31 Ağustos 2007 Cuma

Rakibimiz FC Sion

UEFA Kupası 2.ön eleme turunda Hırvat temsilcisi Slaven Koprivnica'yı eleyerek UEFA Kupası'na ismini yazdıran Galatasarayımız'ın 1.turda karşılaşacağı rakip İsviçre temsilcisi FC Sion oldu. Tarihinde pek bir başarısı olmayan Sion'un iki lig şampiyonluğu ile 10 İsviçre Kupası şampiyonluğu var. Ayrıca hatırlanacağı gibi 1997/1998 sezonu Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Sion'la oynadığımız iki maçı da 4-1'lik skorla kazanarak devler ligine katılmıştık. Sion ile yapacağımız ilk maç 20 eylülde Tourbillon Stadı'nda, düğümü çözecek rövanş maçı ise 4 ekimde Mabet'te. Galatasarayımız turu geçtiği taktirde UEFA Kupası 2.turunda grup maçları yapmaya hak kazanacak.

Shabani Nonda Galatasaray'da

Bu yıl büyük hedeflerle yola çıkan Galatasarayımız uzun süredir sıkıntı çektiği forvet mevkiine yaptığı Shabani Nonda transferiyle bu soruna son noktayı koydu. Dün akşam saatlerinde gizlice İstanbul'a getirilen Kongolu futbolcu sağlık kontrolünden geçirildi. Bugün (31.08.2007) saat 13:30'da Galatasaray ile resmi sözleşme imzalayacak olan Nonda'nın kariyeri başarılarla dolu olsa da son dört sezonda attığı toplam golün 20 bile olmaması Galatasaray için tam bir handikap oluşturacak. Nonda'nın kariyerine bakacak olursak... Nonda'nın kariyeri 1995 yılında İsviçre'nin Zurich takımında başladı. İsviçre ekibinde bulunduğu 3 yılda oynadığı 75 maçta rakip filelere 36 gol bırakmayı başardı. Özellikle 1998 yılında 34 maçta kaydettiği 24 gol ile bir anda dikkatleri üzerine çeken golcü futbolcu aynı yıl Zurich'den Rennes'e transfer oldu. 1998 ile 2000 yılları arasında formasını terlettiği Rennes'de çıktığı 62 maçta toplam 31 gol atma başarısını gösterdi. Zurich'teki başarısını burada da sürdürünce kendisi için artık daha büyük takımlara gitmenin vakti gelmişti. 2000 yılının yazında 2005'e kadar formasını giyeceği Monaco'ya 20 milyon Euro karşılığında transfer oldu. Monaco'da oynadığı 5 sezonda toplam 116 maçta forma giyen oyuncu bu kez toplam 57 gol atabildi. Özellikle 2002-2003 sezonunda Monaco'da 35 maçta 26 gol atarak Ligue 1'in gol kralı oldu. 2005-2006 sezonunda ise Nonda'ya ünlü İtalyan kulübü Roma talip oldu. Lâkin büyük umutlatla yapılan bu transfer hüsranla sona erdi. Aslında kendisine musallat olan talihsizlik yüzünden İtalya'da ağır sakatlıklardan kurtulamayınca Roma kariyerini 16 maç ve 4 gol ile sonlandırabildi. Geçtiğimiz sezon başında ise Roma'dan kiralık olarak Blackburn Rovers'a gitti. Sakatlığın etkileri yüzünden fizik gücünü kaybetmiş olsa da İngiltere macerasını 26 maçta 7 golle bitirdi. Vakt-i zamanında Galatasarayımız'a da Şampiyonlar Ligi'nde 2 golü bulunan futbolcu artık Süper Lig'de ve UEFA Kupası'nda Galatasaray için mücadele edecek. Bugün 2 yıllık sözleşme imzalayacak Nonda'ya sarı-kırmızı başarılar diliyoruz. Hoşgeldin Shabani Nonda!

Galatasaray: 2 - Slaven Koprivnica: 1

Siz bakmayın Servet'in dudaklarını ısırdığına. Karşısındaki rakipten korktuğu için değil aslında onun bu duruşu. Garip olan Servet'in tribünlerdeki ve ekranları başındaki Galatasaraylılar'a dudaklarını ısırtacak bir futbol oynamış olması. Bu resimde de sanki "Bakın böyle yapacaksınız" der gibi. Neyse...
Yaz mevsiminin bitmesine 1 gün kala Zafer Bayramımız'ın 85'inci yıldönümünde ağırladık Hırvat temsilcisini. Aslında iş iki hafta önce Koprivnica'da bitmişti. Bu maç da daha çok 3,5 ay sonra sevgilileri buluşturacak bir formalite maçı tadındaydı. Yine de bir kazaya mahal vermemek için dikkatli olmak gerekiyordu. Malum Tromso faciasının acısı hâlâ yüreklerde. Bu kez işi sıkı tutan Aslanlarımız karşılaşmayı Ümit Karan ve Hakan Şükür'ün golleriyle 2-1 kazanıp UEFA Kupası 1.turunda mücadele etmeye hak kazandı. Şimdi karşılaşma sonrası görüşlerini almak için Koprivnicalı futbolculara mikrofonlarımızı uzatıyoruz:
Ivesa: Buraya gelirken pek bir şey beklemiyorduk. Galatasaray bizi adeta silindir gibi ezdi. Özellikle "Kral" Hakan Şükür'ün golüne engel olamazdım. O kainatın en iyisi!
Bosnjak: Keşke adım gibi Boşnak olsaydım da bu maçta forma giymeseydim. (Evet, kabul ediyorum çok alakalı)
Kresinger: Şimdi de bakam sen bağa bi' bu Lincoln elemanı nası durdurulur?
Poljak: Galatasaray'ın en zayıf yanının kalecisi Orkun olduğunu biliyorduk. Üzerine oynadık, o da sağolsun penaltı yaptırdı. Çok klas vurdum canım.
Radicek: Vallahi ben ileri uçta olduğum için ilk gole uzak kaldım. Bu adamı nereden bulmuşlarsa artık, çalım manyağı yaptı bizim savunmayı sonra da 99 numaralı oyuncuya "Artık bunu da atarsın" dercesine bıraktı. E onu da atsın artık. Ulan ben ceza alanında olacaktım ki!
Teturic: Hani lan bu Servet adamı kötü oynuyordu. Ben anlamam arkadaş, kandırdılar bizi. UEFA Kupası'na böyle kalacaklarına hiç kalmasınlar. Gelecek sene görüşürüz sizinle.

