmiş, Ayhan ipe gönderilmiş, Barış'ı giyotin paklamış vesaire vesaire... Birçokları karalar bağlamış, ağzına geleni saydırmış. "Ne verdin ki ne istiyorsun"'u utanarak karşılaması gerekenlerin yüzsüzlüğü tavan yapmış. Biz demiştik halbuki endişe edilecek bir şeyin olmadığını. Neticede Olympiakos'a top göstermeyen de Benfica'yı kendi seyircisi önünde rezil eden de bu Galatasaray'dı... 45 bin Türk'ün önünde Hertha'yı yenemeyecek miydik yani? Skor taraftarlarına selam olsun... En çok onlar sevinmiştir bu gece... Kutlu olsun!
Maça gelelim... Daha önce de söylemiştim, bu sezon takıma hakim olan tek konsantrasyon Avrupa'da başarı üzerine. UEFA Kupası'nda deplasmanda yapılan maçların tümünden galip ayrılıp da Süper Lig'de sadece Kocaelispor deplasmanından 3 puan çıkarıyorsanız, sanırım bunun başka mantıklı açıklaması yok. Olympiakos ve Benfica maçlarında bu hırsı görmüştük. Metalist sürprizi beklediğim bir sonuçtu, nedeni bana kalsın. Fakat Galatasaray'ın Hertha Berlin'i Berlin'de rahat yeneceğinden adımın Anıl olduğuna emin olduğum kadar emindim işte. Skor 1-0 olabilir, fakat oyunun genelindeki üstünlüğümüzü düşünürsek gayet de kolay kazandık işte maçı.
Bazı kırılma noktaları vardı maçta. Voronin ve Pantelic'in skor daha 0-0 iken müsait pozisyondan yararlanamamaları ve De Sanctis'in insanüstü iki kurtarışı bu kırılma noktalarına örnektir. Bu gece galibiyetten azını hak etmemiştik zaten, o poziyonlar golle sonuçlanmamalıydı. En nihayetinde maç boyunca bizdan yana biraz taraf tuttuğunu gözlemlediğim İtalyan hakem haklı bir penaltı çaldı. Haklı diyorum çünkü 25 Ağustos 2000'de alehimize çalınan penaltının hemen hemen aynısıydı. Baros da penaltıyı gole çevirince Lincoln gibi ellerimi göğe kaldırdım. Sanırım Lincoln, Baros ve Barış'a da ayrı birer parantez açmak lazım.
Lincoln bu sene bir başka... Hacettepe maçından sonra şüpheyle yaklaşıyordum kendisine ama beni yine yanılttı. Çok değil, birkaç ay önce bir "Defol git" demediğim kalmıştı. Şimdi karşıma çıksa ayaklarına kapanırım. Olması gereken Lincoln budur. Uzun zamandır sahada takıma liderlik edecek, oyuna hükmedecek bir oyuncunun eksikliğinden dem vuruyorduk, bulduk işte, sahibiz artık ona. Bu maçta Arda ve Sabri'nin yerine kaptanlık görevinin Lincoln'e verilmesi ise beni ayrıca mutlu etti.
Baros'a gelecek olursam beni çok şaşırtmış olduğu ile devam edebilirim mesela. Takıma katıldığı günden bu yana 3 gol birden atmış olduğu Hacettepe maçı dahil bu kadar etkili görmemiştim Milan Baros'u. Ayağında top tutmayı ve top sürmeyi bile başardı. Varın siz düşünün dahasını...
Bir de atlanmaması gereken başka bir isim, Barış Özbek var tabii. Metalist maçında kurban ilân edilen adam bu gece Ayhan'ın yokluğunu aratmadı bile. En klasik tabirle bir dinamo gibi çalıştı. Barış'ın en sevdiğim yönü de bu; mücadeleciliği!
Skibbe'nin Süper Lig'deki tek forvet tercihine karşı olsam da aynı tutumu UEFA Kupası'nda göstermesinin de taraftarıyım. Bizi bu kupada hedeflenen yere götürecek bir sistem varsa o da bu sistemdir. Sadece Nonda'ya biraz üzülüyorum, o kadar.
Galatasaray 3.tura çıkmayı sonuna kadar hak etmiştir, kim ne derse dedin. Gruptaki en büyük rakiplerinizi iç saha dış saha ayrımı yapmaksızın eze eze yeniyorsanız, bunun hakkı grup liderliğidir. Şayet Metalist deplasmanda Benfica'yı yener de grubu lider tamamlarsa, biz de Şampiyonlar Ligi'nden gelecek takımları buyur ederiz soframıza. Bu saatten sonra Galatasaray ile eşleşecek olanlar düşünsün! Madem ki hedefi final olarak koyduk, o yüzden biz rakip ayırt etmiyoruz.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Casa TED Kolejliler: 66 - Galatasaray: 75