28 Ağustos 2007 Salı

Hüseyin Beşok Galatasaray'da

Basketboldan pek anladığımı söyleyemem. Ancak televizyonda Galatasaray'ın maçlarına denk geldiğimde sanki futbol maçı izliyormuşçasına heyecanlanırım. Birkaç kere de Ahmet Cömert gitmişliğim var hani. Ama o kadar, fazlası yok. Yine de şöyle bir düşününce Milli Takım'ın Avrupa Şampiyonası ve Dünya Şampiyonası'nda gösterdiği üstün performans sayesinde oldukça Türk basketbolcuyu bildiğimi farkettim. Buna karşın guardmış, forvetmiş, centermış anlamam. Mevzuubahis basketbolculardan biri de Hüseyin Beşok. Evet, artık Galatasaraylı. Her ne kadar Fitch ve kaptan Burak Sezgin'i kaybetmiş olsak da yapılan transferleri görünce bu sezon en az futboldaki kadar heyecanlandıracak Galatasaray bizi. Hüseyin Beşok hakkındaki bilgileri resmi siteden buraya olduğu gibi taşıyorum;

Yeni sezon öncesi önemli transferler yapan Galatasaray Cafe Crown, milli oyuncu Hüseyin Beşok ile 2 yıllık sözleşme imzaladı.
Center mevkiinde görev yapan Beşok, geçen sezon Polonya şampiyonu Prokom Trefl Sopot takımında forma giyiyordu. 2.12 metre boyundaki oyuncumuz, Polonya Ligi'nde 39 maçta ortalama 18 dakika süre alırken 9.5 sayı - 5.3 ribaund - 1.8 asist - 1 blok ortalaması tutturdu.
Hüseyin Beşok, 2005 - 2006 sezonunda ise Fransa şampiyonu Le Mans takımına özellikle final maçında büyük katkı yaparken, 20 dakikada 26 sayı - 3 ribaunt - 2 asistle yıldızlaştı. Beşok, aynı sezon ULEB Cup'ta 13.6 sayı - 7.2 ribaund - 2.4 asist ve 1.3 top çalma ile göz doldurdu.
Yurt dışı kariyerine 2001 yılında İsrail'in Maccabi Tel Aviv takımında başlayan ve o günden beri birçok kupa kazanan milli oyuncu, Karşıyaka altyapısında yetişti. 19 yaşında Efes Pilsen'e transfer oldu, 1996'da Koraç Kupası'nı kazanan kadroda yer aldı.

Hüseyin Beşok
Mevki: Center
Doğum Tarihi: 2 Ağustos 1975
Geldiği Takım: Prokom Trefl Sopot (Polonya)
Boyu: 2.12 m

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Cehenneme Bilet Ateş Pahası

Galatasarayımız'ın 30 Ağustos 2007 Perşembe akşamı Zafer Bayramı'nda UEFA Kupası ön elemesinde Slaven Koprivnica ile Ali Sami Yen Stadyumu'nda yapacağı maçın bilet fiyatları kulübün internet sitesinde açıklandı. Fiyatları ben olduğu gibi yazayım da sonra yorum yaparız;

Galatasaray - Slaven Koprivnica Bilet Fiyatları
Numaralı Grup 1 ve 2.200 YTL
Kapalı Üst 80 YTL
Kapalı Alt 70 YTL
Yeni Açık Üst 30 YTL
Yeni Açık Alt 30 YTL
Eski Açık 30 YTL

Maç günü Ali Sami Yen Gişe Fiyatı
Numaralı Grup 1 ve 2.190 YTL
Kapalı Üst 70 YTL
Kapalı Alt 62 YTL
Yeni Açık Üst 26 YTL
Yeni Açık Alt 26 YTL
Eski Açık 26 YTL

Anlaşılan o ki sevgili yönetimimiz iki transfer yaptı diye bu sene taraftara bilet fiyatları konusunda çok çektirecek. Ulan sevmeyebilirsin ama taraftarın senin en büyük gücün. O taraftar bu sene takımıyla ilk kez karşılaşacak. Sevgililer Mabet'te buluşacak. Ama sen ne yapıyorsun? Bilet fiyatlarını öyle bir belirliyorsun ki gören de UEFA Kupası yarı finali oynayacağız zanneder. Neyse lan, daha fena konuşurdum da kandil gecesi şimdi. Diğer maçlara artık.

Galatasaray: 1 - Ankaragücü: 0

Turkcell Süper Lig'de 2007/2008 sezonunun 3.haftasında dün Ali Sami Yen'de lig ikincisi Ankaragücü'nü ağırladık. Beş maçlık seyircisiz oynama cezamızın ikinci halkasını oluşturacaktı bu maç. İlk iki hafta itibarıyla attığımız 5 gol karşılık kalemizde hiç gol görmemiş ve liderliğe kurulmuştuk. Haliyle bu maçta da galibiyetten başka bir şey düşünülemezdi. Ancak Galatasaray durumu pek de içaçıcı değil...
Maça Orkun, Servet, Volkan, Uğur, Song, Arda, Lincoln, Ayhan, Sabri, Hakan ve Ümit ilk on biri ile başladık. Aslında bakılırsa "kaleyi gördüğünde şut çek" felsefesi beraberinde birçok pozisyon getirdi. Bunu maçında başında önce Servet'in altı pastan topu kaleciye nişanlamasıyla anladık. Ardından Arda ve Sabri yokladı. Sonuç yok! Dakikalar 22 olunca Lincoln yine "yıldız farkı"nı gösterdi ve müthiş bir golle Galatasarayımızı 1-0 öne geçirdi. İlk yarıda Ankaragücü'nün nerdeyse hiç pozisyonu yoktu. Hatta bunu maçtan sonra yaptığı yorum ile en iyi Ahmet Dursun anlatıyordu: "40-50 kere geldiler kalemize. Yedik sonunda"... Yersin tabii. Rakibinde skora etki edecek adam olursa yersin. Ancak insan sormadan edemiyor "Lincoln olmasa ne halt yeriz?" diye. Puan tablosunda bulunduğumuz konumda olmayacağımız kesin.
İkinci yarıda ise taraftarı kanser edecek bir oyun anlayışıyla sahadaydık. Yanlış hatırlamıyorsam Galatasaray en son 1-0'ın üstüne yatmaya çalışıyordu. Üst üste 2 pas yapamayan takım tamamen bir an önce maçı bitirmek istiyor gibiydi. Sonunda istedikleri oldu ve kazasız belasız bir haftayı daha geçtik. 9 puan ve averajla liderliğimiz devam etse da sahada gördüklerimiz ilerisi için umut vermiyor. Maçtan sonra taraftarlardan bazıları oynanan oyunu da beğenmiş. Çok pozisyona girmenin iyi oynamak olmadığını da hatırlatmak isterim o arkadaşlara. Özellikle Ümit ve Hakan'ın sahada yokları oynaması, "alın da atın" dercesine aldıkları pasları cömertçe heba etmeleri forvet transferi konusunda "belki olmayabilir" diyen yönetime tehlike çanlarının çaldığını haber veriyordu sanki.

24 Ağustos 2007 Cuma

Charles Gaines Galatasaray'da

Galatasaray Cafe Crown ikinci yabancı transferini Amerikalı forvet Gaines'i takıma katarak yaptı. 26 yaşındaki oyuncu geçtiğimiz sezon İspanya Ligi'nde yarı final oynayan Badalona takımından transfer edildi. Badalona'da geçen sezon 34 maçta 11,1 sayı ortalamasıyla oynayan Gaines, elde ettiği 7,8'lik ribaund ortalamasıyla İspanya Ligi'nin en üretken beşinci oyuncusu olmuş. Euroleague tecrübesi de bulunan oyuncunun takımımıza özellikle ULEB Cup'da faydalı olacağını umuyorum.

23 Ağustos 2007 Perşembe

Dünyayı Kurtaran Adam

Bu yazı haftalık olarak çıkan ve severek takip ettiğim "Hayat Yuvarlaktır" sloganı ile yola çıkmış "F" dergisinin bir sayısından alıntıdır. Hatırlanacağı gibi daha önce de Hagi'den Önce Hagi'den Sonra başlıklı yazıyı da bu dergiden alıntı olarak siteye taşımıştım.

---------------Dünyayı Kurtaran Adam---------------

Tek bir soru hakkım vardı o anda… Koluna dokundum hafifçe, bana baktı yanında beraber futbol oynadıkları küçük oğlundan bile daha muzip gözlerle… “Sor bakalım paşa!” dedi. “Neden diğer kalecilerin aksine penaltılarda tek elinle en köşeye kadar uzanıyorsun, diğer elini hiç kullanmadan?” dedim. Topu uzaklara, havalara dikti; sonra oğluna “Hadi bakalım dripling çalış, bütün ağaçlar rakibin, bak o en büyük olan Bülent tamam mı? Hepsini geç ve sonra bizim yanımıza gel… Maracana’da, Sami Yen’de oynar gibi… Hadi göreyim seni…” dedi ve yanıma oturdu:
“Bak şimdi, kalecilerin aşil tendonu, penaltılardır. Dünyanın en iyi kalecileri Lev Yaşin, Meier, Fillol bile kendilerini dünyanın en zavallı insanı gibi hissederler rakip penaltı için topun başına gelirken… Eskiden, futbolcular penaltıları kalenin ortasına vururlardı. Çünkü kaleciler daha topa vurulmadan bir köşeye doğru Allah ne verdiyse atlarlardı. Şansları yarı yarıyaydı. Şansı tutan kahraman, tutmayan, ters köşeye yatan aptal olurdu. Sonradan penaltı atışlarının önemi artınca kalecilere penaltı çalıştırılmaya başlandı, büyük turnuvalardan önce. Uzun süre çalıştım ve oyuncuların yüzde doksanının penaltıları yerden köşeye attıklarını tespit ettim. Ben aslında çok yetenekli bir kaleci değilim ama çok çalışıyorum. Penaltılarda da yaptığım çalışmalar sonucu öyle atlamaya karar verdim.”
O sırada, çocuk geri geldi… Ne kadar da babasına benziyordu, cin gibi gözleri ve ele avuca sığmaz elleriyle… Sürekli babasının şortunu çekiştiriyordu… Taffarel, “Biz gidiyoruz, çalışmamız lazım” dedi ve hızla gözden kayboldu… Tamamen büyük bir tesadüfün eseri olarak oradaydım… Motosikletim bozulmuştu, iyi ki de bozulmuştu. Çok güzel bir tesadüftü… Onu orada görmek, hatta onunla konuşmak, saha içindeki gibi dünyalar iyisi bir adam olduğunu yakından görmek… Bütün tesadüfler gibi güzeldi…
Ama Taffarel’in başarısı kısacık konuşmamızda da altını çizdiği gibi hiç mi hiç tesadüf değil. Efsanevi kaleci antrenörü Datcu, Taffarel için “Onun kadar çalışan bir kaleci daha görmedim” diyor, Maradona ise Taffarel’in kaleciler bazında tarihsel önemini belirtmek için “1982 ve 1986’daki Brezilya takımı, 1994’te Dünya Şampiyonu olan takıma beş çekerdi beş… Tabii eğer Taffarel 80’lerde Brezilya’nın kalesini korusaydı, her maçta herkese 5 çekerlerdi o ayrı” diye yazıyor otobiyografisinde.
Bence de Maradona yerden göğe kadar haklı. Çünkü biz Türkiye’nin İngiltere’den sekiz yediği yıllarda Dünya Kupaları’nda kendi milli takımımız gibi desteklediğimiz Brezilya, hiçbir şeyden çekmemişti kalecilerden çektiği kadar. 1982’de adını bile hatırlamak istemediğim eldivenli felaket ve daha sonradan Türkiye’ye, Malatya’ya transfer olan Carlos, sadece sahada en kötü futbol oynayan oyuncular olduğu için mahalle maçında kaleye atılmış kabiliyetsiz çocuklar gibiydiler.
1966 yılında Claudio André Mergen Taffarel adıyla doğan Taffarel, diğer Brezilyalı çocuklar gibi o anda forma giyenler arasında en kabiliyetsizi olduğu için kaleci eldivenlerine mahkum olmamıştı. Onunkisi pekâlâ bilinçli bir tercihti. İstese, savunma ya da orta sahada da oynayıp yine milli takıma seçilebilirdi. Ama yıllardır kaleci sıkıntısı yaşayan bu dünyanın en büyük futbolcu fabrikasında iyi bir kaleci demek, bulunmayan Hint kumaşı demekti.