Maçın üzerinden 5 gün geçmiş, ben daha yeni yazma fırsatı buluyorum. Belki de hatırıma şimdi düşmüştür, bilemeyiz.
Biraz garip bir grafik çiziyor bu sezon Galatasaray. Ligde sekizinci haftanın maçıydı Ankara deplasmanındaki Casa TED Kolejliler müsabakası. "Ankara deplasman sayılmaz" diyoruz, bir bildiğimiz varmış demek ki. Efes Pilsen firesinden başka kaybımız yok Beko Basketbol Ligi'nde. Bu maçtan da 75-66'lık galibiyetle ayrılarak ikinci sıradaki yerimizi korudur. Avrupa'da tatsısız biraz ama lig için hâlâ umudumuz var.

2 Aralık 2008 Salı

Heroes!

Hepsi birer Hiro Nakamura!



This Is One For The Good Days...

26 Ekim 1999 --- Hertha Berlin: 1 - Galatasaray: 4

...ve tarih tekerrürden ibarettir!

Galatasaray: 3 - Hacettepe: 1

Son düdüğe kadar yazacaklarım belliydi aslında. Bahsi edilecek husus çoktu Galatasaray'da. Skibbe'den girerdim belki, kötü oyundan çıkardım. Belki de Ümit Karan'ın tavırlarına dokundururdum biraz. Hiç olmadı, seyredilen son derece umutsuz tabloda Polyannacılık oynardım. Fakat son düdükten sonra vazgeçtim... Bunların hiçbirini yazmayacağım. Şimdi Erdoğan Arıca'dan girip orada kalacağım!
Sen kimsin be adam! Hasta mısın, nesin sen? Futboldan anladığın nedir ki futbolun içinde olmak için çabalıyorsun? Ahlâk bekçisi misin yoksa? Ne olduğuna, kim olduğuna bir karar ver, biz de bilelim.
Karşılaşmanın son beş dakikasına girilmiş... Galatasaray rakibi Hacettepe karşısında son derece tatsız bir futbol sergilemiş olmasına karşın üstünlüğünü skor tabelasına "3-1" olarak yansıtmış. Rakip sahada 9 kişi. Gol aramak için Galatasaray kalesine taşınmış. Pozisyondan eli boş dönmüş. Yapmış olduğu hücumun ardından orta sahaya dönmekte güçlük çekince, iki kişi eksik oynuyor olmanın da cezasını çekercesine orta alanı bomboş bırakmış. Bu noktada Galatasaray'ın 10 numarısı şık bir hareketle topu önüne almış, diz hizasına kadar kaldırmış ve sektirmiş, sektirmiş, sektirmiş, sektirmiş, sektirmiş, sektirmiş ve sektirmiş... Bunu gören Galatasaraylılar ve futbol aşıkları mest olurken, belki de rakip takım taraftarları kıskançlıkla dolu bir küfür savurmuştur. Bilemeyiz. Ancak bir şeyden eminim ki o da Lincoln'ün hareketinin vuku bulduğu anda bu hareketin ahlaki yönünü sorgulamak kimsenin aklına dahi gelmemiştir. Ne zaman ki Erdoğan Arıca denen ne yapmaya çalıştığından bile haberi olmayan zat son düdükle birlikte Lincoln'ün üzerine yürüdü, ondan sonra da yaygara koptu zaten. Beyefendinin gerekçesi Lincoln'ün seyir zevki veren hareketleriymiş. Yapılan edim ne kadar etikmiş? Sana mı kaldı Erdoğan futbolun etiğini sorgulamak? İşine gelince "Futbol bir şov, biz de bu şovun bir parçası olmaya çalışıyoruz", değil mi?
Peki ya senin ipinle kuyuya inenlere ne demeli! Kılavuzu sen olanların düştükleri durumlara ne demeli! Lincoln'ü hedef adam gösterenlerin, "Ben olsam peşine adam takardım" diyenlerin ahlâkları nereye kayboldu bir anda!
O kadar gülüyorum ki hallerinize... Lincoln'ün dün akşam maçtan sonra aklından geçenleri düşünüyorum sonra... Türkiye'de futboldan anlayanların sayısı bir elin parmaklarını geçer mi? Koca koca adamlar, sokakta görülse yüzüne tükürülecek yığınla şaklaban pazar akşamları aptal kutusunu kaplayıp meşin yuvarlak hakkında ahkam kesiyorlar. Kimsiniz ki siz? Bir futbolcunun göze hoş gelen hareketlerini saatler boyu tartışmanın lüzumu nedir? Dünyada var mıdır bunun başka bir örneği? Yoksa hep Galatasaray'a hep Galatasaray'a mıdır?