Aslen Alman ve İtalyan melezi olan Taffarel, kaleci olmaya karar verdiğinde diğer futbolcularla çift kale antrenmanı yaparken orta saha ve savunmada oynamaya devam etti. Bunun sebebi, ona göre bir kaleciyi vazgeçilmez yapacak en önemli özelliğin oyunu okuma kapasitesi olduğuna inanmasıydı. “Bir kaleci nasıl olmalı”nın tarifi yapılırken Taffarel’i tarif ediyoruz aslında: Her şeyden önce sahanın en soğukkanlı, en dengeli oyuncusu; aynı zamanda takımın gizli oyun kurucusu ve maçın kaderini belirleyecek anlarda minimum hata ile oynaması gereken en önemli oyuncu…
Oynadığı tüm takımlarda bu modern kaleci tarifinin olmazsa olmaz özelliklerini sahaya yansıtırken, üst üste üç Dünya Kupası’nda Brezilya’nın banko kalecisi olmuş, 1994’de yirmi dört yıl sonra gelen şampiyonluğun en büyük mimarlarından birisi haline gelmişti. Brezilya Milli Takımı tarihinin ikinci en çok milli kalecisi olan Taffarel hayatımıza 1990 Dünya Kupası’nda girdi. Dünyanın gelmiş geçmiş en futbol fakiri olan kupasında Brezilya, savunma ağırlıklı bir oyun sergileyerek herkesi hüsrana uğratırken, Careca ve Rai ile beraber takımın en çok göze hitap eden oyuncusuydu. Geriden eliyle oyun kurması, sürekli geriye yaslanan, Brezilya forması giymiş ama İtalya gibi oynamaya çalışan takımın geriden oyunu sabırla kuran beyniydi. Bir anlık Maradona - Caniggia mucizesi sonucu ikinci turda Arjantin’e elendiklerinde Brezilya basını kupanın onlar açısından tek olumlu yönünün nihayet bir kaleciye kavuşmak olduğunu yazmışlar, tarihinin en kötü Brezilyası’nın tek kazancı olarak onu övmüşlerdi.
1994 Dünya Kupası’na kadar bu övgülere layık olmak için kendisini daha da geliştiren Taffarel, ilk tur grubunda tek bir gol yemiş, finale kadar da kalesinde sadece iki gol daha görmüştü. Dünya Kupaları’nın penaltılar sonucunda şampiyonun belirlendiği tek finalinde İtalya karşısında sahanın tartışmasız yıldızıydı. Baggio ve Baresi gibi penaltı ustaları Taffarel’in karşısında topu dışarı yollamışlar, penaltı ustası Massaro’nun vuruşu ise yazının başında bana anlattığı gibi plonjon yapan Taffarel’in elinde eriyip gitmişti. Daha sonra 1998 Dünya Kupası’nda Fransa’da yarı final karşılaşmasında Hollanda’nın en önemli penaltı ustası Cocu’nun atışını yine aynı şekilde kurtarmış, takımını finale taşımıştı. 1989 ve 1997’deki Copa America şampiyonluklarında da yine başroldeydi. Pele’nin belirlediği ‘Gelmiş Geçmiş En İyi 125 Futbolcu’ listesindeki dokuz kaleciden birisi olan ve o dokuz kaleci arasındaki tek Brezilyalı Taffarel ile asıl büyük aşkımız ise 1998’de Galatasaray’a transfer olmasıyla başladı.
Daha önce 1984-90 yılları arasında Internacional, 1990-93 yılları arasında Parma, 1993-94 sezonunda Reggiana, 1994-97 yılları arasında Atlético Mineiro formaları ile başarılı bir kulüp kariyerinin altına imza attıktan sonra Türkiye’yi seçmesi birçok futbol otoritesini şaşırtmıştı. Ama kaleciliğin ne kadar nankör bir meslek olduğunu onun kadar bilen çok az insan olduğu için o, bu tercihi fazlasıyla isteyerek ve bilinçli bir şekilde yapmıştı.
Çok güzeldi Taffarel’in Türkiye macerası, 2001 yılına kadar formasını giydiği Galatasaray ile çok büyük başarıların altına imza attı. O olmasa Galatasaray UEFA Kupası’nı kazanabilir miydi? Hagi’ye rağmen kazanamazdı, çünkü o yıl en az Cruyfflu Barça, Dalglishli Liverpool gibi kaleciden en ileri uca kadar mükemmel bir orkestra gibi futbol icra eden Galatasaray’ın en arkadaki oyun kurucusuydu, en kritik anların en zor pozisyonda bile çok rahat kurtarışlar yaptığı için “Panter Kaleci”, “maçı kurtaran adam” olarak pek anılmadı, çünkü biz ona hemen alışmıştık. O an efsane kalecilerde Meier, Dassaev ya da Bonner gibi direkler arasında kanatlanmış panterler gibi uçmazdı. Neredeyse bütün şutlar kucağına gelir, en sert toplar bile ellerinin arasında erir giderdi. Topun gideceği yeri sanki direklere konan melekler sürekli kulağına fısıldıyormuş gibi hep doğru tahmin eder, her zaman üç direk arasında olunabilecek en doğru zamanda, en doğru yerde olurdu. Her degajı, bir asist ya da ölümcül bir kontratak başlangıcı niteliğindeydi. Top tekniği, beraber oynadığı savunma oyuncularının, Popescu hariç, hepsinden daha iyiydi. O harika teknikle pekâlâ Türkiye’de ya da dünyada birçok takımda orta saha oyuncusu olarak da oynayabilirdi. Galatasaray’a gelmeden önce, üç yabancı sınırlaması yüzünden İtalya’da kadroya giremediği dönemlerde Rahipler Ligi’nde santrfor olarak gol kralı olmuş, Galatasaray antrenmanlarında attığı jenerik gollerle akşam spor haberlerinin en önemli malzemesi haline gelmişti.

Bir Adanaspor maçında Okan Buruk’a yaptığı mükemmel asitsi bir de Hagi yapabilirdi sadece. Her şey bir yana saha içinde o gelmiş geçmiş en güzel Galatasaray takımının Hagi ile birlikte en büyük orkestra şefiydi. Aslında en zayıf yönü yan toplarıydı ama savunmasını öyle bir yerleştiriyor ve öylesine ustalıkla yer tutuyordu ki sanki bütün toplar rakip takımın santrforuymuş gibi ona geliyordu. UEFA finalinde ‘Maçın Adamı’ seçilecek, daha önce Dünya Kupası’nı kazanmış olmasına rağmen bu zafere en çok sevinen oyuncu olacaktı. Çünkü içindeki hiç yaşlanmayan çocuk her daim gözlerinde, sözlerinde pırıl pırıl parlıyor, en başta Galatasaraylılar olmak üzere hemen herkese yaşama sevinci aşılıyordu.
Çok sevdiği iki çocuğunun yanı sıra kırk kadar çocuğu da evlatlık edinen bu çocuk yürekli adam, Florya’ya bisikleti ile herkesten önce geliyor, UEFA’yı kazanıp şampiyonluğu garantiledikleri dönemlerde bile herkesten çok çalışıyor, yine bisikleti ile en son evine dönen oyuncu oluyordu. Buralardan ayrılana kadar ne kaleci ne de insani refleksleri bir nebze olsun zayıflamadı. Kendisine verilen tüm riskli geri paslarda bir an bile telaşa kapılmadı, en zor durumda bile harika bir ayak içi ile rakip ceza alanının önündeymiş gibi atılabilecek en stil pasla oyunu baştan kurdu.
Galatasaray’da kurduğu ilişkilerde de en az oyun kurmasındaki kadar zarif ve ustaydı. 100.yıl maçı için geç saatlerde geldiği otelde “Oyuncular dinlensin, ben rahatsız etmeyeyim” diyerek iki çocuğu ile beraber yandaki iki yıldızlı otelde kalmayı tercih etti. Onun için yıldız olmak, çok fazla bir şey ifade etmiyordu. Bir gün televizyonda söyledikleri, kariyer hırsı ile hayatlarını mahveden milyonlara ders olacak nitelikteydi: “İyi bir futbolcu muyum? Bilmiyorum, çok da önemsemiyorum. Ama iyi bir insan olarak hatırlanmayı tercih ederim.”
Tabii ki öyle hatırlayacaktık onu, onun istediği gibi, gördüğümüz en zarif gönüllü insan olarak. Ondan başka kim 1994’de Dünya Şampiyonu olduktan soran profesyonel futbola ara verip kimsesiz çocuklara karşılıksız futbol öğretmenliği yapardı ki başka? Bizler “Kalede Taffarel var, gerisi önemli değil” deyip saha içiyle yetinirken o, topları kurtarmaktansa dünyayı kurtarmanın çok daha önemli olduğunu gösteriyordu bize.

Brezilya’da Milli Kahraman olan tek kaleciydi, İtalya Serie A’da forma giyen ilk yabancı kaleciydi. UEFA finalinde Henry’nin kurtarılması imkânsız kafasını kurtardıktan sonra sadece “Tanrı’nın eli” demişti. 1985 Ümit Milli Takımlar Güney Amerika Şampiyonluğu, 1985 Ümit Milli Takımlar Dünya Şampiyonluğu, 1987’de Pan Amerikan Oyunları’nda altın madalya, 1988 Seul Olimpiyatları’nda gümüş madalya, 1989 Amerika Kupası şampiyonluğu, 1992 İtalya Kupası şampiyonluğu, 1993 Avrupa Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğu, 1994 Dünya Kupası şampiyonluğu, 1995 Amerika Kupası şampiyonluğu, 1997 Conmebol şampiyonluğu, 1998 Dünya Kupası ikinciliği, 1999 ve 2000 Türkiye Ligi şampiyonluğu, 2000 Türkiye Kupası şampiyonluğunu; dünyaları kazanmıştı. Ama onun için Galatasaray ile Maçın Adamı seçildiği 2000 UEFA Kupası şampiyonluğunun kelimelerin ötesinde apayrı bir anlamı vardı. “Hayatımın en güzel gecesiydi. Bu dünyaya sağlıklı bir şekilde gelmiş, tek aşkımla evlenmiş, iki çocuk babası olmuştum ve bir de Galatasaray ile UEFA şampiyonu…” demişti, üstelik de bizdeki reyting saplantılı aptal kutusundaki kanallardan birine değil, hayatını anlattığı Brezilyalı papaza…
Galatasaray’dan sonra ikinci kez formasını giydiği Parma’da oynarken, Empoli’den iyi bir teklif almıştı. Empoli’ye giderken yolda arabası bozulmuş ve kendi başına tamir etmeye uğraşırken uzun uzadıya düşünmüştü: “Artık bırakmalı mıyım? Arabanın bozulması bir işaret olabilir mi?” Arabasını tamir ettirdi ama görüşmeye gitmedi, dönüşte Parma’da manastırın hemen yanında bir restoran açtı, peynirleri İstanbul’dan getirtti. İstanbul’u, Galatasaray’ı hiç unutmadı; çocuklarını anadili Türkçe olan bir okula vermiş, Alman-İtalyan kökenleri ve Brezilyalı kimliğinin üstüne bir de Türkiyeliliği eklemişti. En iyi telaffuz ettiği kelime hep “Çok iyi, çok iyi” oldu. Asıl bizim için o çok iyiydi, her şey onun “çok iyiliği”ydi. En son, kendisini babası gibi gören Lincoln’ün Galatasaray’a gelmesinde çok önemli rol oynadı. Çünkü en iyi ol biliyordu, Lincoln’ün de huzuru İstanbul’da bulacağını ve biz Türk futbol dilencilerinin kendimize çok benzettiğimiz Brezilyalılar’ı deli gibi bağrımıza bastığımızı…
Duyuyor musunuz? Yine çok uzaklardan eliyle topu, bize doğru atıyor. Acele edip yakalamamız gerek. Sadece bir futbol topu değil Taffarel’in buralara kadar gönderdiği o meşin yuvarlak. İçinde insanlığın, insancıllığın yüz akı saklı. Tüm sınırların, dinlerin, cinslerin, fikirlerin ötesinde çok sıcak bir yüz… Çocuklar gibi muzip gözlerde hiç batmayacakmış gibi ışıldayan bir Nisan güneşi, üzerinde Taffarel yazıyor. Kaderin bu topraklara en güzel, en ebedi hediyelerinden birisi. Topu düzeltip ona geri yolluyoruz, çünkü en çok onun eline yakışıyor kurtarmak…

21 Ağustos 2007 Salı

Bursaspor: 0 - Galatasaray: 1

Büyük takımların taraftarları arasında bir anket yapılsa ve "En çok endişe veren deplasman hangisi?" diye sorulsa eminim ki büyük çoğunluğun vereceği cevap Bursa deplasmanı olur. Galatasaray için ise Bursaspor deplasmanı her zaman zor geçmiştir. Bursa'da yapılan maçların istatistiğine baktığımızda Bursaspor'un galibiyetlerde Galatasaray'a 14 - 10'luk bir üstünlük kurduğunu görüyorduk bu maçtan önce. Takdir etmek gerekir ki bu gibi maçlarda taraftar "1-0 olsun, bizim olsun" mantığı ile aslında 1-0 yenik başlar maçlara.
Turkcell Super Lig'in 2.haftasında bu ruh haliyle çıktık Bursa deplamanına. Maç hakkında öyle uzun uzadıya anlatılacak pek bir şey yok. Bursaspor'un sert oyununa ve hakemin alehimizdeki kararlarına takımımızın kötü futbolu da bonus olarak eklenince mağlubiyet kaçınılmazdı aslında. Ama olmadı işte. Bursaspor kendi beceriksizliğinin acısını çekti. Atamayana attılar. İkinci yarı başladığında Galatasaray'ın 10 dakikalık etkili futbolu yetti Bursa kalesini yıkmaya. 60'ıncı dakikada sağ köşeden harika bir çalımla ceza sahasına giren Uğur'un, Ümit Karan'a "Al da at" dercesine çıkardığı pası golcü futbolcu klas bir vuruşla ağlara gönderince evde sinir küplerine binen ben ömrümde ilk kez kardeşime deli gibi sarıldım, bağırdım, çağırdım. Kalan 30 dakikada ise Orkun topu kritik bir pozisyonda elinden kaçırdı ve Servet topu çizgiden çıkararak olası puan kaybını önledi, çok çalışan Bursaspor forveti Tum altı pastan durmaksızın gol kaçırdı, Ümit Karan'ın düşürüldüğü %100'lük penaltımız çalınmadı... Maç bitti.
Galatasarayımız 2.haftanın sonunda topladığı 6 puan ve 5 averajla liderliğini sürdürdü.

18 Ağustos 2007 Cumartesi

En Uzun 16 Dakika

Efendim dün akşam ultrAslan forumunda çok hoş bir konuya rastladım. Başlığı "16 Dakikada Yaşadıklarımız" olan konuda Galatasaraylılar sözkonusu 16 dakikayı nasıl geçirdiklerini anlatıyordu. Ben de geri kalmadım tabii. Foruma attığım postu olduğu gibi copy-paste yapıyorum...

O gün yaşadıklarımız kelimelerle anlatılamaz. Yine de madem böyle bir konu var kendi heyecanımı olabildiğince anlatayım...
Bir önceki hafta... Galatasarayımız İnönü’de... Puan kaybına tahammüllümüz yok. Hele şampiyonluktaki rakibimiz de Erciyes’i yenince bizim kazanmaktan başka çaremiz yok. O maç için ne kadar çok bilet kovaladığımı ben bilirim. Okuldan birkaç arkadaş gitti maça, ben gidemedim tabii. Maç akşamı okulda Lig TV’nin karşısına geçtik artık. Hasan Kabze’nin ilk golünden sonra zaman daralıyordu. Yanımdaki arkadaşlara "Şampiyon olamayacaksak hiç kazanmayalım. Her şey burada bitsin bitecekse" dedim. Uzatmaların 3’üncü dakikasının son anları... Biz ayağa kalkmış gitmeye hazırlanırken Kabze çaktı... Sandalyeler havada uçuşuyordu. Tabii insanlar sevinçten ne yaptığını bilmiyordu. Maç bittikten sonra da "Bu kırılma noktasıydı" dedim kendi kendime...
Haftaiçi pazartesiden başlayarak her gün resmi siteden takip ettim Kayseri maçının biletlerinin çıkacağı tarihi. Biletler çıktığı gün de doğru Kadıköy Biletix’e gittim. Geç kalmıştım... Karaborsaya bayıldım parayı aldım biletimi. 14 Mayıs 2006 Pazar günü sabah kalktım. Antalya’daki annem ve babamı aradım. Başarı dilediler. Evde babaannem de varmış "Dua edeceğim oğlum" dedi. "Zaten başka bir şeye ihtiyacımız yok babaanne" dedim. Sonunda inanmayan birkaç arkadaşı okulda bırakıp düştük mabedin yollarına. Orjin’in oraları bile unutamam o gün. Çiçekçinin orası bile hiçbir zaman bu kadar kalabalık görünmemişti gözüme, kimbilir stadın çevresi nasıldı? Düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyordu ya bir Allah bilir. Ancak tüm o kalabalığın gözlerinde ipleri elimizde tutamayışımızın endişesi okunuyordu. Her zaman olduğundan daha sessizdi dışarısı.
Stadyuma doğru yürümeye başladık bir müddet sonra. Kapalı’ya girecek arkadaşlardan ayrılıp Eski Açık’ın yolunu tuttuk. Stada girdiğimizde herkesin umudu olduğunu gördüm. Tüm sezon boyunca verilen emeği ve hatta büyük olasılıkla gelecek ikinciliği alkışlamak istiyordu Galatasaray taraftarı. Yine de "Ya olursa" vardı sarı kırmızı kalplerde. Kapalı’ya baktım. Onlar her zamanki gibi hazırlıklıydı. Maç bitecek "Sarıyla Kırmızıyla Alnımızın Akıyla" gelecek başarıyı kutlayacaktık. Ha, bir de Kapalı’nın tepesine dizilen maytapları görünce daha da bir heveslendim.
En sonunda başladı şampiyonluk yolundaki son 90 dakika. Gözler sahada, kulaklar Denizli’deydi. Galatasarayımız kendi üzerine düşeni yapıyor ve ilk yarıyı 1-0 önde kapatıyordu. Diğer tarafta ise 0-0’lık beraberlik vardı. "Haydi be Denizli, bi’ 45 dakika daha" diyorduk ama orada ha bire duran maç içimize de kurt düşürüyordu haliyle. Saatler 20:45 olduğunda Mabet’teki skor 3-0 lehimizeydi. Artık ben ve etrafımdaki kimse sahada olanla ilgilenmiyordu. Yanımda heyecanla radyo dinleyen arkadaşların surat ifadelerini gördükçe öteki dünyayla bu dünya arasında mekik dokudum. Bizim maç bitmek üzereydi ama maçlar aynı anda başlamasına rağmen Denizli 16 dakika geriden geliyordu. Allah bizi sınıyor olmalıydı. Derkeeeeen... Etrafımdaki herkesde bir şaşkınlık gözledim. İlk anda sevinç mi üzüntü mü olduğunu anlamadım. Adını koyamamış, telaş içinde bekliyordum. Yanımdaki radyolu arkadaşın gözlerinin içine umutla baktım. "Evet" dedi, "gol, Denizli 1-0 önde"... Arkadaşlarıma baktım... Biri yere kapanmış, elleri yüzünde. Diğeri tanımadığı adamın biriyle sarmaş dolaş. Ötekiler gözleri yaşlarla dolu ve ne yaptıklarını bilmez bir haldeler. O an kendi gözümden akan yaşların farkında bile değilim. Yanımda tanımadığım bir renkdaşım bana döndü "Şampiyonuuuuuz" dedi ve sarıldı. Ben de karşılık verdim. Sonra bizim maç bitti.
Hemen telefona sarılıp Antalya’yı, evi, aradım. Babama sordum "Kaç dakika uzatma verdiler orada?" diye. "16" cevabını duyunca çöktüm, kaldım. Mevzubahis dakikayı dualarla geçirdik. Sonradan gelen şampiyonluk da tesadüf değil milyonların duası sayesinde geldi. Delirdik...

16 Ağustos 2007 Perşembe

Slaven Koprivnica: 1 - Galatasaray: 2

Galatasarayımız UEFA Kupası 2.ön eleme turu ilk maçında deplasmanda karşılaştığı Slaven Koprivnica'yı Ayhan ve Volkan Yaman'ın frikik golleriyle 2-1 mağlup etti. Karşılaşma öncesindeyiz... Bilindiği üzere tüm resmi maçlarda ev sahibi takım stadyumunda konuk ekibin bayrağını dalgalandırmak mecburiyetindedir. Bu adamlar bu uygulamadan bihaber olsa gerek o kadar bayrağın içinde bırakın G.Saray bayrağını Galatasaray bayrağını anımsatacak tek bir flama dahi yoktu bayrak direklerinde. Sonradan öğreniyoruz ki Adnan Sezgin bu duruma haliyle çok bozulmuş. Hırvat ekibinin yöneticilerine bu durum iletilince de bayrak direklerinde belli belirsiz sarı-kırmızı renklerde bir bayrak asılır. Bu da tatmin etmez bizimkileri. Slaven başkanı "Ulan oraya gelirsem hepinizi datmin ederim" diye sinirlenip maçın başlamasına yarım saat kala adamakıllı bir bayrak astırmayı başarır. Sanırım Türkiye ile Yunanistan arasında bile böyle bir kriz çıkmamıştır.
Ha bi' olay daha var. Bu da maçtan önce çıkmış. Hakan Şükür, Galatasaray'ın ısınması gereken yarı sahada rakibin ısındığını görünce, bir Slaven yöneticisi ile tartışmış.
Maç mı? Kazandık!

Ya Bismillah

"Avrupa Fatihi" bu akşam saat 19:30'da Hırvat ekibi Slaven Koprivnica'yla yapacağı UEFA Kupası 2.ön eleme turu ilk maçıyla bu sezonki Avrupa macerasına başlıyor. 2000 yılının 17 Mayısı'nda muhteşem bir final sonucu Arsenal'i devirip kazandığımız bu kupayı bu sezon tekrar Türkiye'ye getirmek istiyoruz. Bu bağlamda yapılan transferler ve takım içindeki birliktelik Galatasaray'ın en büyük yardımcısı olacak. Öyle ki UEFA.com'da geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir yazıda Galatasaray bu sezon Bayern Münih, Tottenham ve Bordeaux gibi ekiplerle birlikte Kupa 2'nin favorisi olarak gösterildi. Umuyoruz ki her şey istendiği gibi gider ve 14 Mayıs 2008'de City of Manchester'da oynanacak finalde yerimizi alırız. 2000 UEFA Cup, 2008 Why not?

"Kral" Hakan Şükür

Bu adam için ne denebilir ki? 1 Eylül 1971'de dünyaya gelmiş. Bunu yazdım diye uzun uzun biyografisini sıralayacağım sanmayım. Hiç de öyle bir niyetim yok. Aslında doğum tarihini belirtmekten kastım yaşını vurgulamaktır. Bunca yıldır durmadan gol attı "Kral"; ligde, Avrupa'da, Milli Takım'da... Birçok rakip takım taraftarı hazımsızlıklarını ona "şaban" diye hitap ederek gidermeye çalışırken O yine atıyordu. Kendi takımının taraftarları da onu eleştirmeye başlarken, O "Kral" ünvanının hakkını sonuna kadar veriyordu.
Şimdi 37'sine girmek üzere ve hâlâ atmaya devam ediyor. Ancak yaşı nedeniyle taraftar, yazar demeden herkesten eleştiri alıyor. Ortak kanı şu; futbolu bırakmalı. Nedeni sorulduğunda ise size verilen cevap genellikle "yetersiz" oluyor. Zaman zaman da dinine bağlılığı battı bazılarının bir taraflarına. Günü geldi Onun "adamlığını" sorguladılar ama o atmaya devam etti; Leeds'de, Mallorca'da, Milano'da... Ancak Hakan Şükür'ü izlediğimizde bunun gerçekdışı olduğu gün gibi aşikâr. Sormak lâzım "Giydiği takımın 'kırmızı'sı, lacivert olsaydı bu eleştirileri alır mıydı?" diye... Böyle bir durumda Kadıköy'ün göbeğine altın heykeli dikilirdi herhalde. Hatta belki de "Boğa Heykeli"nin popülaritesini tek başına yıkardı, kimbilir?
Yukarıda bahsettiğim tartışmalardan hep uzak kalmaya çalışırım. Çünkü Hakan'ın "golcülüğünü" sorgulayanların futbol anlayışlarından şüphe ederim, güler geçerim. Onun için beceriksiz de deseniz, Torinolu Şaban da deseniz, çok gol kaçırıyor da deseniz değişmeyecek tek şey Onun "Kral" olduğudur. Hâlâ Milli Takım'ın en golcü futbolcudur ve uzun yıllar geçilmesi zor bir gol sayısı vardır. Yine Avrupa kupalarında en çok gol atmış Türk futbolcudur. Futbolu idrak etmeye başladığımda O yeni yeni atmaya başlamıştı, hâlâ da atıyor. O yüzden belki de bu sezon Kral'ı son kez sahada göreceğiz. Atacağı son gollere sevinip, onun adını haykıracağız. O gün geldiğinde ise hep bir ağızdan "Ah bir Hakan daha gelir mi?" diyeceğiz.
Kral günü gelip futbolu bıraktığında ise ardında muhteşem bir geçmiş bırakmış olacak... Kendisini beğenmeyenlerin yüzüne tokat gibi çarpacak bir geçmiş...
2007/2008 sezonunun ilk haftasında Kral attığı gol sayısına 2 tane daha yazdırdı. Bu 2 golün önemi çok büyüktü. Galatasaray forması altında 219'uncu golüne imza atarak kulüp tarihinin en golcü futbolcusu olarak tarihe geçti. Yine attığı bu goller sayesinde bir büyük rekora daha ortak oldu. Kariyeri boyunca Türkiye liglerinde attığı toplam gol sayısını da bu vesileyle 240'a çıkarmış oldu ve Tanju Çolak'ın elinde bulunan "Türkiye liglerinde en fazla gol atan futbolcu" rekorunu kırmasına sadece "1" gol kaldı.
Evet, şimdi Kral'ın yapması gereken tek şey yalnızca "1" gol daha atmak. Atsın ki rekor onu haketmeyen şaibeli adamda kalmasın. Atsın ki krallığını tescillesin. Atsın ki biraz da hep sevindiren adam sevinsin...
HAYDİ KRAL! AYAĞINA, KAFANA KUVVET...

14 Ağustos 2007 Salı

Forvet Arayışları

Yok arkadaş bu kulüp bizi kalpten götürmek istiyor. Gelenlerin heyecanı daha dinmeden yeni yeni isimler gündeme geliyor. Gerekli tüm mevkiilere yapılan nokta transferlerden sonra bir de forvet alıp transferi bitirmek istiyor çok sevgili yönetimimiz. İsimler de öyle böyle değil. İsimlerden biri geçtiğimiz sezon Heerenveen formasıyla 34 maçta 34 gol atan ve haliyle gol kralı olan Alfonso Alves. Bir diğer isim ise koltuklarımızdan düşmemize sebebiyet veren Arouna Kone. Üstelik bu adamın transferinin her an bitebileceği söyleniyor. Bakarsınız birkaç saat sonra bu yazıyı "edit"lerim ve geldiğini haber veririm, kimbilir? Şimdi bu adama çamur atanlar da var ya, o yüzden onlara kapak niyetine müstakbel Konemiz'in gollerinden bir demet sunayım... Bu arada bu ne biçim müzik lan???

EDİT: Editleyeceğimi söylemiştim ama olmadı anasını satayım. Beyefendi Premier Lig'de oynamak istiyormuş.

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Volkan Yaman Galatasaray'da

Ya Volkan sana özür borçluyum be adamım. Gelenleri yazarken seni de yazdığımı sanıyordum ama yamulmuşum demek ki. Bi' de transfer dönemi başladığından beri "Bu sene ne Lincoln'e ne de Linderoth'a, en çok Volkan'a sevindim" derim. Eee Allah beni davul etsin de yaklaşan Ramazan'da tangır tungur çal beni. Ne desen haklısın...
Şimdi efendim yeni sezonda yeni bir takım kuran kulübümüz Orhan Ak'dan bıkmış taraftarı mutlu etmek ve kanayan yara sol beki kurtarmak için Volkan Yaman'ı transfer etti. İyi de etti. Antalyaspor'u memleketimin takımı olduğu için de takip ederim yıllardır. Özellikle son 1,5 yıl içinde Antalya caddelerinde Antalyaspor formalı gençleri görseniz sırtlarında yazan isim yüzde 90 Volkan olur(du). Zaten 24 Mart 2007'de Yunanistan ile yapılan Milli maçta Milli formayı kapması da ne kadar başarılı olduğunun kanıtı.
Hepsinin ötesinde bu adam doğuştan Galatasaraylı. Kendisi Ağustos 1982'de Münih'de dünyaya gelmiş. Transfer döneminde takıma kazandırılmasını en çok istediğim oyuncuydu kendisi. Gerek efendiliği gerekse oyunculuğu bakımından Galatasaray'a çok yakıştırıyordum kendisini. Her ne kadar kendisine sarı-kırmızılı formayı kazandırmak Mondragon'dan sonra en çok güvendiğim kaleci olan Fevzi'ye malolsa da çok sevindim geldiğine... Özellikle dün akşam sezonun ilk maçında elalemin Brezilyalısı'na nazire yaparcasına attığı frikik golü ve birçok futbolsever tarafından maçın adamı olarak gösterilmesi beni şimdilik haklı çıkarıyor. Umarım Galatasaray'ın yıllardır en büyük hastalığı olan sol bek enfeksiyonunun panzehiri olmayı başarır, başaracak... Hoşgeldin be Volkan...

NOT: Antalyaspor bu sezon küme düşmesine rağmen Süper Lig'e iki oyuncusunu gönderdi. Bu iki oyuncu Volkan ve Ali Bilgin'di. Her ikisiyle de Galatasarayımız ve Fenerbahçe ilgilendi. Sonuçta efendiliği ve kaliteli oyunculuğuyla Volkan Galatasaray'a, kendini beğenmişliği ve son maçta sahaya çıkmayıp takımının küme düşmesine neden olan adam ise Fenerbahçe'ye yakışırdı. Öyle de oldu zaten. Saygılar...

Galatasaray: 4 - Çaykur Rizespor: 0

Başladık efendim. Hem de öyle bir başlangıç ki sormayın gitsin. Ercan Taner'in de bir zamanlar dediği gibi dün akşamdan beri adeta "Haykırıyorum, bağırıyorum, hatta sevinçten çıldırıyorum". Bunun nedeni şudur efendim; yıllar sonra muhteşem bir Galatasaray izledik.
Yenilenen Galatasarayımız sezonun ilk maçında Atatürk Olimpiyat Stadyumu'nda Çaykur Rizespor'u konuk etti. Geçtiğimiz sezon Fenerbahçe ile yapılan maçta çıkan olaylar sebebiyle 5 maç seyircisiz oynama cezası bile vız geldi takımımıza. Birçok oyuncu gitmiş, yerine de kaliteli takviyeler yapılmıştı transfer sezonunda ve haliyle bu durum beklentileri karşılıyordu. Dün akşam sahadaki Galatasaray'ı gören futbolseverler yıllar sonra böylesine iyi bir Galatasaray'ı izlemenin keyfiyle adeta orgazm yaşadılar. En azından ben öyleydim. Çünkü dün izlediğimiz Galatasaray'ın yıldızı da vardı, frikik golü de vardı; taraftara zevk, rakibe de korku veren bir oyun oynandı, üstelik sonunda Kral da dönmüştü.
Galatasarayımız maça kalede Orkun; savunmada Sabri, Song, Servet ve Volkan; orta alanda Linderoth, Lincoln, Ayhan ve Barış; forvette de Hakan Şükür ve Ümit Karan onbiri başladı. İlk dakikalardan itibaren kendini belli eden baskılı oyun meyvesini Lincoln'ün harikulade golü ile verdi. "Dünya Yıldızı" ilk maçta ilk golünü de atmış oldu bu vesileyle. Bunun dışında ilk yarıda takımımız Ayhan ile iki mutlak gol pozisyonundan yararlanamadı. Galatasaray forması altında ilk resmi maçına çıkan Barış'ın bir topu da direkte patladı. Devre bu skorla sona erdi.
İkinci yarıya takımımız daha da tempolu başladı. Ceza sahası önünde kazanılan bir serbest vuruşta Volkan Yaman topa öyle bir vurdu ki, şut gol olmasa da "Ulan biz de mi bir Carlos bulduk yoksa?" diye ister istemez sorar olduk kendimize. Neyse ki sorumuza cevap birkaç dakika sonra geldi. Yine ilk pozisyonun kullanıldığı noktaya yakın bir yerde kazanılan serbest vuruşta Volkan Yaman bir kez daha kaleyi yokladı ve Galatasarayımız iki buçuk sene sonra bir lig maçında frikikten gol kazanmış oldu, gözlerimiz doldu. Sonra daha da mutlu olduk. Kral çıktı sahneye. İki tane çaktı ve Türkiye liglerindeki toplam gol sayısını 240'a çıkararak Tanju Çolak'ın rekoruna ortak oldu. Maç da bu skorla bitti...
Çekemeyenler de oldu tabii ilk haftadan alınan liderliği. Yenilen takımın Rizespor olduğunu söyleyeninden tutun da gol pozisyonlarını tartışanına kadar aradığınız paraziti bulmak mümkündü maç sonrasında. Korkunun ecele faydası olmadığını hatırlatır, 17.sıradaki Fenerbahçe'ye selam ederim...